Salı günkü (21 Temmuz tarihli), ‘Bayram zehir edilmek istenirken..’ başlıklı yazım üzerine bir çok e-mail mesajı aldım, belli kişi, çevre- ve odaklardan.. Bunları yazanların kimisi gerçek ismiyle yazacak kadar dürüstlük göstermişlerdi.. Kimileri ise, adını bile, uyduruk ve tarihte yaşamış, hattâ Avrupa dünyasının bir takım ünlü isimlerinin arkasına sığınarak yazmışlar.. Tehdidler, hakaretler.. Kimileri, ‘Son kez prova yapıyoruz, bombayı sen kendin patlatacaksın..’ gibi cümleler.. Kimileri, ‘sahibinin sesi’ benzetmesi yapmıştı.. Çünkü, Tayyîb Erdoğan’ın görüşü de bazı konularda benim görüşümle aynı imiş..
Doğrudur, birçok noktada onun görüşleri, (uslûb farkı olsa bile..) benim görüşlerimden farklı değil.. Çünkü, onun, inandığı değerleri imkanlar dahilinde hayata hâkim kılmak dikkatiinde olan bir müslüman olduğuna kaniim.. Yaptığı her işin, hizmetin üzerine, doğruluğuna inandığı değerlerin mührünü vurmaya çalışıyor ve bunlarda bazı uygulama farklılıkları olsa bile, özü itibariyle onunla bu hedefleri açısından bir aykırılığım yok.. Bunu defalarca da belirttim.. Bu, onu yarım asra yakın zamandır tanıyan birisi olarak, gözlemlerimden çıkardığım kanaatimdir ve onu, benim inandığım değerlerin hayata geçirilmesinde son yüzyılda emsalini az gördüğümüz çapta seçkin örneklerden birisi olarak değerlendiriyorum. (Uslûb farkı olabilir.. Bu da tabiîdir.. Her bir insanın meramını ifade ederken lafzî tercümede anlatılamıyacak mesajları, mimikleriyle, yüzhatlarıyla, ses tonuyla, duruşuyla bile muhatabına aktarabilir.)
Ama, Tayyîb Erdoğan’ın görüşleri ile benim görüşlerim yaklaştığı, benzeştiği veya aynîleştiği zaman, bu, beni, o benzer görüşlerin ‘sahibinin sesi’ durumuna mı düşürür? Ama, ben bugünkü görüşlerimi -genel hatlarıyla- ve henüz Tayyib Erdoğan, gençlik ve siyaset sahnesinde henüz çok etkili olmadığı zamanlarda, 1974’lerden beri geliştirerek dile getirmekteydim.
Ama, buna rağmen, ben ‘Sahibinin Sesi’ oluyorsam, bana bu suçlamayı yapanlar da, kendilerinin kimin ya da ‘birilerinin sesi’olduklarını kabul etmeli değiller mi? Sözgelimi, o son yazımda görüşlerini aktardığım PKK liderlerinin veya HDP eşbaşkanları ve sözcülerinin görüşlerini tekrarlayanlar da onların sesi mi olmuş oluyorlar? Ben Tayyib Erdoğan’ın benim görüşlerimle, inançlarımla örtüşen görüş ve değerleri açısından, evet, onunla sınırlı ayniyetimi reddetmiyorum, ama bana bunları yazanlar da silahlı müdaeeleden dem vuranlarla aynı görüşte olduklarını iddia edebiliyor lar mi? Evet veya hayır, hangisi iderlerse desinler, o zaman bu sözlerinin, dillerinden düşürmedikleri barış nutuklarıni ve ellerindeki gülleri veya defne dallarını nereye koyacaklar?
İnsanın, kendi görüşlerini hürr olarak dile getirebilecği bir ihtimali kabul edemez mi bu şartlandırılmış beyinler, ve güdümlü beyinler..
*
Bu mesajları yazanlardan hele birisi var ki, sonunda bana tehdidmer savurmamış, bir müslümanın diğerlerine yaptığı gibi, ‘Allah seni ıslah etsin.. ‘ temennisinde bulunmuş.. Temennisine, onu da katarak, hepimiz için, can’u gönülden, ‘Âmiiin..’ diyorum..
Ve onun yeri, elbette diğerlerinden ayrı.. Ama söyledikleri yine de, hayret verici.. Ve mâlul bir kafanın ürünü.. Çünkü, bir müslüman, nasıl olur da müslüman bildiği bir diğerine bu kadar bühtanlarda bulunur? Şöyle diyor: ‘DAİŞ’in sınırsız eylemleri ne kadar din ve vicdandan uzaksa, sizin yazınız da o kadar ahlâk ve vicdandan uzak kalmış… Beyinlerinizin gerisinde, Erdoğan tanrısı.. Gözlerinize öyle bir perde indirmiş ki, Erdoğan, Musul’da halifeye biat ettiğini açıklasa, hemen peşinden (elinizde DAİŞ bayrağı) sorgusuz-sualsiz koşarsınız. Savaş ilan etse, belki korkularınız cepheye girmenize engel olabilir ama (bu sefer de elinizde türk bayrağı) medya desteğini son sınırına kadar zorlarsınız.. Siz busunuz işte.. Zira, Suruç’ta aynı katliâm Hüdapar’lılara yapılmış olsaydı, ağzınıza gelen her laneti okurdunuz.. Allah sizi ıslah etsin, basiret versin ne diyim. Ama önce tabiî, akıl versin.’ diyor.. Dedikleri temelden tutarsız da, bunları bir de kendisi için de düşünüyor mu, ‘Biz ben ve biz buyuz işte..’
Evet, aynen böyle..
Bu sözleri söyleyen kişi, o yazıyı dikkatlice okusaydı, yazının girişinde, ‘kimler ve hangi din, mezheb, aşiret, etnik kesim veya taifeden oldukları’na dair hiç bir bilgi sahibi olmadığı ve buna da gerek duymadığı halde, sivil -savunmasız yüzlerce insanın parça-parça edilip, hayattan koparılması karşısındaki yürek yangılarını dile getirdiğini görürdü.. Bu satırların sahibi, sivil, savunmasız, silahsız kişiler her kim ve ne olursa olsun, onların öldürülmelerinin cinayet olacağını, defalarca yazdığını; DAİŞ savaşçılarının -gayrimuslim olanlar da dahil- her türlü sivillere karşı sergiledikleri korkunç eylemlere de defalarca eleştiriler getirdiğini farkederdi, herhalde.
Ama, birileri demek ki, onu düşünecek durumda değil..
Suruç’daki patlamadan hemen sonra, HDP başkan veya sözcülerinin yaptıkları açıklamalarındaki fitne ve nefret söylemine dikkat çekilen ve bunun barışçı emellere hizmet etmiyeceğini hatırlatan satırlarıma bile tahammül edememiş ki, ‘ölenler Hüdapar’lı olsaydı..’ diye bir farazî tahminini söylemiş.. Bu da, kendilerinin nerede durduğunun ve kime nasıl baktığının da ipucunu veriyor denebilir.. Özellikle Güneydoğu’da, PKK / HDP’lilerle ‘Hüdapar’ denilen siyasî oluşum arasında bir uzaklık, soğukluk ve husûmet olduğu söyleniyordu, ama, onların seçimlerde aldıkları oy ile HDP’nin aldığı oy karşılaştırıldığında, ‘Hüdapar’ hakkında oluşturulan havanın bir vehimden ibaret olduğu anlaşılmışy olmalı..
Şahsıma gelince.. Şahsen benim, ‘Hüdapar’ denilen kesimle hiç bir ilgim olmadı.. Sadece 2 sene önce bir hocaları geldi Almanya’ya ve de ‘onların çok mâsum olduklarını, onlara geçmişte de onlara çok bühtan edildiğini ve haksızlık yapıldığını’ iki saat kadar anlattı, özel görüşmemizde.. Ben de, ‘Bugün dünkü yanlışlarını görmüş ve de tevbe etmiş iseler, memnun olurum, ama, geçmişteki mücadelelerde hayatlarını kaybetmiş olanlardan nicelerini int. sitelerinde halen de ‘şehîd..’ diye benimsedikleri müddetçe, geçmişle bağlarını süzgeçten geçirerek hareket etmiş olabileceklerine itimad etmiyorum.. Siz bilmeyebilirsiniz, ama, ben 30 yıl geriden gelen bir ilgiyle onları takib ediyorum..’ dedim ve konuşma bitti.. Onlar hakkındaki kanaatim ve beklentim halen de bu yöndedir. Ve onlara kendi inanç değerlerim açısından böyle ihtiyatla yaklaşıyorum.
PKK ve uzantılarına gelince.. Onlar da ana-beyin olarak, ‘kemalist-laik-türkçü kanlı diktatörlüğün kürdçü versiyonu..
*
Evet, asıl Suruç Patlaması’nın hemen ardından, DHP sözcülerinin ve yandaşlarının hiç de dürüstlükle bağdaşmıyan şekilde ve fitne çıkarmaya yönelik ve de her şeyden hemen birilerini vurmak için ağır suçlamalara gidilen beyanlarına değindim..
Yalan mı? O yazıda naklettiğim görüşler, sözkonusu kişilerin medyaya yansıyan görüşleridir ve onları yalanlamadılar da.. onların, 6-8 Ekim 2014 günlerinde, ‘Kobani’yi desteklemek’ adına, kendi kitlelerini sokağa çağırmalarının nelere mal olduğunu görülmedi mi? 53 kişi ölünce de, ‘Biz destek çağrısı yapmıştık, tahrib edin dememiştik ki..’ diye yan çizmedi mi, bizzat Demirtaş bile..
5 Haziran gecesi de HDP’nin Diyarbekir Mitingi sırasında patlayan bombalar karşısında aynı Demirtaş, -kitleyi sakinleştirmek için- soğukkanlılık çağrısı yaparken, diğer eşbaşkan F. Yüksekdağ, henüz hiçbir şeyin belli olmadığı o anda, hemen, ‘Bu bombaları Tayyib attırdı..’ diyerek kitleleri tahrik etmemiş miydi ve sabahlara kadar Güneydoğıu şehirlerinde ‘Kaatil Tayyib!!’ slogğanları atılmamış mıydı?
‘Suruç Patlaması’ndan sonra, şimdi de, aynı yöntem takib ediliyor..
Demirtaş, bu kez, Diyarbekir Mitingi’ndeki kadar da soğukkanlı ve teskin edici olamadı.. halkın kendisini koruması ge mak için tedbirler düşyünmesi gerektiğindene söz etti, tıpkı PKK liderlerinden C. Bayık’ın ‘halkımız silahlanmalı, evlerinin altında tüneller kazmalı…’ gibi çete savaşı taktikleri vermesinde olduğu gibi..
Suruç’tan getirilen bir cenaze, İstanbul’da yüzleri maskeli, uzun namlulu silahlar taşıyan kişilerin güdümündeki yüzlerce kişi tarafından karşılandı.. Ortalıkta polis gözükmedi.. Belki gerilimi tırmandırmamak için iyi bir taktik denilebilir, ama, tedbir diye diye bu gibi geri çekilişler, sonra güvenlik güçlerini değil, bütünüyle devlet mekanizmasını da sorgulatan bir durum ortaya çıkarmaz mı? O zaman , bizzat Demirtaş bile ‘Nerede bu devlet?’ demek noktasına gelebilir. Kaldı ki, ingiliz gazetelerinden The Times’ın ‘uzlaşmacı ve karizmatik’ diye övgülere boğduğu Demirtaş, hâlâ da ülkenin doğusunda ‘savaş şahini’, batısında ‘barış güvercini’ edâsında bir söylem geliştirmeyi henüz de bırakmış değil..
Ama ilginçtir, Diyarbakır’da Suruç’da öyle konuşan Demirtaş, 22 Temmuz günü, Suruç’tan Bursa’ya getirilen bir kurbanın cenazesinde yine barış güvercini gibi konuşmayı yine sürdürmüş…
Böylesi buhranlı bir zaman diliminde, Devlet Bahçeli’nin, ‘Türkiye’de yardım edilecek yer ve insan bitmiştir de, geriye Kobani mi kalmıştır?’ gibi söylemleri, ya da ‘Ölenler arasında niye hiç HDP’li yok?’ diye, illâ da birilerinin ölmesini ister gibi mânâlı sözler söyleyen Bülend Arınç’ın sözleri de aynı şekilde kabul edilemez.
Benim bu gibi kişilerden ve medyaya yansıyan ve yalanlanmayan yaptığım aktarmaları ahlâksızlık olarak değerlendirenler, PKK/ HDP ve uzantılarının söz ve tavırlarını ahlâkî olarak görüyorlarsa, söyleyecek söz bulamam.. Bu mu dürüstlük?
Bu yazdığımdan dolayı beni birileri Tayyîb’in Sesi olarak niteleyeceklerse, Tayyib Bey’in de benim gibi düşündüğü konularda, o aynîlikten rahatsız da olmam.. Mevcud tablonun düşmanlık, nefret ve fitne-engîz söylemleriyle daha da karmaşık hale getirilmesinden meded umanlar olsa bile, aklı başında, şuûrlu bir müslümanın bu gibi konularda, teenni ile, itidal ve yolunu tercih ederek hareket etmesi ve kan tepeye fırlayarak hareket etmemesi gerektiğine dair görüşümü yine tekrarlıyorum.. Nefret söylemleri, ateşin üzerine benzinle gitmek gibi yeni nefret söylemleri doğurmaktan başka bir sonuç da vermez..
Eğer mlüslüman isek, müslümanca düşünelim..
Bu vesileyle ekliyeyim, bana hakaret etmeden yazıp, -ki, o gibilerden ümidimi kesmedim- ıslah olmam için beni Allah’a havale ettiklerini söyleyenlere, -aynı temenniyi- hepimizi içine alacak şekilde tekrarlayarak, ‘Âmiiin’ derken, benim ‘bir gün DAİŞ bayrağıyla, bir gün türk bayrağıyla hareket edeceğimi’ söyleyecek kadar varsayımlarda bulunanlara da belirteyim ki..
DAİŞ’in taşıdığı bayrağın sadece ‘siyah’ rengi, onlara aid denilebilir.. Yoksa, onun üzerinde yazılan yazı her müslümanın temel bir inanç formülü olan ‘Lailahe illallah- Muhammed’un Resulullah’ ibaresidir. Yani, yarınlarda üzerinde bu ibarenin yazılı olduğu bir bayrağı taşısam, bu arkadaşlar beni DAİŞ mensubu mu sayacaklar?
Keza, herhangi bir ülkenin resmî bayrağını taşımak gibi bir duruma da düşmem inşaallah.. ‘Türk bayrağı’ denilen bayrakdaki ‘hilal’ de, Cezayir, Tunus ve Libya’dan, bazı Kafkas ve Orta Asya ve de Pakistan ve Malezya’ya kadar uzanan topraklardaki -çoğu türk kavminden de olmayan- yüzmilyonlarca müslümanın bir ortak sembolüdür, bu asırlarca önce de böyleydi..
*
Sözün sonunda, herkese, söylemlerinde dürüst ve âdil ve de, ‘insan’ olmalarını tavsiye ve tehdidlerle birilerini öldürseler bile, Hakk’ın sözünü susturamıyacaklarını; bir elde gül, diğerinde silah ve bomba ile barış türküleri söylenirse, bunu kimsenin yemiyeceğini de hatırlatırım..
dirilişpostası