Devrim’i yürütemedik... Bari, bu “devrimler” başarıya ulaşsın!

Hasan Karakaya

Geçen hafta için; “Devrim’i gerçekleştiremedik ama, 2 devrim birden gerçekleştirdiğimiz hafta” dersek, herhalde abartmış olmayız...

Öyle değil mi?..

1961 yılında yaptığımız “otomobil”in adını “Devrim” koyduk ama “Garp kafasıyla araba yapıp, şark kafasıyla deposuna benzin koymayı unuttuğumuz”(!) için yürütemedik, böylece birilerinin ekmeğine yağ sürdük...

BENZİN KOYMAYI UNUTUNCA!

Olayı herhalde biliyorsunuz…

“Devrim” adı verilen otomobil, TCDD Eskişehir, Ankara ve Sivas demiryolu fabrikalarının işbölümü ve işbirliği ile, projesi dahil dört adet prototip olarak, dünya rekoru sayılabilecek dört ay gibi kısa bir zamanda, 30 civarında mühendisin ve yardımcılarının gece gündüz çalışması suretiyle imal edilmişti.

29 Ekim 1961 sabahı, standartlara uygun yol tecrübelerine bile yeterli zaman bulamadan, iki Devrim otomobili, gardan TBMM’ye devlet başkanını almaya gitmişti. 

Cemal Gürsel’i alan Devrim’in, 200 metre kadar gittikten sonra durması üzerine arkadan gelen ikinci Devrim’e binilmiş ve devlet başkanı Anıtkabir’e, oradan da Hipodrom’a Ankara sokaklarında halkın alkışları ve sevinç gözyaşları arasında Devrim’le gitmişti. Benzini biten öteki Devrim, benzin ikmali yapılarak korteji takip etmişti...

Projenin sahibi şükrü Er, “Ne yazık ki” diyor, 

“Olayı açıklamak üzere birçok defalar basın toplantıları yapmama rağmen, basının ‘yerli araba yolda kaldı’,‘Devrim 200 metre gidebildi’ gibi sloganlarla ve karikatürlerle verdiği idam fermanının imajını silmek mümkün olmadı.” 

Denemenin yapıldığı o gün, kim bilir hangi hâin niyetlerle deposuna az benzin konulan ilk yerli üretim otomobilin durması, Gürsel arkadan gelen ikinci Devrim’e geçip turunu eksiksiz tamamlamış olsa bile, basın tarafından projenin öldürülmesi için yeterli bir görüntü oluşturmuştu!..

“Devrim” ne ki;

Aslında biz “Devrim”den yıllar önce bir başka “devrim” yapıp, Türkiye’de “sinema salonu” bile yokken “uçak” imal etmiş hatta “ihraç” aşamasına gelmiş, ancak “ihanet”ler yüzünden “Boeing” yapmayı elinin tersiyle itmiş bir milletiz!..

Dünkü Ayna’da, bunun “ayrıntı”larını kısaca izah etmeye çalıştık...

ÜÇÜNCÜ HAVAALANI

Aradan “yarım asrı aşkın bir süre” geçtikten sonra, geçen hafta “iki devrim” birden yaptık...

Bunlardan birincisi; “dünyanın en büyük havaalanı” olacak olan “İstanbul’un 3. Havaalanı”nın geçtiğimiz Cumartesi günü temelinin atılması, ikincisi de, “Kürt Anneler” tarafından başlatılan ve özü itibariyle “Çocuklarımızı geri ver PKK” demek olan “barış eylemi”dir!..

“Dünyanın en büyük havaalanı”na start verilmesi, bir “devrim”dir...

Başbakan Erdoğan öyle dedi ya;

“Biz sadece bir havalimanı değil; bir zafer anıtı, milletin özgüvenini inşa ediyoruz...

İstanbul, tarihi günlerinden birini yaşamakta ve ben de buna şahitlik etmenin bahtiyarlığını yaşamaktayım... Türkiye Cumhuriyeti; kurulduğu günden bugüne kadar, 91 yıl içinde nice büyük yatırımlara, nice büyük projelere şahitlik etti... Ancak bugün temeli atılan proje, 91 yıllık süreç içinde çok farklı bir yerde duruyor...”

Evet, çok eserler yaptı Türkiye...

Ama “3. Havaalanı”nın yeri başka... Bu havaalanı, “devrim” niteliğinde bir eser!..

KÜRT ANALARIN EYLEMİ

“Kürt anneler”in Diyarbakır’da gerçekleştirdikleri “eylem” de, Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay’ın ifadesiyle bir “devrim”dir...

Evet; “hain bir el” yüzünden “Devrim Otomobili”ni yürütemedik ama, hem İstanbul’da, hem de Diyarbakır’daki “devrim”leri yürütecek ve hedefe varacağız inşallah...

Geçen hafta Diyarbakır’da; “Kürt Analar’ın evlâtlarına sahip çıkma” eyleminin yanı sıra, bir de “Çalıştay” düzenlendi... “Yeni Türkiye’nin Açılan Kilidi: Çözüm Süreci Çalıştayı” adlı bu çalıştay da, “Türk-Kürt barışı” konusunda atılmış çok önemli bir adımdır!..

Akit olarak biz, hem “Kürt anaların eylemi”ne, hem de “Çalıştay”a özel bir önem verdik ve dikkatleri Diyarbakır üzerine çekmeye çalıştık...

Anaların eylemlerine, en başından beri geniş yer ayırdık... Eylemlerin haber ve fotoğraflarını kâh “manşet”imizden, kâh “sürmanşet”imizden duyurmaya çalıştık...

Bazı BDP’li vekiller;

“Anneler İstihbarat’tan para aldığı için eylem yapıyor” dese de,

Bazıları;

“Örgüte katılmışlar, daha ne istiyorsunuz?.. O çocuklar zorla götürülmedi, kendileri gitti” dese de; Akit olarak biz, “Çözüm Süreci’nin başarıya ulaşmasını” istiyor, bu yüzden de, “kendini bilmezler” tarafından sergilenen “provokatörlük”lere itibar edilmemesi gerektiğini düşünüyoruz!..

Zira;

“Silah”tan, “barut”tan ve “kan”dan beslenen provokatörler her zaman olacak ve bunlar “terörle sağladıkları saltanat”larının devamı için, sürece taş koymaya çalışacaklardır!..

Dolayısıyla;

Hiç kimse, “siyasetçi” kılığına girmiş bu “vesayetçi”lere itibar etmemeli, kulağını “Kürt halkı”na vermelidir...

Kürt halkı, “çocuklarına sahip çıkan eylemleri” ile “barış”tan yana tavır koymuş ve hem BDP’ye, hem PKK’ya rağmen “çözüm” istemeye başlamışsa, kulak verilmesi gereken onlardır!..

TERÖR ÜZERİNDEN MEŞRUİYET!

Bu süreç, “Eski Türkiye” ile “Yeni Türkiye”nin farkını da ortaya koymaktadır... “Eski Türkiye”de, sistem “Kürt meselesi” denildiğinde, sadece “PKK’ya” bakmış, yani bir anlamda “düşman”ını belirleyip, meseleye “güvenlik” boyutundan bakarak, “dağları-taşları bombalamış” ve böylece kendi ömrünü uzatmıştı!..

Meseleye “güvenlik” penceresinden bakılınca, olayın “insanî, siyasî, iktisadî ve toplumsal” boyutu hiç umursanmamış, Güneydoğu halkı “Kürt” olarak değil, “terörist” olarak görülmüştü!..

İşin ilginç tarafı;

“Askerî vesayet” rejimi de, “PKK’nın sağladığı meşruiyet” üzerinden gücüne güç katarken, PKK da bunu fırsat bilmiş ve “silahlı mücadele”nin sağladığı kestirme yoldan, “Kürt siyasî hareketi içerisinde hegemonya ve saltanatını kurmuş”tu!..

Yani; Türk’ün iradesini “askerî vesayet”, Kürt’ün iradesini de “PKK vesayeti” gaspetmiş, bu ikili; yıllar boyunca, birbirlerine “meşruiyet” kazandırmışlardı!..

Ama, böyle gitmezdi...

Gitmemeliydi!..

Çünkü Türkiye; 1980’lerin, 1990’ların Türkiye’si değil, “lider ülke” olma yolunda ilerleyen “Yeni Türkiye” idi ve artık “sorunlarıyla yüzleşiyor”du!..

PKK-BDP çizgisi, “Çözüm Süreci”nde nihaî hedefe ulaşılabilmesi için üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmeli, “ayrışma” siyaseti yerine “anlaşma” yolunu tercih etmeli, “provokatif açıklamalar” yapmaktan vazgeçmelidir!..

Selahattin Demirtaş’ın; bugün “Anti-Erdoğan Cephesi’nin yıldızı ve kahramanı” olması, belki “popüler” olmasını sağlayabilir, onu bir yerlere taşıyabilir ama onu “lider” yapmaya yetmez... Hele hele, “kalıcı” olmasını hiç sağlamaz!..

Dahası; “Çözüm Süreci’ni sekteye uğratacağı” için, asla hayırla anılmaz!..

BAŞKA TÜRKİYE YOK!

Dolayısıyla; sadece Selahattin Demirtaş’ın değil, tüm “Kürt siyasetçiler”in, “üzerlerindeki tarihî sorumluluğun bilinciyle” hareket etmeleri ve “Çözüm Süreci’ni ve Türkiye’nin geleceğini heba etmemeleri” gerekir!..

Demirtaş ve diğerleri bilmelidir ki;

“Anti-Erdoğan Cephesi”nde buluşanların tamamı “Çözüm Süreci”ne, yani “Türk-Kürt barışına düşman”dır!..

Onların “Erdoğan düşmanlığı”nın temelinde “Çözüm Süreci’ne düşmanlık” vardır!..

BDP’liler bu oyuna gelmemeli, bu tuzağa düşmemelidir... PKK da, eğer gerçekten “barış” istiyorsa, sürece zarar veren; “yol kesme, adam kaçırma, haraç alma” gibi “şiddet eylemleri”ne bir an önce son vermeli ve bilmelidir ki; “Güvenlik güçlerinin tepkisizliği zaaftan değil, insanî ve hukukî hassasiyetten”dir!..

Herkes aklını başına almalı,

Ve bu “devrim”ler yürümelidir!

Zira, başka Türkiye yok!..

Selâm ve saygılarımızla...

yeniakit