Bazı müslümanlarca zaman zaman sorulmuştur, ‘Allah bizden İslam devleti kurmamızı istiyor mu?’ diye; -cevabının da daha baştan olumsuz şekilde verilmesi isteniyormuşcasına-..
Devlet kelimesi her ne kadar arabçada var ise de, bu kelime, Kur’an’da bizim bugün anladığımız geçmemektedir.
Genelde ise, devlet yerine Hükûmet kelimesi yerine kullanılmakta ve ‘devlet’ olarak kullanılan kelime ise, daha çok, türkçedeki ‘hükûmet’ kelimesiyle karşılaştırılmakta ve başbakanların başında bulunduğu hükûmetler, o başbakanların adıyla ‘filanca devleti, falanca devleti..’ diye anılmaktadır.
Devlet, bir sosyal üst yapı kurumudur ve gerekliliğini tartışmak bile abestir. Çünkü, insan cemiyet halinde, toplum halinde yaşamaya mecbur olan bir yaratıktır. Toplum halinde yaşamak ise, kaçınılmaz olarak bir takım disiplinleri gerektirmektedir. Aksi halde, beşerî toplum hayatının bir hayvan ahırına döneceği açıktır.
Kaldı ki, hayvan topluluklarında bile, toplu hayat belli bir düzen ve disiplin içinde şekillenmekte ve kimi hayvan toplumlarında diş, pençe, tekme, boynuz, kuyruk gibi organlar aracılığıyla sergilenen bir fizikî güç etkin olurken, kimilerinde ise, zekâ ve kurnazlıklar devreye girmektedir.
Böyleyken, insan toplumlarının da ister vahye, isterse sadece akla dayalı olarak, toplum hayatının hangi kurallara riayet edilerek şekillenmesi gerektiği hususunda binlerce yılın içinde gelişmiş yönetim yöntemlerinin oluşmasının gerekliliği de tartışılamıyacak derecede tabiîdir.
Bu açıdan, ‘Devlet’in gerekliliği konusunda Kur’an’da açık bir hüküm yok..’ diyerek, İslam’ı sadece bir kalb ve gönül işi konumuna düşürmek isteyenlerin oyununa gelenler, en azından, hükümleri Kitabullah’da açıkça belirtilmiş olan ve bu yüzden hududullahdiye anılan, ilahî hadlerin ve ‘emr-i bil ma’rûf ve nehy-i a-n-il münker’ kurallarının toplumda, -devlet ya da hangi isimle alınırsa anılsın-, yaptırım gücü olan bir sosyal üst yapı kurumu olmadıkça, hayata nasıl tatbik edileceği sualinin cevabını veremiyeceklerdir.
Bütün yönetim kurallarının, disiplinlerin insanın özgürlüğüne aykırı olduğu, insanı esir ettiği gibi felsefi görüşler de ileri sürülmemiş değildir, beşer tarihi boyunca ve bu tamamen yanlış da sayılmaz.
Özellikle miladî- 19. yüzyılın ortalarında Bakunin gibi filozofların bu fikrin öncülüğünü yaptıkları bilinmektedir. Ama, devletlere, her türlü düzene veya insan toplumlarını şekillendiren sosyal kural ve düzenlemelerin herbirisine karşı çıkmak gerektiğini ve karşı olduklarını söyleyen ‘nihilist’ (‘hiç’çi) cereyanlar bile, kendi ideolojilerini ve görüşlerini hâkim kılmak için, bu ideolojiyi benimseyenlerin riayet etmesi gereken bir takım kuralları koymaktan uzak duramamışlardır. Yani, ‘Barışa karşı olanlara savaş açalım, barış düşmanlarına ölüm!’ demek gibi, kendi içinde felsefî- fikrî açıdan komik bir çelişkiyi barındırır.
Bu konuya bu kadarca değindikten sonra, bir diğer konuya geçelim..
*
Ve, Diyarbekir’deki bir ‘demokratik İslam’ (?!) kongresi..
İki hafta kadar önce, Diyarbekir’de bir toplantı tertib edildi.
Toplantı, Demokratik İslam Kongresi gibi bir isim taşıyordu..
Toplantıyı tertib eden asıl irade, A. Öcalan idi; onun çağrısı ile gerçekleştiriliyordu.
Asıl problem de buradan başlıyordu.. Elbette bir toplantı tertib ettirmek kimsenin tekelinde değildir. Ama, bu gibi teşebbüslerde inisiyatifin, asıl iradenin kimin elinde olduğuna dikkat edilmesi gerekmez mi? Öcalan gibi, ideolojik çizgilerini onyıllar boyunca marksist, ateist, laik anlayışta kesin olarak ortaya koymuş birisinin, böyle bir toplantı tertib ettirmesi, elbette üzerinde durulması gereken bir husustur. Yoksa bu görüşlerinden vaz mı geçmiştir? Ki, aşağıda vereceğimiz mesajının içinde bu gibi bir eğilim de görülmektedir. Çünkü, bu mesajında o, ateizm ve komünizm gibi eğilimleri bile reddediyor gibi gözüküyordu..
Bu toplantıda, İslamî kimliğiyle bilinen bir eski arkadaşımız (A.B.) da konuşmuş ve çeyrek yüzyıldır üzerinde sıkça durduğu Medine Sözleşmesi’nin birlikte yaşamak için bir temel olabileceğini tekrarlamış.. ‘Ben görüşümü her yerde anlatırım, orada da anlattım..’ diyor, aldığı eleştirilere değinerek..
*
Bu vesileyle belirtmeliyim ki, 22-23 sene öncelerde Helsinki Yurttaşlar Bildirisi vs. gibi konuların yoğun olarak tartışıldığı ve bazı kardeşlerin de o çalışmalar içinde Medine Sözleşmesi gibi konularla yer almaya çalışan günlerde, -şimdilerde İslamî faaliyetler alanında epeyce ünlü olan- bir kardeşimiz görüşümü sormuştu.. O zaman söylediklerimi -bugün de geçerli bulduğum için- genel hatlarıyla, tekrarlıyayım:
‘Medine Sözleşmesi’nin Türkiye kamuoyuna yansıması, Muhammed Hamidullah’ın ‘İslam Peygamberi’ isimli eserinin türkçeye tercüme edilmesiyle 1963’lerde mümkün olmuştu. Ama, İslamî-fikrî tartışmalar ve tefekkür hayatı, o günlerdeki malûm baskılar ve ihtilalin ağır atmosferinin etkisiyle, bu konu gündeme gelmedi. Ve 1975’lerden sonraki canlanma emareleri de 12 Eylûl 1980 Askerî Darbesi ile bir ağır baskı dönemi yaşandı.. Ve 1989-90’larda müslümanlar tefekkür hayatında yeniden daha bir etkin olmaya başlayınca, Medine Sözleşmesi de bir ilginç metin olarak gündemdeki yerini aldı.
Ancak, Medine Sözleşmesi’nin üzerinde durulması gereken en önemli özelliği, ilk maddesinin içinde saklıdır. Çünkü, orada, ‘Müslümanlar ve müslümanlarla birlikte hareket edenler bir millettirler..’ deniliyordu.
Yani, inisiyatifin, müslümanların elinde olduğu açıkça beyan ile; müslümanlarla birlikte hareket eden müslüman olmayanların da, müslüman yönetimi karşısında aynen müslümanlar gibi eşit haklara sahib oldukları belirtiliyordu.
Asıl önemli olan konu bu noktadadır, yani inisiyatif konusunda..
Bugün, Helsinki Yurttaşlar Bildirisi vs. gibi metinlerle Medine Sözleşmesi arasında bir benzerlik yanlış olur. Çünkü, inisiyatif, kimin elindedir, bu görülmelidir.’
Evet, o günlerdeki bu düşüncelerimi, 10–11 Mayıs günlerinde, Diyarbekir’de Öcalan’ın çağrısıyla tertiblenen ve Türkiye, İran, Suriye, Irak, vs. Arab ülkeleri ve Avrupa’dan 300 kadar delegenin katıldığı bildirilen ‘Demokratik İslam Kongresi’ için de tekrarlıyayım.
*
Öcalan, ’Kürdistan Demokratîk İslam Kongresine..’ diye başlayan ve “Mumin kardeşlerim..’ diye devam eden mesajında, “Kürdistan” ve “Demokratik” kavramlarını, eksik ve yanlış anlamada yol açabileceğinin bilincinde olarak yine de daha büyük yanlışları önlemek ve özdeki doğrulara yol açmak açısından kullanmaktan çekinmedim.’ demekteydi..
Öcalan daha başka ilginç sözler de dile getiriyordu mesajında, geniş bir özet olarak: (Ki, bazı ifadelerin altını tarafımdan çizilmiştir. SEÇ)
“Özellikle İslamın iki büyük merkezi olarak kendini günümüze de dayatan iktidarcı arabî, selefî akımlarla İranî şia akımların devletçilik bağlamında yol açtıkları büyük tahribatlar’dan söz etmekte ve ’bu iki akımın kapitalist emperyalist yükselişin bağlamında gelişmiş olup, dönemin egemen saltanat bloğu olan Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünde kullanılmıştır. Özellikle yeni dünya hegemonu olarak yükselen İngiliz İmparatorluğu tarafından. Halen de sıkı sıkıya kullanma durumu devam etmektedir.’ demekte..
“Her 2 merkez de milliyetçilik mikrobunu islamın özüne karşı sonuna kadar kullanmışlardır. Kendi ulus devletlerini doğuşunda kapitalist emperyalizmin ana zor kavram ve uygulaması olan ulus devletçi sistemi en zorba tarzda kendi halklarına zalimce dayatmaktan asla tereddüt etmemişlerdir. Halbuki İslami ümmet anlayışı öz itibariyle ulus devletçilikle asla bağdaşmaz.’
“Zaten İngiliz İmparatorluğu islam ümmetini parçalamak için ulus devletçiliği onun başat ideolojisi milliyetçiliği çok bilinçli olarak İslam ümmetinin bağrına beynine ve rahmine yerleştirmiştir. Son 200 yıllık tarih bir nevi İslamın mekanlarında ve halklarında İslamın bütün değerlerini neredeyse onulmaz bir biçimde tahrip etmiştir.
Mümin Kardeşlerim;
“İslam gerçekten din adına söylenebilecek en son evrenselliği temsil etmektedir. Hem dili hem de felsefesi sayesinde önemli bir evrensellik kazanmıştır. Bundan kuşku yok. (...) Temel görevlerimizin başında mekana ve zamana bağlı olmayan Allah’ın nasları kadar önce oluşturulan tekil nasları da aynı sorumluluk ve yetkinlikle ele almalı ve haklarını teslim etmeliyiz. (...)
“Kürdistan’daki özgürlük hareketi asla ne bu otoriter laikçi milliyetçi ne de radikal dinci geçinen iki ana merkezli sapkınlığa düşmeyecek ve fırsat tanımayacaktır. İnanıyorum ki temsil ettiğiniz özgürlük hareketi her türlü milliyetçi dinci cinsiyetçi bilimci geçinen kapitalist ataerkil iktidarcı anlayış ve uygulamalara karşı radikal demokrasinin ve özgür mekanı kendisi olacaktır. Çağdaş İslami ümmetin “millet birliğini” anlamlı buluyorum. Ama bu asla “Tek devlet, tek millet, tek bayrak” zırvalamaları anlamına gelmemektedir. Tersine ilgili ayetteki “birbirinizi tanıyasınız diye sizi farklı kavimler halinde yarattık” hükmü gereğince ÇOĞULCU DEMOKRATİK EŞİT VE ÖZGÜR bir İslami ve birliğinde olan diğer kavimlerin “milletler birliğini” ifade etmektedir. (...)
“Çare elbette resmi Diyanet İslam’ı değildir. Resmi Diyanet İslam İğdiş edilmiş” İslam olup gayri resmi İslam’dan daha anlamsız, zıddına hizmet eden bir İslam karikatürüdür. Faşizmden liberalizme kadar geniş hizmet sahaları vardır. Bun anlam da karşı İslam rölü oynarlar. (...)
“Son olarak, bazıları, hareketimizi, ateist, komünist, materyalist gibi batılı kavramlarla tanımlamak istemektedirler. Bunlara “kavram kölesi” demek daha uygun düşer. Yalnız şu kadarını söylemeliyim ki; eğer İslami toplum doğası bir gerçekse, İslam’ın dindârı ve ateisti olmaz. Bunlar kavramsallaştırmalardır. (...)
“Çağdaş bir Hüseynî, çağdaş bir Selahadinî hareketin sentezi olmak, en önemli mutluluk, dolayısıyla iman kaynağımdır. Hepinizi paylaşmaya, iradeleşmeye, eyleme çağırıyorum. Toplumsal esinin adil, özgür adı olan Allah’ın birliğine davetle birlikte güven olmanızı diliyorum.”
Şimdi bu sözleri nasıl okumak, nasıl değerlendirmek gerekir? Ve söyleyenin kimliği açısından üzerinde ciddiyetle durulmayı gerektirmez mi?
Bu sözler, Öcalan’ın son 40 yıl boyunca sözleri yazıları ve eylemleriyle bağdaşmadığı, kendi dünyasında yeni bir pencere açtığı şeklinde değerlendirilebilir mi?
Yoksa, bu mesajı görmezlikten gelip, illâ da açık bir özeleştiri vermesi gerektiğini mi istemek ve beklemek gerekir?
*
Kongre sonunda yayınlanan sonuç bildirisinde, ’Medine Sözleşmesi’nin, ümmetini yeniden inşasında hareket noktası olabileceği ve 'çok kimlikli, çok dilli, çok inançlı bir yapı’nın bu sözleşmeye göre düzenlenebileceğine dair görüş ve sair temenniler dile getiriliyor, ’ayrı renk ve dillerden olmanın Allah’ın âyetlerinden olduğu’ ve ’Kürt sorunun çözümünün Müslümanların sorumluluk alanında olduğu’ , ’Kongrenin, yeni kapitalist düzene karşı Âdil Demokratik, Çoğulcu, Eşit ve Özgür İslam anlayışını esas aldığı’ vurgusu yapılıyordu.
*
Elbette, bazıları Öcalan’ın hangi inanç dünyasına aid olduğunu söyleyebilirler. Onun geçmişteki açık sözleri, yazıları ve eylemleri bu konuda yeteri kadar malzeme verir.
Şimdi, Öcalan’ın bu kongreye gönderdiği mesaj ise, tamamen farklı bir Öcalan imajı çiziyor gibi.. Samimî olarak temenni ederim ki, o, ömrünün son 40 yıla yakın kısmında taşıdığı fikirlerinden vazgeçmiş olsun.
Ancak bu konuda, geçmişine açık bir reddiye getirdiğine hiç şâhid olunmadı; kendi örgütünün bünyesi içindeki deyimle söylemek gerekirse, bu konuda bir özeleştiri vermedi. Ne var ki, bu mesajında kullandığı öyle ifadeler var ki, sanki bütün o geçmişi zımnen reddediyor mânâsını taşıyor.
Yoksa, muhatab kitleye göre, nabza göre bir şerbet vermek sayılabilir mi bu yeni tavır?
Onun bu mesajındaki görüşleri karşısında, kalb dünyasında neler olduğuu olup bittiğinden haberimiz olmadığından, zâhirine bakmakla sûretiyle bir hükme varmak olabilir mi?
Herhalde, temkinli olmak da gerekir. Çünkü, M. Kemal’in de geçmişte, 1920’lerde neler söylediği ve amma, 1925’lerden sonra neler yaptığı unutulmuş değildir. Balıkesir- Zağnospaşa Camiindeki hutbesi, İslam’ın yüceliği, Batıcıların uşak ruhluluğu üzerine nutukları.. Hattâ, Ankara’lı seymenlere nutuk çekerken, Batıcıların hafta tatilini Cuma gününden Pazar’a alacaklarına dair haince duygular beslediklerini bile dile getirmemiş miydi?
*
Mes’ele, demokrasinin günlük uygulamasında değil, ideolojik temelinde..
Böyleyken, Öcalan’ın çağrısı üzerine, hem de ‘Demokratik İslam’ adını taşıyan bir kongrenin yapılabilmiş olması üzerinde durulmalıdır.
Çünkü, mes’elenin özünde demokrasi kavramı bulunmaktadır. Demokrasinin günlük uygulaması değil problem.. Tersine, ideolojik temelidir.. Ve, demokrasinin ideolojik temelinin, halkın iradesi her türlü iradesi demek olmadığı unutulmamalıdır.
Çünkü, ideolojik ve fikrî temelinde demokrasi, kesin, mutlak doğru diye bir düşünceye yer vermez; her şey izafî ve değişkendir.. Demokrasinin değişken olmayan tek temel ölçüsü, bu değişkenlik yapısıdır. Bunun için, sadece İslam değil, temeli itibariyle vahye dayalı hiç bir din de demokrat olamaz. Çünkü, vahye dayalı dinlerin herbirisi de, müminlerine kesin, mutlak doğru olduğuna inanılması gereken ölçüler verirler.
Bakmayınız siz, İsrail rejiminin kapitalist demokrasi dünyasında ‘Ortadoğu’nun tek demokrat rejimi’ diye tanıtılmasına.. Açıkça yalan söyleniyor..
Çünkü, belki de demokrasiyle asla değiştirilemiyecek yığınla temel inanç temellerine sahib olan inanç temellerine dayalı bir rejim olması açısından, dünyadaki’daki hiç bir rejim, İsrail rejimi ve devlet saymak gerekirse, Vatikan kadar, kendi inanç temelerinin kesin-mutlak doğrularına bağlı ve teokratik değildir.
*
‘İsim üzerinde bu kadar durulmamalı..’ diyenler olabilir, ama, öyle değil.. Çünkü bu ismin dikkatle seçildiği anlaşılıyor. Ve bu isimlendirme, mantıken, İslam’ın demokrasi ile sınırlandırılmasını öngörüyor. Yani, demokratik kurallar ne kadar izin veriyorsa, o kadar İslam!
Halbuki, vahy’e dayalı hiç bir din, kendisi dışındaki bir sistem tarafından sınırlandırılmayı kabullenemez, demokrasi denilen sistem tarafından da..
Çünkü, demokrasinin ne olduğu ve olmadığı hakkındaki asıl ölçü, dünyaya egemen güçlerin anlayışları ve dayatmalarına göre şekillenmektedir. Hatırlayalım ki, Sovyetler Birliği dağılmadan önceki dönemde, bütün komünist rejimlerin tahakkümü altındaki ülkelerin ismi, hep, ‘demokratik’le başlıyordu. Kapitalist dünya bu ‘demokratiklik’le alay ediyordu, tabiatiyle.. Ve komünist dünyadakiler de, kapitalist dünyadakilerin demokratik anlayışı ile..
Şimdi, Kuzey Kore dışında, öyle bir isimle anılan herhangi bir komünist rejim kalmayınca, bu isimlendirme epeyce unutuldu ve sanki, kapitalist dünyanın ‘demokratik’ anlayışı tek ölçü gibi anlaşılmaya başlandı.
*
1979 başında, İran’da İslam İnqılabı Hareketi zafere ulaştığında, Şahlık rejiminin yerine kurulacak olan yeni rejimin isminin ne olacağı, temel bir tartışma konusuydu. Henüz ‘velâyet-i faqih’ anlayışı ve kurumunun gündeme getirilmediği günlerde, ‘Biz İslam Cumhuriyeti istiyoruz..’ şeklindeki hedef cümlesi her tarafa yazılmıştı. Bunun İmam Khomeynî rehberliğindeki halk kitlelerinin isteği olduğu, bütün şehirlerin ana caddelerinin duvarlarına arabça, ingilizce, fransızca gibi dillerle de yazılıyor ve böylece bütün dünyaya bir gelecek projesi sunulmuş oluyordu.
O günlerde, Geçici Hükûmet’in başbakanlığına getirilen Mehdî Bazergan ve çevresindeki belirli bir kesim ise, yeni rejimin adının ‘Demokratik İslam Cumhûriyeti’ olması için kamuoyu önünde açık tartışmalar yapıyordu.
Tartışmalar yayılırken, İmam Khomeynî bu duruma karşı sesini yükseltiyor ve, ‘Biz Cumhuriyet’i İslam’la sınırlandırıyoruz; siz ise İslam Cumhuriyeti’ni demokrasi ile sınırlandırmayı teklif ediyorsunuz..’ diyerek bu önerilere ‘Hayır!’ diyordu.
Bu konularda daha dikkatli ve derinlemesine düşünülmesi gerektiği açıktır..
Bu konuya bu kadar değindikten sonra, bir diğer konuya da değinelim..
*
Ve, bazı temel yanlışları da içeren bir yazı..
Son günlerde gittiği İran’la ilgili olarak Yeni Şafak’ta yazdığı makalelerinden, 19 Mayıs tarihli yazısında, ‘İran'da devrim olduğunda her duyarlı Müslüman gibi ben de umutlandım; ama aradan zaman geçince, İran devriminin umutlanmayı gerektirmeyecek kadar 'ulusal' ve 'modern' bir çaba olduğunu, İran'ın önünün küresel sistem tarafından adım adım ve bilinçli bir şekilde açılmaya çalışıldığını gördüm ve tedirgin oldum.’ diyen Yûsuf Kaplan Bey, makalesinde, bazı ilginç iddialarda bulunmuş, şöyle diyor:
‘(....) İran'da 'ümmet bilinci' diye bir şeyin izine bile rastlayamadım. Sadece ilkel bir Fars bilinci ve kibri gördüm. Hem de fazlasıyla...
'Ömer'e lanet olsun!' yazılı çoraplar giyen insanlar var İran'da!
Yuh yani!
İkinci olarak, hayatta İslâm'ın izlerine rastlayamadım. Ezan duyamadım... Cami göremedim...
Üçüncü olarak, ürpertici bir İran bayrağı fetişizmi dalgası var İran'da! Her yer bayraklarla donatılmış!
Saçma!’
Bu iddialar doğruyu ne kadar yansıtmaktadır, üzerinde biraz durmak gerekir..
*
Yûsuf Kaplan kardeşimiz bağışlasın, sanıyorum ki, en azından bazı konularda yanlış bilgilendirilmiş, yanıltılmış..
Bununla, söylediklerini bütünüyle reddettiğim sanılmaya..
Sözgelimi, ’fars kibri’ dediği konu yok mudur İran’da?
Olmaz olur mu?
Ama, fars, azerî, kürd, arab, türkmen, belûç, gilek, tevaliş, qaşgay vs. gibi yığınla etnik unsurları bünyesinde taşıyan bir ülkede, tahrik edilmeye çalışılan etkenlerin de etkisiyle ve özellikle de hâkim unsur durumunda olan fars kavmi başta olmak üzere, her etnik unsurun mensubları arasında, kendini üstün ve diğerlerini aşağılayan lanetli eğilimleri taşıyan kimseler vardır.
Bu satırların sahibi, bu gibi, tahrike müsaid etnik hassasiyetlerle ilgili yanlışlar konusunda gerekli gördüğü ikazları hem özel sohbetlerinde ilgili mercilere, hem de farsça yayınlanan etkili gazetelerdeki sütunlarında yazdığı makalelerinde, bu gibi hassas konuları yıllarca ve defalarca hatırlatmıştır.
Bundan ayrı olarak, şiî -sünnî ayrışımından dolayı, büyük ekseriyeti oluşturan şiî müslümanlarla, azlıkta kalan sünnîler arasından bazı kimselerin birbirlerini karşılıklı olarak tahrik edici şekilde değerlendirdikleri de yeni bir şey değildir.
Ama, bunlar bu sosyal kesimlerin tamamını etkileyecek çapta imiş gibi değerlendirilmesi, sanırız büyük haksızlık olur.
Hâkezâ, ’Ömer yazılı çorablar..’
Ezan duymadığını, câmi görmediğini söyleyen Yûsuf bey kardeşimiz, Ömer yazılı çorabları nasıl görmüş; yoksa bu durum, ona özellikle mi gösterilmeye çalışılmış..
(Bu vesileyle belirtilmeli ki.. Tabiatiyle, şia tarihi açısından, bazı özel isimlere kin ve nefret besleyen kimseler yok mudur? Hattâ, pasaport kontrollerinde bile, İslam tarihindeki çok önemli ve etkili yerleri bulunan bazı şahsiyetlerin isimleriyle karşılaşınca istihza ile gülümseyen ve söylenen saygısız tavırlar yok mudur?
Vardır elbette..
İnqılab Rehberi Ali Khameneî ve şiî ulemâdan diğer bazıları, zaman zaman ’Ehl-i sünnet’in saygıyla andığı isimlere saygısızlık yapılmaması’ için uyarılar yapmakta, ama, bunların yetersiz olduğu görülmelidir.
Ve şiî müslümanlar bazı isimler konusunda taşıdıkları bazı düşmanca refleksleri artık terketmeliler.. Ve bu taassubu kıracak olan da bizzat ulemâ’dır, ama, bugünkü yöntemlerle sadece lafzî bir takım ikazlarların bu alanda yeterli olmadığı görülmeli-anlaşılmalıdır.)
Yûsuf Bey kardeşimiz, İran’da ’ezan duymadığı, câmi görmediği’ gibi bir iddia da bulunmuş.. Şia fıqhına göre, ikindi namazları öğle ezanı ile, yatsı namazı da mağrib / akşam ezanı ile birlikte kılınabildiğinden; öğle ezanını da, günlük hayatın yoğun gürültüleri arasında duymamış olabilir belki.. Ama, akşam ve sabah ezanlarına gelince.. Onu nasıl duymamış, bilemem.. Herhalde bulunduğu mekanlar bu ezanların duyulmadığı yerler olsa gerek.. Kaldı ki, ’ezan’ların radyo-televizyonlardan da yayınlandığı (sanırım, hâlâ da devam ediyordur), bir ayrı konu.. (Bu arada, ezanların geceleri, hastaları ve çocukları rahatsız etmiyecek şekilde okunması için verilen fetvâları da hatırlamakta fayda vardır.)
Ama, câmi (ya da, İran’daki kullanım şekliyle) /mescid görülmemiş olması?!
Elbruz Dağı’nın eteklerinde uzanan düz bir ovada kurulu ve 250 senelik bir geçmişi olan Tahran’da, doğrudur ki, İstanbul’da olduğu gibi, her tepesinden bir görkemli tarihî cami siluetinin yükseldiği gibi manzara sözkonusu değildir. Ama, bünyesinde irili-ufaklı yüzlerce mescid bulunan Tahran’da mihmandarının kendisini en azından, Huseyniye-i İrşad’a, yapımı yeni tamamlanan Musalla Mescidi’ne, Mescid-i Kuba ve Mescid-i Narmek’e ve Radyo-Televizyon (Câm-ı Cem) kurumu yakınında İnqılab sonrasında zarif mimarîsiyle yükselen Bilâl-i Habeşi mescidi başta olmak üzere, câmileri ve mescidleriyle ve daha bir mütedeyyin sosyal yapısıyla ayrı bir mekan (ve Tahran’ın asıl merkezi) olan Şehr-i Rey’e, Güney Tahran’daki tarihî ve görkemli Sipehsalar ( Mutahharî) külliyesine, günlük ticarî hayatın en dağdağalı merkezinde bulunan Mescid-i Lalezâr’a, Mescid-i Bazaar’a ve kuzeyde dağın eteğindeki Tecriş mıntıkasındaki mescidlere ve (merhûm İmam Khomeynî’nin on yıla yakın süre, yanıbaşında ikamet ettiği) Cemârân Mescidi’ne götürmemiş olması teessüfe değer..
Diğer şehirlerde birkaçı büyük olmak üzere, irili-ufaklı yüzlerce mescid vardır.
Yûsuf Bey kardeşimizin gittiği ve hayran kaldığını yazdığı İsfehan’da onca tarihî ve güzelim mescidleri görmemiş olması da imkânsız bir şey olsa gerek..
Yûsuf kardeşin, ’bayrak fetişizmi’ sözüne gelince..
Bu sözün, en azından o bayrağın üzerindeki yazılar hasebiyle söylenmemesi temenni olunurdu. Çünkü, o bayrakda, ortadaki sembolik şekil, ’Lailaheillellah’ yazısıdır ve orta şeridin alt ve üstünde ise, İnqılabın zafer günü olan 22 Behmen (11 Şubat) gününe işaret olmak üzere, kufî hat ile yazılı 22 adet ’Allah’u Ekber’ yazısı bulunur. Böyle bir bayrak konusunda, fetişizm ifadesi epeyce ağır kaçmış..
Kaldı ki, eskiden böyle bir bayrak tutkusu yoktu ve, Türkiye’deki bayrak tutkusu biraz da şaşkınlıkla karşılanırdı.
Bu yeni durum ise, sanıyorum son zamanlardaki bazı kıpırdanışlara karşı bir tepki olarak gelişmiş olmalı.. Çünkü, daha geçenlerde, bugünkü bayrağa karşı Şah zamanının bayrağı olan ve elinde kılıç tutan bir arslan (şîr) ve güneş (khurşid) ve tâc şekillerini taşıyan ’şir-i hurşid’ bayrağına tâcsız olarak dönülmesi yolunda çağrı yapan etkili isimler bile olmuştu.
*
Yûsuf Kaplan Bey’in bu konudaki yazılarında değindiği diğer hususlar, nihayet, stratejik açıdan değerlendirmelerdir.
haksöz