Suriye'de Baas rejiminin ve (Baba-Oğul) Esed Hanedanı'nın 43 yıllık kanlı diktatörlüğü altında ortaya çıkan dehşetli manzaralar hiç de şaşırtıcı görülmemelidir..
Çünkü, bizim kültürümüz de buna müsaid, yazık ki.. Hele Irak ve Şam diyarları, İslam tarihinin ilk yarım asrından itibaren, en kanlı iktidar savaşlarının geçtiği coğrafyalar olmuştur, asırlar boyu. Bu diyarlarda, hele de son 40-45 sene boyunca, Baas ideolojisine ve Baas partilerinin kanlı diktatörlüğüne bağlı Saddam Huseyn ve Hâfız Esed yönetimleri altında akıtılan kanlar ve eritilen canlar üzerinde kesin rakamlar söylemek zor ise de, onbinler değil, yüzbinler gitmiştir bu cinayet mekanizmalarının çarkları arasında.. (Bu iki kan içici liderin tahakkümündeki iki ülke de 1968-70'lerde aynı zaman diliminde Baas ideolojisinin pençesine düşmüş olmasına rağmen; en başta da, Baas Hareketi'nin ve arab diyarları liderliğinin kimin uhdesinde olması noktasından kaynaklanan bir ihtilaf yüzünden birbirlerine düşman olmuş; on yıllar boyu ayrı düşmüşlerdir. Ya bir de birlikte olsalardı, kimbilir daha ne kadar şerûr olurlardı..) Şimdi de, Irak'da Amerikan emperyalizminin direkt entrikaları ile, Suriye'de de Beşşar Esed'i destekleyen emperyalist güçler eliyle, kan akmaya, akıtılmaya devam olunuyor..
*
Bu vesileyle bazı bilgilerimizi kısaca tekrarlayalım..
İslam Hukuku'nda bir (hududullah da denilen) had cezaları vardır -ve bunlar 7-8 kalemdir- ve bir de 'tâ'zir cezaları..'
'Had cezaları' Kur'an'da belirlenmiştir, onlar anlaşılma ve uygulanmasında tefsir farklılığı olsa bile, temelden değiştirilemez, kaldırılamaz,..
'Hududullah' dışında olup, Hükûmet etmekten kaynaklanan ve bir toplum düzenini yönetmek için gerekli görülen müeyyidelere, yaptırımlara ise, 'tâ'zir cezaları' veya 'tâ'zir-i hükûmetî' denilir.. Bu cezalar, içinde bulunulan zaman veya mekânın şartlarına ve hükûmet eden güç odaklarının takdirine göre, af ile idâm arasında geniş bir yelpaze oluştururlar..
Problem de buradan başlıyor..
Resul-i Ekrem (S) dönemi, her müslüman için ideal örnektir.. Ondan sonraki ve Khulefâ-y'i Râşidiyn diye anılan 4 Halife Dönemi de, bazı tadsızlıklar, kırgınlıklar olsa bile, -bizzat Hz. Ali'nin de kendisinden önceki 3 Halife'nin yanında daima bir bilge ve danışman durumunda bulunmasından da anlaşılacağı üzere-, o dönemde büyük çapta tartışma konusu olmayıp, daha sonra meydana gelen acı hadiselerin, ümmet arasında meydana getirdiği kalbî, hissî ve fikrî kopmaların etkisiyle, hadiseleri 'maqable şâmil' hale getirerek yorumlama usûlüne bağlanınca, Hz. Resul-i Ekrem (S) dışındaki herkesi suçlama eğilimi müslümanları farklı noktalara getirmiştir.
Kendisinden önceki iki Halife gibi, Hz. Ali'ninde katledilmesinden sonra ise, İslam Milleti, yönetim tarzı olarak, yazık ki, hak ve adalete göre bir müslüman toplum yönetimi yerine; kaba kuvvete, kılıç ve servet gücüne göre şekillenen bir yönetim tarzı olan saltanat sistemine geçmiştir..
Özellikle kamu hukuku anlayışımız da genel olarak bu yapıya göre şekillenmiştir..
Kimse, hükûmet mevkıinde bulunanların ümmeti hangi hak ve yetkiye dayanarak yönetmekte olduklarını sorgulayamaz hale gelmiş ve sorgulayanlar ise, âsî ve bagî sayılıp, kelleleri uçurulmuştur.. İslam'ın yorum tarzı olarak ortaya çıkan öyle mezhebler vardır ki, hükûmet'e itiraz etmek ve itaatsizliğini bildirmek üzere silahlı olarak bir yere toplananları ezip geçmenin Sultan'ın hakkı olduğunu tanımışlardır.. Dahası, bazı mezhebler ise, 'itirazcıların silahlı olmasına gerek yoktur, itaatsizliklerini bildirmeleri yeterlidir, toptan itlaf olunurlar..' bile demişlerdir.
Nitekim, İslam hukuku adına, Şeriat-i Garrâ-y-ı Ahmediyye, Yüce Şeriat adına ve de 'şeriatin kestiği parmaz acımaz..' özdeyişinde ifadesini bulan bir uygulama asırlarımızı kaplamış ve
hükûmet etme hukukunun kaçınılmaz neticesi olarak ve 'tâ'zir-i hükûmetî' cezalarını benimsemişlerdir.
Şöyle düşünelim ki, 13 asır içinde hükûmet hukuku üzerine, Mâverdî'nin 'Ahkâm-us'Sultâniye' (Sultanlık Hükümleri) ismini taşıyan eseri, bu alanda, en derli toplu şekilde yazılmış kitab olarak kabul edilmiştir.. Halbuki, İslam'ın ilk döneminde, halka, zorla tahakküm etmek (sulta) ve o zorbalığı bir usûl olarak benimseyen saltanat sistemi ve sultanlık yoktu..
Ama, Hz. Ali'nin katledilmesinden sonraki 13 asrımız, yazık ki, hep sulta ve saltanat sistemlerinin ve sultanların resm-i geçidi halindedir..
Arada, bir takım iyi yönetici şahsiyetler çıktıysa, bu durum, o istisnaî kimselerin kendi fıtrat ve şahsîyetlerinin özelliklerinden, fazîletlerinden dolayıdır; o sistemlerin sulta'ya, zora, zorbalığa dayandığı gerçeğini değiştirmez.
*
Bu vesileyle bir tarihî anekdotu da aktaralım: Bilindiği üzere, Padişahlık, krallık, meliklik makamının herhangi bir şekilde boşalması halinde, onun yerini hemen doldurmak üzere, önceden belirlenen kişiye Veliahd denilir.. Böylece, yönetim- otorite boşluğunun meydana gelmesi ve şehzâdeler arasında taht kavgaları önlenmiş olur..
120 yıl öncelerde, Osmanlı şehzâdelerinden birisinin veliahdlik makamına getirildiği açıklanınca, yeni veliahd, bir 'Cuma Selâmlığı'nda Şeyhulislâm'a yaklaşır ve 'Efendim; yeni vazifemi biliyorsunuz, İslam'da veliahd'in hukuku, (hakları, yetki ve sorumlulukları) nedir?' deyince, Şeyhulislam Efendi, Veliahd'i kenara çeker ve 'Efendim, İslam'da Veliahdlik yoktur ki, hukuku olsun.' der..
Ama, ne yaparsınız ki, asırlarımız, hukuk diliyle 'de facto / fiilî' duruma göre şekillenen bir hukuk anlayışı içinde geçti; bütün herşeyin hak-hukuk anlayışına göre şekillenmesini esas alan 'de jure' anlayışına göre değil..
*
Zulüm düzenlerine, yine İslam adına, itaat çağrılarının yapılması..
Bugün de, hemen hemen bütün müslüman coğrafyalarında, ismi saltanat olsun veya olmasın, özü itibariyle sulta'ya zorbalığa dayalı rejimlerin işleyişinde de bu durum geçerli değil mi?
Ve bu rejimlerin hizmetinde olan nice ulemâ var ki onlar da, kapıkulluğu yapıyorlar ve iktidar sahiblerine İslam Şeriati adına cevazlar üretiyorlar..
Nice İslam ulemâsı da, 'nizâm-ı âlem dâvası' adına asırları dolduran yığınla örnekte olduğu gibi, bu son dönemde de aynı yolu tercih etmediler mi?
1962'de 130 yıllık Fransız emperyalizminin pençesinden siyasî bağımsızlığını kazandığı kabul olunan ve amma, sosyalist -laik bir rejimin pençesine düşen Cezayir'de, 1992 başında Abbâs Medenî liderliğindeki İslamî Selâmet Cebhesi 'FİS' (Front Islamique Salvation), o diktatörlük rejiminin koyduğu kurallar içinde yapılan seçimleri, yüzde 85'lik bir halk desteğiyle kazanınca, hemen o gece, laik generaller emperyalist merkezlerin desteğiyle darbe yapıp seçimleri ve sonuçlarını gayrimeşrû' ilan etmişlerdi.. Dünya, bu zorbaları alkışlıyordu.. Ama, daha acı olan, onların bu darbesini meşrû' göstermeye çalışan 5-6 kişilik bir ulemâ ekibinin, televizyonlarda zorbalığa itaati sağlamak için, devlete karşı gelmenin haram ve ona isyan edeni de âsi ve bagî durumuna düşüreceğine dair izahlar, te'viller, rivayetlerle ahkâm üretmeleriydi ve halkı sindirmekte oldukça da etkili olmuşlardı. Çünkü, onlar halkı, 'dünyanız harâb olduğu gibi, bir de Âhiretiniz de harâb olmasın..' diye korkutuyorlar, sindiriyorlar, teslim alıyorlardı.. Onbinlerce insan öldürülürken, kıt imkanlarla ve çok iyi planlanamamış usûllerle de olsa, müslüman halk, iktidarı zorla ele geçiren zorbalara, tâgûtlara karşı insan hak ve haysiyetini savunmak mücadelesi veriyor ve ekranlarda ise, birkaç kapıkulu ulemâsı, halkı İslam adına, zâlimlere itaate çağırıyordu..
*
Bugün Suriye'de olanlar da bu çerçevede değil mi?
Orada da nice anlı-şanlı ulemâ, diktatörlere itaat için İslam Şeriati'nden hükümler üretmediler mi?
Ki, birkaç sene önce vefat eden Şeyh Ahmed Keftarû, kendisini Suriye Başmuftîliği'ne getiren Hâfız Esed ve rejimine karşı çıkmanın haram olduğunu bu satırların sahibine 30 yıl öncelerde öylesine ateşli şekilde anlatıyordu ki, insanın kahrolmaması elden gelmiyordu..
*
Bu durum bugün de devam ediyor..
Önce şunu belirtelim ki, her nerede olursa olsun, kadın-çocuk, savunmasız halk kitleleri demeden, herkesi öldürenler, her kim olurlarsa olsun, ne adına yaparlarsa yapsınlar, cinayetkârdırlar..
Yüzlerce kadın, çocuk, ihtiyar, savunmasız sivil insanın öldürülmesi, kör ve vahşî bir boğuşmadır, kim tarafından yapılırsa yapılsın, asla sempatiyle karşılanamaz, mâzur göstermeye çalışılamaz..
Ama, ömrü 45 yıla varan mevcud Baas rejimi ve (Baba-Oğul) Esed Hanedanı'nın meşrû' sayılması, vâcib-ur'riayeh.. (riayeti ve itaati farz olan bir otorite) olarak gösterilmesi ve bunu ister ulemâ kesiminden olsun, ister başka bir kesimden bazı müslümanların da yapması, bütün bu cinayetlere ortaklık etmektir..
Pek çok müslüman coğrafyasında olduğu gibi, Suriye'de de yarım asra yaklaşan bir süredir, bir Baas ideolojisi ve Baas Partisi diktatörlüğü ve (Baba Hâfız) ve (Oğul Beşşâr) Esed tarafından temsil olunan ve Suriye halkının ancak yüzde 12'lik bir küçük azlığına dayanan bir hanedan hüküm sürmekte iken..
Bu diktatörlüğün, hangi hakla, hangi şer'î yetkiyle bir halkı bunca zamandır esir almasının mantığı üzerinde durmaksızın, dünyadaki siyaset dengelerine ve de şu veya bu devletlerin stratejik hesablarına göre, bu cinayetleri mazûr gösterme yarışına çabasına kalkışan nice müslüman insanlarımız var ki, asıl bu durum, en azından, Suriye halkı kadar, diğer yerlerdeki müslüman halkları da vurmakta, bugün..
Müslüman halklar, zulüm iktidarlarını sahiden de destekliyor mu?
'Efendim, Suriye halkı, Beşşar'ı destekliyor.. Biz ona git diyemeyiz..' deniliyor..
Bu sözü, sadece Rusya Dışbakanı Sergey Lavrov söylemiyor, nice müslümanlar da söylüyor!.
Unutulmasın ki, Libya'da Gaddafî devrilmeden iki hafta kadar önce, başkent Trablus'da 150 bin kadar insan Gaddafî'yi desteklediğini ortaya koyuyordu güya, bir mitingde..
Gaddafî devrildiği zaman ise, aynı meydanda, 300 bin insan, sevinç gösterileri yapıyordu!..
İktidarda olan ve hele de zor kullandığı, kan dökmekten asla kaçınmadığı tecrübeyle sâbit olan bir rejimin, yönetilen halk tarafından ne kadar desteklendiğinin kesin belgesi, o iktidar devrilmedikçe nasıl ortaya konulabilir?
İran'da, 1981-1997 arasında İİC'nin nice şerr güçlerle boğuşurken verdiği savaş yıllarında ve sonrasında, o en çetin ânlarda, 16 sene Dışişleri Bakanlığı yapan ve hâlen İnqılab Rehberi'nin uluslararası siyaset konularındaki danışmasını vazifesini sürdüren Dr. Ali Ekber Velayetî de, 17 Temmuz günü Tahran'da toplanan Bağlantısız Ülkeler Konferansı'nda yaptığı (ve tabnak.ir'de de yayınlanan) konuşmada şöyle diyordu:
'Kesin olan şudur ki, Suriye devleti bu ülkedeki kanunî ve meşrû bir hükûmet olup, eğer muhaliflerin bir sözü varsa, Suriye devletiyle, barışçı bir şekilde müzakereye oturmalılar..'
*
Bu sözleri söyleyen zât, 33 yıl öncelerde, Şah ve avanesi de aynı çağrıyı yaptıklarında, 'Biz tâgûtlarla müzakereye oturmayız..' diyen bir inqılabî iradeyi ortaya koyan bir halkın parçası değil miydi? Ve o İnqılab hareketi, o zamanlar, sadece müslüman halkların değil, dünyadaki bütün mazlum ve mustez'af halkaların yanında yer almak gibi bir şiarı yükseltmiyor muydu? Şimdi, Suriye Baas rejimi ve Esed Hanedanı'nın 40 küsur yıllık diktatörlüğü mü mazlum ve mustez'af, yoksa?
Velayetî, geçen hafta, Tahran'da yapılan İslamî Uyanış Hareketleri Genel Kurulu toplantısında da, (Tabnak'ın 13 Temmuz tarihli bülteninde yer aldığına göre), Ortadoğu'da hiç bir ülkenin İran kadar nüfuz sahibi olmadığına dair kanaatlerini dile getirdikten ve, Mısır ve Tunus'da devrilen rejimlerin yerine gelenlerin, bu ülkelere yıllarca yatırım yapmış olan Amerikan emperyalizminin ve siyonizmin planladığı kimseler olmadığını kabullendikten sonra, sözü Suriye üzerine getirerek, -aynı şekilde Suriye'de de müslüman halkın, emperyalistlerin beklemediği İslamî eğilimleri ortaya çıkarabileceğini gözönüne almaksızın-; 'Bu şartlar altında, onlar, siyonistlere karşı ön-cebhe teşkil eden Suriye'de, bir buhran meydana getirmek ve bölgeyi ateşe vermek ve İslam Ümmeti'nin tek parça olmasını engellemek istiyorlar. Çünkü, Ortadoğu, İslam Ümmeti'nin kalbi mesabesindedir..' diyordu..
İyi de, insan soramadan edemiyor; -İran halkının siyasî sözlüğüyle söylemek gerekirse,- yarım asırlık bir Suriye Şahlığı ayakta tutulmaya çalışarak mı, İslam Milleti'nin birliğine hizmet edilmiş olacaktır?
*
Tıpkı Amerika gibi, Putin de, 'Suriye'nin Mısır ve Tunus gibi İslamî eğilimlerin eline geçmesine fırsat veremeyiz' demiyor muydu?
Halbuki, daha iki hafta önce siyonist İsrail rejimini ziyaret eden Rusya Devlet Başkanı Putin, Netanyahu'yu mest eden konuşmasında, 'Suriye'nin de, Tûnus ve Mısır gibi İslamcı güçlerin eline geçmesine seyirci kalamayız..' diyordu..
Amerikan emperyalizmi ve diğer Avrupa ülkeleri de aynı hassasiyeti gözetmiyorlar mı?
Üç ay kadar önce de, Amerikan Dışbakanı Hillary Clinton, Fas'ı ziyareti sırasında, 'Suriye'deki muhaliflere silah veremeyiz, çünkü bu silahlar bizim düşmanımız olan El'Qaide'nin eline geçer..' dememiş miydi?
Aynı hassasiyeti hâlâ da göstermiyorlar mı?
Böyleyken, bugün nasıl oluyor da, sırf uluslararası dengeler adına, bir kısım müslümanlar, hâlâ, İsrail rejimi karşısında direniş cebhesi, öncebhe vs, gibi mavalları tekrarlayabiliyorlar?
Suriye rejiminin, kendi ülkesini baştan başa harab etmek için kullandığı silahların binde birini, üstelik de Golan Tepeleri gibi bir su kaynağı ve buğday ambarı konumunda olan en stratejik bölgelerini işgaline kaptırdığı siyonist İsrail rejimine karşı kullanabilmiş midir?
Ve bu rejimin, tıpkı Saddam'ın Baas rejimi gibi aynı metodla, kan dökmekten ve halkı ezip geçmekten asla kaçınmayacağını bilmiyor mu, bu gibi isimler?
Geçen ay, El'Hûle'de, çocuk, kadın, ihtiyar, savunmasız sivil 110 kadar insanın ve geçen Perşembe günü El'Tremse kasabasında aynı şekilde, savunmasız çocuk, kadın ve ihtiyar, 300'den fazla insanın katledilmesi, sadece 'Şunlar yaptı -bunlar yaptı' diyerek nasıl geçiştirilebilir?
Açık olan şu ki, Suriye rejimi, o hadiseyi silahlı güçler arasındaki bir çatışma olarak niteliyor ve 40 kadar ölüm olduğunu ve amma, ağır silahların kullanılmadığını ileri sürüyor.. Ancak, ulaşan haberlere abartmaksızın bakıldığında, yine de, her gün, ortalama 70-80 civarında insan öldürülüyor..
Bütün bunları, Suriye rejimine ve destekçilerine sorarsanız, sınırlardan sızan bir takım yabancılar işliyor bu cinayetleri..
Diyelim bazı sızmalar olabilir.. Hele de arabça bilen halklarn, arab diyarları arasında, bu gibi sızmalarının çok zor olmadığı bilinmektedir.. Ama, bir ülkede, her gün bu kadar insan katledilirken, o ülkedeki rejim, duruma hâkim olamıyorsa, bu bile gösterir ki, orada en sâde mânâsıyla bile hükûmet eden bir güç kalmamıştır.. Sadece, elindeki silah zoruyla ayakta durmaya çalışan ve şehirleri harabeye çeviren, binlerce insanın kanını dökmekten asla çekinmeyen ve yenilecek olurlarsa, o zaman da ülkeyi geride bir küllük halinde bırakmaya kararlı olan bir cinayet şebekesi var.. (Hatırlayalım ki, 1955'lerde, dönemin SHP lideri ve Başbakan Yard. Murat Karayalçın da, 'eğer, laiklik tehlikeye girerse, her şeyi yakar yıkarız..' diyordu.. Baasçılar da zâten bu İttihad-Terakkî mentalitesinden ilham ve örnek almamışlar mıdır?)
*
Buna rağmen, bu kadar korkunç cinayetler işlenirken, bazı müslümanlarda bile, öylesine bir vurdumduymazlık gözleniyor ki, durumu sadece derin bir hayal kırıklığı ile de anlatmak yetmiyor..
Nicelerimiz, öyle bir uluslararası strateji uzmanı oldu ki, bir tâgût rejimi, onbinlerce insanı katlederken veya kimlerin neyi niçin yaptığı bilinmeyen kanlı bir boğuşmayı önleyemezken; hâlâ onu meşrû' bir hükûmet olarak niteleyebiliyor!
*
Herşeyi, sadece emperyalizmin propagandası olarak niteleyenler, haberleri tahkik etmek sorumluluğumuz da yok muydu?
Uluslararası strateji planlarının içinden kendimize bir çıkar yol bulma çabalarını bu kadar ciddîye almak yerine, mazlum ve müslüman halkların geleceği üzerinde müslümanca düşünelim..
Bir komşunuz olduğunu düşünelim..
Onun iç işlerine, evinin iç düzenine karışamazsınız..
Elbette ki, komşunuzla kavga etmemeyi esas alırsınız..
Ama, o komşu, 'Bana kimse karışamaz, ben evimin hâkimiyim..' diyerek, o evde zulüm ve hattâ korkunç cinayetler işliyorsa, siz o zaman da, 'Bu benim iyi komşumdur..' diyerek bütün o feryadlara ve cinayetlere seyirci kalır mısınız?
Yüzbinlerce insan, evlerini bırakıp komşu ülkelere sığınmışlar; 300 bini Lübnan'da, 120 bini Ürdün'de, 40 bini Türkiye'de.. Bu yüzbinlerin kaçışı, turistik bir gezi mi sanılıyor?
Siz evinizi-herşeyinizi bırakıp, bilinmeyen bir yarına doğru yolculuğa çıktınız mı hiç?
Böyleyken.. Nicelerimiz konuya, yakınlık duyduğumuz güç odaklarının paralelinde ilgi duyuyor ve orada yüzlerce insanın, her gün ortalama 60-70 kişiyi bile bulan öldürmelerin devam etmesi faciasına umursamaz bir duygusuzlukla yaklaşmaktalar.. Bizim insana, hayata bakışımız böyle miydi?
Çocuk, kadın, savunmasız yüzlerce-binlerce insanın katledilmesini kim üstlenirse üstlensin, insan olarak karşı çıkmamız gerek miyiyor mu?
Daha da acı olanı, bazılarının, halâ, 'Bütün bunlar emperyalizmin yalanları, gidip de gördünüz mü?.' diyebilmeleri..
Sanki, kendileri gidip de görmüşler gibi..
Hucûrat Sûresi, bize, (fâsıqlardan bile gelse) gelen haberleri toptan reddetmeyi değil, tahhik etmemizi emretmiyor mu? Bizzat, Suriye rejimi bile, ölen polis, asker ve rejimin yanında olan diğer güçlerin sayısını 6 bin civarında ilan ederken, bu zamana kadar 1,5 yıl içinde öldürülenlerin 15 bini aştığı iddiası çok mu abartılı sayılmalı?
Hemen bütün Suriye şehirlerinden gelen görüntüler, yerleşim birimlerinin, güzelim şehirlerin harâbeye döndürüldüğünü yansıtırken, bunların hepsini toptan reddetmeyi nasıl izah etmeli?
*
Bunca mezheb vurguları yürekleri karartmaz mı?
Suriye konusunda bu kadar duygusuzlaşan bazı müslüman tiplerimiz, hemen, 'Bahreyn'de, Suûdî'de olanlara niye karşı çıkmıyorsunuz?' gibi akıllarınca mâkul karşı ataklarda bulunuyorlar..
Yahu arkadaşlar, en üst makamlardan, 'Bahreyn'de, şiîler asla savunmasız bırakılmayacak..' diye en yüksek perdelerden ve böylesi mezhebî vurgulu sözler edildikten sonra, Suûd rejiminin Bahreyn'deki muhalif kitleleri ezip geçmesine, Amerika'yla karşı karşıya gelmek endişesi adına, seyirci kalınmadı mı?
Suûd veya herhangi bir diğer rejimin, kendi halkına baskıları karşısında, kendi ülkesinden, bir toplu mücadele, bir qıyâm olmadıkça, nasıl olur da, onların iç-düzenine karışılabilir?
Kaldı ki, bugün Bahreyn, Suud deyip duranlar, geçmişte, Yemen'de 30 küsur yıllık Ali Abdullah Salih rejimi güçleri ile büyük Husî Kabilesinin kanlı kavgası günlerinde de, 'Şiî Husîler katlediliyor..' diye yine mezheb vurgusu yaparak feryad ederken, Husîlerin Zeydî olduğunu ve Zeydîlerin şiadan da sayılmadığını ve dahası, Ali Abdullah Salih'in de Husî kabilesinden olduğunu ve o kanlı boğuşmanın bir kabile içi iktidar savaşı olduğunu gizliyorlardı.. Sonunda, Salih rejimi Husîlerden kendisine karşı çıkan taifeyle anlaşınca, bütün o iddialar da bir anda unutuluvermişti..
İlginçtir, İran medyası, Suriye konusunda derin bir buhranın varlığını son günlerde kabul etmeye başlamış olsa bile, yine resmî siyasete uygun olarak sadece dış kaynaklı terör saldırılarından sözedilmekte ve amma, halkın dikkatini daha çok da, Suûd rejiminin Katîf ve Damman gibi yörelerinde şiî halkın yaptığı yoğun protesto gösterilerine çekmeye ağırlık veriyor ve Suûd rejminin dehşete kapıldığından haber veriyor.. İnşaallah öyledir de, Suudî saltanatının ümmetin bünyesinden temizlenmesi sonucuyla karşılaşırız ama, bunlar sadece bir psikolojik savaş, propaganda savaşı kokusu verirse..
Nitekim, 15 Temmuz tarihli Keyhan gazetesinin başlığı, Suuud rejimince tutuklanan bir şiî âlimin serbest bırakılmaması halinde, petrol kuyularının ateşe verileceğine dair tehdid bildirilerinin yayınlandığına dair ididaları manşetine çekiyordu..
*
Mısır ve Tunus tecrübesinin Suriye'de de tekrarlanmaması için emperyalistlerin, zaman kazanmaya çalıştıklarını da görülmüyor mu?
Netice-i kelâm..
Önce, Kofi Annan bir plan hazırladığını ve Beşşar rejimine ilk mühlet olarak 12 Nisan'ı verdiğinde , bunun hiç de yeterli ve tutarlı olmadığı anlaşılıyordu.. Sonuç da öyle oldu..
Annan ve arkasındaki mâlum Batı'lı emperyalist güçler güçler, Suriye'de binlerin ölmesini değil, kendi stratejik maslahat ve menfaatlerini düşünmekteler..
Rusya ve Çin de öyle..
Geçen hafta, Suriye İkhwanı'ndan sürgünde yaşamak zorunda kalan bir kardeşle sohbet ediyordum.. Suriye Buhranı'na, Amerikan ve Batı emperyalizmi kadar, Rusya ve Çin'in de aynı emperyalist emellerle yaklaştığını; Birleşmiş Milletler'in de BM. eski Genel Sekreteri Kofi Annan aracılığıyla, dünya kamuoyunu yanıltmaya çalıştığını ve bütün çabaların, Suriye'de İslamî eğilimli güç odaklarının, yani halkın büyük ekseriyetinin hâkim duruma geçmesini engellemeye yönelik entrikalar içinde olduğunu, bunun için de buhranı zamana yaymak taktiğine ağırlık verildiğini belirtiyordu..
İran konusunda ise.. Derin bir hayal kırıklığından başka ne söyleyebilirdi? 75 milyonluk bir ülkede, Suriye konusunda resmî siyasete muhalif tek bir ses bile yükselememesini bile, şaşırtıcı buluyor ve, 'Bu durum, herkesin gerçekten de tek bir görüşte birleştiğinin mi, yoksa aykırı seslerin yükselemediği bir ortamın oluşturulduğunun mu işaretidir?' diye soruyordu..
Gerçi, İran Dışişleri Bakanı Ali Ekber Sâlihî, şimdilerde, Suriye'li muhalifleri Tahran'da görüşmeye çağırmakta.. Ancak, bu zamana kadar emperyalizmin kuklası sayılanların şimdi nasıl hüsnüniyetle karşılanabileceklerini sorgulamakta olduklarını dile getiriyor, Suriye İkhwanı'ndan olan bu kardeş..
*
Dileyelim ki, dünyanın her bir yanındaki müslümanlar, şu veya bu devletin stratejilerine öncelik veren ve İslam Milleti'nin kalbî ve fikrî birliğini zedeleyecek tuhaf yorum ve değerlendirmelerden, siyasetlerden kaçınırlar; rejimlerin dikte ettiği planlara göre değil, kendi ideallerine öncelik vererek düşünmeye daha bir ağırlık verirler.. Ve, Suriye'deki kanlı laik-Baas diktatöryasının kırılmasıyla da, İslam topraklarındaki temizlik faaliyetlerinin yeni bir merhalesine daha kavuşulur, inşaallah..
haksöz