Kur’an ayetlerinin insan psikolojisine yönelik inceliklerini anlamanın çok önemli olduğuna inanıyorum, iki. Yani bu ayetler beni – bizi benden – bizden çok daha iyi tanıyan bir Kudret’in hangi durumda nasıl davranacağımızı bilerek belirlediği ölçüleri ihtiva etmektedir, dolayısıyla hangi davranışı seçersek seçelim içimizdeki duygular okunuyor, biliniyor, bize ona göre davranılacak.
“Davranışların değeri özündeki niyete göre karşılık bulacaktır.”
Yargılama, yani adalet alanı, yani hak belirleme, hak paylaştırma… insanoğlunun en riskli tercih alanlarından birisidir. Hazreti İbrahim “Allah diriltir, öldürür” dediğinde Firavn, herhangi birisine yönelik öldürtme – öldürtmeme hükmünü verebileceğini ima anlamında “Ben de diriltir öldürürüm” diyor. “Ben sizin en yüce Rabbinizim” ifadesi de ona ait. Kendinizi Tanrı yerine koymayacaksınız yargılarken, her türlü kararınızda yarın Tanrı huzuruna çıkacağınız bilinciyle hareket edeceksiniz.
Bu iki temel yaklaşımı önemseyerek yola çıktığımızda Maide suresinin 8’inci ayetinde geçen “Bir topluluğa duyduğunuz kin sizi adil davranmamaya itmesin” çağrısı bize çok temel bir hayat disiplini verir. Ayetin devamında “Adaletli olun… Allah’a isyandan sakının. Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilmektedir.” ifadeleri yer alır.
Bu ayetin bize öğrettiği şudur:
-Yargılarken kin ile hareket etmemek.
-Bu işin bir “Allah’a isyan” boyutu olabileceğini hatırda tutmak.
-Allah’ın yaptıklarımızı bildiğini unutmamak. Şu ayet bu anlamda çok sarsıcıdır:
“Allah’ı sakın zulmedenlerin yapmakta olduklarından habersiz sanma, onları yalnızca gözlerin dehşetle belireceği bir güne ertelemektedir.” (İbrahim suresi, 42)
Bunlar adalet konusundaki ilahi hassasiyetlerdir.
Ancak seküler dünyanın yargı alanı da bu ilahi hassasiyetlere yabancı değildir. “Evrensel hukuk kuralları” dediğimiz alan da, adaleti arar. Öfkenin, kinin, kişisel yakınlık – uzaklık duygularının, siyasi kanaatlerin, çıkar ilişkilerinin, adaletin terazisini etkilememesini gerekli görür. Yargıtay onursal başkanı sayın Sami Selçuk’un “Yasa maddesine işkence yapan yargıç” gibi muhteşem bir tanımlamayla bu konuya temas eden, “yargıç, kendi inançlarına, ideolojilerine karşı da bağımsız olmalı, nesnel kararlar verebilmeli, kendi kişilik dünyasından sıyrılabilmeli.” ifadelerini daha önce paylaşmıştım. (Karar, 15 Mart 2020)
Bizde yargıyı ana mecrasından koparan temel etkenlerin başında “siyasi iktidarlar”ın tavrı gelir. Olağanüstü dönemler hukuku “kin odaklı yargılama” örnekleri ile doludur. Uzak tarihi, Osmanlı dönemini geçiyorum, yığınla örnek sayılabilir…. Cumhuriyet döneminde yaşanan olağanüstü uygulamalarda, “Devlet kinleri” diye niteleyebileceğimiz kitlesel adaletsizliklere tanık olunmuştur.
Kin var mıdır gerçekten, herkes kendi yüreğine bakmalıdır. İstiklal Mahkemeleri, Yassıada Mahkemeleri, 12 Mart, 12 Eylül Mahkemeleri, 28 Şubat, Ergenekon, Kürt siyasetçilere yönelik davalar ve günümüz FETÖ davaları…
Kin ile adaleti ayrıştırdığınızda ne kadar gerçek suç vardır, ne kadar öfke ve kinin yönlendirdiği ve yargıyı hesaplaşma aracına dönüştüren zemin…
Yargı en çok siyaset alanında hesaplaşma aracı haline gelme potansiyeli taşıyor. Ve bunu, kim gücü eline geçirirse araç olarak kullanıyor.
Sayısız kurban var Türkiye’de bu alanda. Her çevreden. Milli mücadeleyi birlikte verenler sonra bir hesaplaşma içine girmişler ve yargı kullanılmış. Başbakan asmışız. Cumhurbaşkanını sürgüne göndermişiz, yargı marifetiyle. Başörtüsüne kin duymuş, yasak koymuşuz, yargıyı kullanarak.
PKK da “yargılayıp infaz uyguluyor” bunu biliyoruz. “Örgüt içi infaz” denilen şey. O illegal örgüt. Biz, devlet olarak yapıyoruz bunu. Sonra son 18 yılın uygulamaları…
Bunların bir kısmından, mağduriyetler acı ölümlerle sonuçlandıktan yıllar sonra bir tür af dilendiği biliniyor. Bir kısmının hesabı ise “Mahşer”e kalmıştır.
İçinde “mahşer” diye bir inanç odağı bulunanlar, yapıp ettiklerinin “görüldüğünü, kaydedildiğini, yarın huzura çıkacağını, savunma isteneceğini” bilirler.
Orada arı – duru bir yargılama vardır. Aslında herkes, nihai planda oraya havale ediyor gerçek adalet beklentisini. Ama bir gün mağdur olan gücü ele geçirdiğinde mağduriyetlere yol açmanın da o güne havale edildiğini unutuyor. Bu da insanın zaafı. Unutma zaafı.
“Bir tür affı” konuşuyoruz ya… Bu arada öfkelerimizin ve kinlerimizin etkilediği alanlardaki “Adalet sapmaları”nı düzeltme fırsatı da geçmiş oluyor elimize. Bu fırsatı değerlendirmek de nasip meselesi. “Mahşer”e bırakmamak… Oradaki hesaplaşmanın ne getireceğini kim bilebilir ki?