‘Mezheb’ konuları, son zamanlarda daha bir yoğun şekilde tartışma alanlarına indi..
İngiltere’de’de yaşayan bir genç arkadaş, yıllarca önce şöyle demişti: ’İran’da 1979 başında gerçekleşen İslam İnkılabı bir çok konularda önümüze yeni ufuklar açtı, bizi uykudan uyandırdı.. Ama, bazı başka konular da gündemimize girdi.. Eskiden mezheb diye bir derdimiz olmazdı.. Ferdi ve cem’i ibadetlerinimizi alıştığımız kurallar içinde yerine getirirdik.. Şimdi ise, ‘O filan mezhebden, biz filan mezhebden..’ demeye başladık.. Bununla da yetinmedik, herkes kendi mezhebinin daha faziletli olduğunu söylemeye başladı ve hattâ, en ve tek doğru olanın kendi mezhebleri olduğunu iddia edenler çıktı.. Halbuki, daha önce, mezheb konularını hatırlamaz ve herkes, kendi tercih ettiği fıqhî mezhebe göre amel eder ve de kimse kimsenin tercihine, ‘Seninki yanlıştır, bizimki doğrudur..’ gibi bir müdahaleyi aklından geçirmezdi.. O büyük inkılab hareketinden sonra, bazıları o inqılabın sadece şiî İslam anlayışıyla ortaya çıkabileceği zannına kapıldı ve inkılabçı olmak için şiî olmak gerektiği gibi zannlara dayalı yorumlar sökün etti. İslam’ın şiî yorumuna dayalı öyle bir inqılabın, ancak 13 asır sonra gerçekleşebildiği ise hatırlanmadı bile..’
*
Mezheb, ‘zehebe’ (gitmek) fiilinden türeme bir kelime olup, ‘gidilen yol’ mânasındadır..
Bağlanılan, inanılan bir dinin, dünya görüşünün, hayat tarzının yorumlanış farklılıklarından dolayı ayrı yerlerde bulunanların durumlarını anlatmak için kullanılan bir terim..
Bir bakıma din’in de değişik bir söyleniş şekli.. ‘Mezhebini din yapmış..’ deyimi bir eleştiri mahiyetinde sıkça kullanılır da, bu hepimiz için geçerli değil midir. Çünkü, herbirimiz de, dinde, kendi anladığımız ve inandığımız ve bağlandığımız yorumu esas alırız.
Ama, konuya bu kadar mâsum yaklaşmak, pratikte çok sâde değil.. Bir kişi veya toplumun, ‘Benim inandığım dinin benimsediğim yorum tarzı, bana göre en doğru ve beni tatmin ediyor..’ demesi tabiî bir durum.. Ancak; ‘en ve tek doğru sadece benim benimsediğim yol ve yorumdur, diğerleri sapkınlıktır..’ deniildiğinde, işte o zaman başlıyor problemler...
Genelde, ‘Ben benimsediğim ve inandığım yorum tarzının doğruluğuna elbette inanıyorum, ama, başka bir müslümanın da kendi inandığı, benimsediği bir başka yorum tarzını en doğru kabul etmesi onun da hakkıdır..’ diyemiyoruz..
*
Bu husus şundan ileri geliyor..
Şiîlik ve sünnîlik, ve diğer farklı İslamî yorum ve cereyanların herbirisi de, tekçi bir yorumu esas alıyorlar, ‘İslam, yani işte sadece bizim benimsediğimiz yol ve tarz..’ diyorlar da;
‘Biz çeşitli fırkalar, cereyanlar, mezhebler ve bağlıları, ara yollar farklılığından dolayı, aynı hedefe doğru farklı yol ve yöntemleri benimseyebiliriz.. Değil mi ki, aynı köklerden beslenip, aynı kökler üzerinde beslenip büyüyen bir büyük ağacın ana dallarından birisiyiz.. Bir herbirimiz bu ana ve ara dallarla bir bütün oluşturuyoruz..’ diyemiyorlar..
Yani, şiî müslümanlara sorarsanız, gerçek İslam, sadece kendilerinin kabul ettiği çerçeve içinde olabilir ve olandır.. Diğerlerinin doğru olması ihtimali bile kabul edilemez. Çünkü, ‘şia demek, yani İslam-ı nâb-ı Muhammedî, en saf, Muhammedî İslam..’ demektir..
Aynı şekilde, Ehl-i Sünnet müslümanlarına sorarsanız, onlar da, gerçek İslam’ın sadece kendi inandıkları çerçeve içinde olduğunu söyler ve kendi dışındakilerin sapkınlığını taa baştan ortaya koyarlar. Hattâ, Dünya İslam Birliği sözünü dilinden düşürmeyenler, parantez açıp, ‘İslam Birliği’nden muradımız, Ehl-i Sünnet ve’-l’Cemaat müslümanlarının birliğidir..’ diye adresi taahhüdlü olarak ayrıca gösterirler. Aynı durumun, şiî müslümanlar için de sözkonusu olduğu hatırlanmak istenmez, tabiatiyle..
Yani, yok aslında birbirimizden farkımız..
Halbuki, ‘Ben inancımın en doğru yorumuna sahib olduğumu iddia edebildiğim kadar, başka bir müslüman da aynı şekilde, kendi inancının en doğrusu olduğunu söylemek ve savunmak hakkını haizdir..’ diyebilsek, bir çok mes’ele tabiî seyri içinde hallolacak..
*
İlginçtir ki, bugün mezheb olarak isimlendirilen cereyan veya cemaatlerin, toplulukların hiç birisi Hz. Peygamber (S) zamanında da yoktu; Hulefâ’y-ı Râşidîyn döneminde de.. Bugün isimlerine mezheb tesis olunan büyük müslüman bilge kişilerin hiç birisi de, mezheb kuruyorum, dememişti.. Mezhebî yapılanmalar daha sonra meydana gelen tarihî hadiselerin, çekişmelerin, gruplaşma ve zıdlaşmaların ve hattâ düşmanlıkların ve birbirini tekfir etmelerin, kafir saymaların sevkıyle ortaya çıktı..
Şimdi, her iki tarafda da, karşı tarafı ağır şekilde suçlayan daîler, mübelliğler ve propagandacılar var.. Ortada var olan ayrılık ve düşmanlıklar, aslî itiqadî temellerden değil, tarihin, siyasetin, halkların anonim kültürlerinin ve cahillliğin ve grupçuluk anlayışlarından kaynaklanan ya da görüş farklılığından, tefsir ve yorum farklılığından kaynaklanan bir durumdur; elbette iç ve dış fitne odaklarının çabaları da ayrı..
Halbuki, her iki taraf da, başlangıçta, aynı kökten, tevhid inancından ve nübuvvet müessesesinden besleniyorlardı, ve hâlen de bu iki unsur, itiqadın aslını oluşturuyor. Ama, getirilen yorumlar farklı olabilir. Kimse, kimseye, kendi yorumunun esas alınmasını dayatamaz..
*
Bir şiî müslüman kişi, bir gün bir mollaya / hocaya gelir, der ki: ‘Hocam, filan gün evimizde bir meclis var, seçkin konaklarımız/ konuklarımız var. O gün gelip, Hz. Huseyin ve Kerbelâ Faciası’nı kendinden hiç bir şey katmadan, gerçek ne ise öylece anlatabilir misin?..’
Hoca da kabul eder.
O gün gelir..
Evde ağır konaklar /konuklar, misafirler..
Molla’yı davet ederler, ‘Buyrunuz hacı ağa..’ derler. O da besmeleyle başlar konuşmaya ve,
‘Hâzirûn-u muhterem..
Hz. Ali ile Hz. Fatıma’dan olma Hz. Huseyn, Kerbelâ’da Muaviye’nin oğlu Yezid tarafından öldürtüldü..
Vesselamualeykum. Ve rahmetullah..’ deyip susar.
Adamcağız, konuyu bir iki cümlede bitirmiştir.. ‘Hayrola üstad?’ derler..
O da der ki: ‘Bana, kendinden hiç bir şey eklemeden, çıkarmadan, gerçek ne ise onu olduğu gibi anlat.. demiştiniz.. İşin gerçeği budur. Gerisini, biz kendi duygu ve düşüncelerimize, tasavvur ve tahayyül gücümüze göre eklemelerle çıkarmalarla, tasvirlerle anlatırız. Ama, ben size kendimden bir şey eklemiyeceğime dair söz verdim.. Kerbelâ’nın gerçeği budur.’
Bu örnek aslında, hepimiz için geçerlidir. İslam tarihindeki nice hadiseleri herkes kendi anlayışına, kendi duygu ve düşüncesine ve hattâ bulunduğu cenahın tercih veya menfaatlerine göre değişik şekillerde, anlata-anlata bitiremez.
*
Bugün sanılıyor ki, bütün şiî müslümanlar devamlı, İslam tarihindeki nice büyük şahsiyetlere hakaretler edip duruyorlar.
Öyleleri yok mudur; vardır elbette..
Hattâ, sünnî müslümanlara selam bile vermeyen Hindistan’lı bazı şiî gruplar bile vardır.
İyi de, aynı şey, bizzat sünnî gruplar arasında da yok mudur, birbirine selam vermeyen..
Ya da, sünnîlerin de Âl-i Muhammed’e, (Muhammed soyuna) Ehl-i Beyt’e küfrettiği gibi yalanları yaymaktan kendi cenahını takviye etmek adına meded uman ahmak ve bayağı kimseler yok mudur? Ki, ‘fakir’ öyle birilerine çok rastlamışımdır ve öylelerine teşehhüd esnasında okuduğumuz, ‘Allahumme salli alâ Muhammedin ve alâ Âl-i Muhammed.. Kemâ salleyte alâ İbrahime ve alâ Âl-i İbrahim..’ gibi (sadece Âl-i Muhammed’e değil, Âl-i İbrahim’e de, / Hz. İbrahim soyundan/ dininden olanlara da’ salâvat gönderdiğimizi tekrarladığımda, ‘Öyleyse, sen necîs (pis) değilsindir..’ diye bana sarılan şiî müslümanlar görmüşümdür. Ki, 60 yıl boyunca, birilerince aldatılmışlardır, onlar..
Sünnî müslümanlara arasından niceleri de sanıyor ki, bütün şiî müslümanlar, sünnî müslümanların kendilerine ihtiramla yaklaştığı ilk dönem İslam büyüklerine hakaretler, beddualar ediyorlar.
Herkesi içine alan öyle bir uygulama yok.. Elbette öyle bir takım acaib tipler de yok değil.. Ama, ‘Tamam, saf ve en gerçek İslam sadece bizimkidir..’ denilerek devreye girildiği zaman.. Bir takım hocaların, mollaların kendi mensub oldukları cereyanı ayakta tutmak için, ötekileri tekfire, kafir ilan etmeye varıncaya kadar acaib düşmanlıklar yontma çabaları yok mudur? Muhammed İqbâl merhûm, hangi mezhebden olursa olsun bu gibileri 100 yıl öncelerde ağır şekilde eleştirirken, ‘Bugünün nice mollası, hocası, kafir üreten mümindir.. Çünkü, onların işi, fisebilillah fitnedir..’ demekten kendisini alamıyordu.
Daha geçen hafta, Üsküdar Belediyesi’nde katıldığın bir düğünde, Recai Kutan ağabey, Enerji Bakanı Taner Yıldız’a, ‘Çalışmalarınızı gururla takib ediyorum...’ derken; aynı masada bulunan SP’li önde gelen isimlerden, hattâ eski ünlü hocalardan bazıları, AK Parti liderlerinin tövbe etmeleri gerektiğini ısrarla belirtiyorlardı; ‘Allah’ın hükümlerine karşı çıkıyorlar..’ diyerek.. Sanki, aynı sistemin içinde başka türlü davranmışlar ve davranabileceklermiş gibi..
*
Düşündürücü bir ingiliz fıkrası var.
Bir adam bir gece, intihara karar vermiştir ve Londra’da Times nehrine atlamak üzeredir.
Köprüden geçen bir kişi onu tutar ve engellemeye çalışır. ‘İnsan olarak sana yardım etmek zorundayımb..’ der. Sonra konuşmaya başlarlar..
-Tanrıya inanır mısın..
*Evet..
-Ben de inanırım..
*Hangi dindensin?
-Hristiyan..
*Ben de.,.
-Hangi mezhebdensin?
*Anglikan mezhebinden..
-Ben de..
*Hangi kolundan.. John Baptist kolundan.. vs.
Bir sürü birlikteliklere ulaşılmıştır, hepsi güzeldir. Ama, daha alt ünitelere inildiğinde, karşı gruptan çıkar, adam.. Ve onu kurtarmaya çalışan kişi, ‘Vay alçak, demek sen de onlardansın!’ diye, bir tekme savurur ve onu sulara gömer..
Bu fıkra, aslında biz müslümanların bugünkü halini de anlatmıyor mu?
*
diriliş postası