Dün kaldığımız yerden devam edelim.
Marks daha 17 yaşında iken yazdığı bir kompozisyonda önemli bir tesbit yapar. Bunu önce bir kenara not edelim.. O sözün ne anlama geldiğini anlamak için o zamanı ve mekânı sorgulamak gerek. O kişiyi doğru anlamak gerek. Kullanılan kelimelerin o günkü anlamına bakmak gerek. Aslında Karl Marks’ın kendine has dinleştirdiği bir vicdanı var aslında. Uğrunda büyük fedakârlıklar yapabileceği, hayatını adayabileceği üst bir manevi değere sahip. Onun için de “Gençler meslekî seçimlerini yaparken ödev şuuruyla hareket etmeliler, kendilerini insanlık için feda edebilmeliler ve nefisleriyle mücadele ederek erdemli olmaya çalışmalılar” diyor.
Marks’a göre Religio “Kalpsiz bir dünyanın kalbi” olmaya aday.. Marks’a göre “gerçek kalp” değil. “Baskı altında ezilen yaratık” bir “kalp”e ihtiyaç duyuyor. Bunun yerini tutacak şeyin o inanç sisteminde değil, hayatın gerçekleri içinde aranması gerektiğini söylüyor..
Marksistler Marks’ı doğru anlamak yerine, ABD’nin oyununa gelip, soğuk savaşta dindarları Marksizm’e karşı “Ehli kitap” propagandası ile yanlarına çekmelerine yardımcı olmuşlardır.
İsmet Özel bir röportajında, özetle “Niye Sosyalist oldu ise onun için Müslüman olduğunu” söylüyor. Aradığı şeyi başka bir yerde aramış, İslam’la tanışınca aradığını orada bulmuş.
Marks aslında, o gün, “din” gibi algılanan ama “din” olmayan, Plesibo, sentetik bir din olan “Religio”nun bir illüzyon olduğunu söylüyor.. İnsanların din diye yönelmedikleri şeyin, onlara varmak istedikleri şeyin hayalini vadettiğini ama bu şekilde o hedefe ulaşmalarının mümkün olmadığını söylüyor ki, bu doğru bir tesbittir.. Marks’ı biz okumadık ve anlamadık, okuyanlar da bir şeyler anladılar ama, onu da yanlış anladılar..
Maks “La ilahe” diyordu, ama “İllallah” demiyordu. Marks’tan din çıkmaz. Ama bizim Sosyalistlerin “din” zannettikleri Religio’ya “Hayır” demek, onu, o gün anlaşılan şekliyle “afyon” olarak tanımlamak da bizim sağcı ve solcuların bugün anladıkları gibi “afyon” anlamı taşımaz.. Batıda birçok Sosyalist aydın dine karşı, Marks’ı referans göstererek acımasızca saldırdılar. Baudelaire’e göre dindarlık itiraz etmeden katlanılan, alışılmış bir köleliktir.
“Strauss’tan Stirner’e kadar bütün Alman felsefi eleştirisi dinsel anlayışların eleştirisiyle sınırlıdır. Hakiki dinden ve gerçek deyimiyle Hıristiyan ilâhiyatından yola çıkılır. Dinsel anlayışın ne olduğu ise, yol alındıkça farklı biçimlerde belirlenmeye başlandı. Kaydedilen ilerleme, egemen oldukları öne sürülen metafizik, siyasî, hukukî ve ahlakî alanlardaki anlayışları da ilâhiyata dahil etti. […] Son tahlilde insanın, dinsel bir varlık olduğunu açıklamaktan ibaret kaldı. Dinin egemenliği veri alındı. Ve yavaş yavaş her egemen ilişkinin dinsel ilişki olduğu ortaya atıldı ve sonra, bu, bir din haline, hukuk dini, devlet dini vb. haline getirildi. Her yanda sorun, artık yalnızca dogmalar ve dogmalara olan inançtı. Dünya gittikçe daha büyük ölçüde kutsallaştırıldı, ta ki saygıdeğer Aziz Max, [Max Stirner] onu tamamen kutsallaştırıncaya ve böylece büsbütün ortadan kaldırılıncaya kadar.” (Marx’ın Engels ile birlikte kaleme aldığı Alman ideolojisi’nden)
Roland Boer’in tercümesi “İştiraki”de yayınlanan bir makalesindeki şu ifadeler dikkat çekicidir: (Özetle) “… Engels, dinin içerilip aşılması (Aufhebung) meselesini nasıl görüyordu? Din (Engels’in kafasındaki biçimiyle Hristiyanlık) devrimci bir hareket olabilir. Bu aşamada, gerçekte ömür boyu sürecek bir proje olarak söz konusu konumun nasıl inşa edildiğine bakmak gerekecek. Engels eleştirel bir Hristiyan ama özünde dindar bir kişi olarak yetişmiştir. Ailesi Kalvinist’tir.. Engels dindar bir hayat yaşamışsa da onun Hristiyanlığa karşı eleştirel olduğunu söylemek mümkündür. O doğduğu kasabada, Wuppertal’daki iki önemli kasabadan biri olan Elberfeld’deki insanların ikiyüzlülüklerine tanık olmuştur. Kasabadaki halkın dindarlığına rağmen fakir işçilerin berbat bir biçimde sömürülmesi ve işçilerin yaşadıkları hayat koşulları çok kötüdür.. Bu çelişki Engels’i rahatsız eder. “Wuppertal’daki inanca” karşı çıkar, söz konusu itiraz onu yeni ufuklara taşır ve (özellikle Wilhelm ve Friedrich Graeber gibi) dindar dostlarıyla tartışmaya iter. Yapılan tartışmalar İncil, teoloji ve felsefeyle ilgilidir. Bu tartışmaların yaşandığı süreçte Engels zaman içerisinde inancını kaybettiğini acıyla fark eder.” Yani Marksizm Hristiyan bir toplum ve inanç sistemi içinde anlam ve biçim kazanır.
Şunu görelim; “Hristiyanlık” Hz. İsa’dan 50 yıl sonra Saul tarafından ortaya atılan bir dindir. Bu din daha sonra Katoliklik adını almıştır. Ortodoksluk ve Protestanlık nasıl ortaya çıktı ise Hristiyanlık bu anlamda yeniden üretilebilen bir inanç sistemidir.. Bu anlamda Sosyalist bir Hristiyanlık özellikle Latin Amerikan halklarının yabancısı olmadığı bir kavramdır.. “Hristiyan Demokratlar” varsa neden Hristiyan sosyalistler” olmasın ki! Ama İslam’ın önüne ya da sonuna bir şey eklenemez. Böyle bir durumda kişi eklediği ve çıkarttığı ile başbaşa kalır ve din aradan çekilir.
Atilla Yayla bir makalesinde bu konuya değinir ve özetle şöyle der: “Değerli meslektaşım Doç. Dr. Bengül Güngörmez, siyaset felsefesi sohbetlerimiz esnasında, sıklıkla, Batı’da bütün siyasî felsefenin ve ideolojik tartışmaların temelinde teolojinin yattığını söyler. (…) Değerli meslektaşım Doç. Dr. Bengül Güngörmez, siyaset felsefesi sohbetlerimiz esnasında, sıklıkla, Batı’da bütün siyasî felsefenin ve ideolojik tartışmaların temelinde teolojinin yattığını söyler. (…) Orta Çağ’ın Hristiyan sosyalizmi, ağırlıklı olarak İsviçre, Kuzey İtalya, Güney ve Kuzeybatı Almanya gibi yerlerde ve Taboritler, Catharlar, Waldenseler, Free Spiritciler, Anabaptisler ve benzeri heretik (sapkın) hareketlerde belirdi. Evet, batıda felsefe, bilim ve sanat büyük ölçüde kilisenin kontrolünde biçimlenmiştir..” Selam ve dua ile..
yeniakit