Dokunulamayanlar"a dokunulmaya başlanmasının sancıları..
"Ergenekon" adı verilen ve bir suç örgütü olduğu iddiası etrafındaki suçlamalar henüz mahkeme hükmüyle netleşmemiş olan bir acaib yapılanmayla ilgili son gözaltı ve tutuklamalar yeni bir merhaleye gelindiğini göstermekte..
Konuya başlangıçta dudak bükenler, konuyu sulandırmaya, basit bir siyasî hesablaşma olarak göstermeye çalışanlar bile, artık durumun vahâmetini kavramaya başlamış gibiler; Baykal gibiler hariç..
O hâlâ, "Cumhuriyetle, cumhuriyet değerleriyle hesablaşılıyor.." havasında.. "Cumhuriyeti savunmanın zamanı şimdi.." diye feryad ediyor ve kendisini "Ergenekon Dosyası"nın avukatı olarak takdim ediyor, topluma..
Sanki, sözkonusu suç örgütüyle Cumhuriyet rejimi aynî imişçesine..
Belki de öyledir.. "İttihad-Terakkî"cilerin mücadele metodunun Ortadoğu"da yarım asır boyunca Baas ideolojisine ve son olarak da PKK"ya yöntem örneği teşkil ettiğini söyleyebiliyoruz da, TC"deki 80 küsur yıllık uygulamaya gelince; "Yahu, yeni bir rejim kurulurken, bazı uygulamalar kaçınılmaz olabiliyor .." diye ma"zeretler üretebiliyoruz.. Bugün "Ergenekon" diye isimlendirilen yapılanma, gerçekte "28 Şubat" zorbalığının ruhudur ve o zorbalığın en önde gelen isimleri de, "28 Şubat, gerçekte 1923"ten beri hep vardı..." demiyorlar mıydı?
"Ergenekon"un sonunun nereye varacağını kestirmek zor..
Ancaak, "Şemdinli"de olduğu gibi, kanunî imkanların kötüye kullanılması karşısında bir şey yapamayan bir yönetim mekanizmasının, bugün, nice emekli veya muvazzaf subayları, anlı-şanlı em. orgeneralleri, anlı-şanlı prof.ları gözaltına alıp sorgulatması, onların aylardır tutuklu olarak cezaevlerinde tutulması..
Bunlar bir kaç sene öncesine göre tasavvur edilemiyecek gelişmelerdir..
Ki, bu em. orgeneraller değil, hattâ daha alt rütbelerdekiler bile, "Susurluk Soruşturması" için oluşturulan "Meclis Komisyonu"na bilgi vermeleri için davet olunduklarında, oraya gelmeye bile tenezzül buyurmuyorlardı, henüz 7 yıl öncelerde...
Ama, kamuoyunun büyük bir bölümünün nazarında millet için adetâ bir "hukukî entrikalar üretim mekanizması" gibi görülen Sabih Kanadoğlu isimli eski Başsavcı"nın evinin aranması karşısında, kemalist güruh bugün daha bir şoke olmuş bulunuyor..
Nasıl olurmuş, öylesine saygın bir hukuk adamının evi nasıl aranır imiş..
Kanadoğlu, "maddî bakımdan rencide edilmediğini, bir zarar görmediğini" belirtiyor "ve amma, manevî bakımdan rencîde edildiğini, bu ülkede Yargıtay Başsavcılığı makamına kadar gelmiş birisi olduğunun unutulmaması gerektiğini" hatırlatıyordu..
Yani, kendisi aranmamalıydı..
Halbuki, "kanunlar önünde bütün vatandaşlar eşit" idi.. Ama, anlaşılıyordu ki, "bazıları daha bir eşit" idiler..
Ama, gelişmeler bu acaib eşitlik denkleminden de öteye bir mâna taşıyor..
"Ahali" ile "vatandaş"lar arası bir hesablaşmadır, gerçekte cereyan etmekte olan.. (Hani, 1930"larda gazetelerde yer alan, "Ahali denizlere koştu, vatandaş denize giremedi.." şeklindeki haber başlıklarının taşıdığı manâ var ya, işte o..)
"Vatandaş" denilenler gerçekte, laik rejimin ideolojisine, ikonuna teslim olmuş, ona pereştiş eden kesimler.. O rejimin sunduğu kanlı ve irinli lokmalarını yiyenler..
"Ahali" ise, laik/kemalist rejime kalben bağlandığına inanılmayan, laiklik imanlarından şübhe edilen bütün bir müslüman halk!..
Sahi, işbu gelinen bu derin kutublaşmada, evi arandığı için bile kıyametler koparmaya kalkışan Kanadoğlu"nun kabul edemediği de işte bu.. O ve benzerleri, milletin hangi haklarının korunması için çaba harcamışlardı?
27 Mayıs 1960"larda, 12 Mart 1971"lerde, 12 Eylûl 1980, 28 Şubat 1997 askerî darbelerinde nerede idi, bu kişi ve benzerleri ve neler yapmışlardı zorbalara alkış tutmaktan ve onlara hukuk adına vargüçleriyle destek vermekten gayri.. Ve hele "27 Nisan 2007 askerî muhtırası"nın hukuk adına en aslî entrikacı ve "azmettirici"lerinden birisi bizzat Kanadoğlu değil miydi?
Bu ülkede10 yıl başbakanlık yapan bir kişiyi en alçakça hakaretlerle dârağacına gönderenler, nice orgeneraller ve onların hukuk adına yardakçıları iken, o zaman yapılanları sorgulamayanlar, "Böyle zulüm ve zorbalık olur mu?" diyemiyenler, ülkenin Başsavcılık makamında bulunan bir kişinin evinin aranmasından, orgenerallerin gözaltına alınıp tutuklandığından dolayı feryad edebiliyorlar..
Hele, 28 Şubat 1997 post-modern askerî müdahalesi döneminde, Genelkurmay brifinglerinden hukukun nasıl olması gerektiğine dair ölçülerin süngüucu hatırlatması ve dayatmasıyla alanların şimdi hukuk adamlığı kılıfına bürünüp, hak arayışı içindeymişcesine meydana çıkma çabaları üzerinde derinden derine düşünülmesi gereken bir durumdur..
Ama, gözaltı ve tutuklamalar bu zamana kadar "dokunulamayanlar"a dokunulabildiğinin işaretlerini vermeye başlayınca..
Âdil yargı taleblerinin hatırlanması bile yine de güzel..
Ama, eski yüksek bürokratlar, istihbarat şefleri veya hâlen ordu içindeki muvazzaf subaylar eliyle, Ankara"nın ortasındaki ilginç yerlerde toprak altına gizlenmiş olan silahların meydana çıkarılması üzerine, kemalist/laik cenah tarafından yapılan yorumlara bir bakalım..
-"Efendim bunlar polis tarafından konulabilir. Tayyîb tarafından da kondurtulmuş olabilir!..
Yani, bir tuzak, bir entrika ihtimali..
Bunu iddia edenler karşısında, kim, neyi-nasıl isbatlayabilir?
"Susurluk Dosyası"nın en etkin isimlerinden, dönemin Özel Harekât Dairesi Başkan V. İbrahim Şahin ünlü istihbaratın evinde bulunan bir kroki üzerine yapılan aramada ele geçen silahlar için, "Saklayacaksam, niye oraya saklıyayım, Elmadağ"da daha boş araziler var, oralara saklardım.." diyebilmesi bile, ilginç bir savunma taktiği olamaz mı?
Kaldı ki, Susurluk Dosyası"ndan dolayı 6 sene hapis cezası almış olan ve "ülkücü" denilen kesimlerce "Efsane Yarbay" diye yaldızlanarak anılan ünlü MİT"çi ve Özel Harekât eğitimcisi em. Yarb. Korkut Eken de, "Susurluk silahları"nın bir yurtdışı operasyon için, bir TIR içinde dışarıya çıkarıldığını dile getirmiş bulunuyor!..
Ecevit döneminin Ad. Bak. Hikmet Sâmi Türk ise, "Belki de bu krokilerde ele geçirilenler Türkiye"nin gizli silahları idi.. Böylece gizli silahlar deşifre oldu.." diyebilecek kadar acaib bir mantık geliştirmiş bulunuyor..
Benzer iddiaları, ele-avuca sığmaz gibi gözüken iddialı açıklamalarıyla kamuoyunda belli bir hava oluşturmaya muvaffak olan em. Gen. Osman Pamukoğlu ve em. Alb. Erdal Sarızeybek gibi isimler de tekrarlıyorlar ve bulunan gizli silah depolarının üzerine şüphe celbetmeye çalışıyorlar..
-Efendim, böyle bir kaç bomba ve diğer silahlarla darbe mi yapılırmış?
Elbette yapılmaz, ama, bir tek tabancayla gerçekleştirilen "Danıştay Saldırısı"nın sosyo-politik atmosferin kaotik bir duruma dönüşmesinde nasıl etkili olduğu görülmedi mi?
Evet, hedef, hemen ihtilal yapmak değil..
"İttihad-Terakkî" ve hele de 1923"den beri hep varolagelen bir cinayet ekibinin yönetimdeki etkisinin azalmasına yönelik, "ahali" tarafından, herkesten daha eşit konumlu "vatandaş"lar aleyhine geliştirilen her ileri hamlenin kırılması için, bu silahlara da gerek duyulabilir..
Ve yaşanan bunca sancılar, 100 yıllık bir tahakküm mekanizmasının kırılması ihtimalinin ortaya çıkmasından dolayısıdır..
* * *
Toplum genelinin beklentilerini, uzlaşmacı bir yöntemle karşılamaya çalışıyor, diye siyasetçi suçlanabilir mi?
Laik/kemalist ideoloji temel üzerinde kurulu olan TC rejiminin mevcud kanunlar açısından, iktidar makamında milletin büyük kesiminin rey ve iradesiyle bulunan Tayyîb Erdoğan ve ekibine karşı genelde sempatiyle yaklaştığımı ve eleştiri yaptığım zaman da oldukça mülayim bir uslûb kullandığımı zaman zaman bazı okuyucular eleştirmekteler..
Eleştiriler hakaret boyutuna varmadığı müddetçe, dikkate alır ve dikkatle anlamaya çalışırım..
Ancak bu gibi eleştirilerde bir noktanın unutulduğunu görüyorum genelde..
Ben, laik/ kemalist rejimin temel mentalitesinin yanlışlığına devamlı vurgu yapan birisi olarak, baştan bozuk olan bir sistemin zamanla düzeleceğine ihtimal verecek kadar saf değilim.. (Ayrıca bu iktidardan dolayı hukukî durumumunda hiç bir iyileşme de olmamıştır, bu konuda şahsî olarak hiçbir beklentim de yoktur, onu da bilhassa belirtmeliyim.. Yeter ki, benim hedeflerime, geçmiş hükûmetler gibi hışımla saldıran bir tavır sergilemesin, halkın irade ve arzularını boğmaya çalışmasın.. )
Bu temel anlayış içinde, TC rejiminin egemen olduğu sosyal bünyedeki bütün sosyo-politik güçler gibi, Tayyîb Erdoğan ve ekibinin de, inkılabçı/ devrimci bir metodu değil, uzlaşmacı bir metodu benimseyerek, bu rejimin egemen güçlerinin koyduğu kurallar içinde kalarak siyaset sahnesinde vermeye çalıştığı hizmet ve üstlenmeye çalıştığı rolleri de bütünüyle teyid etmesem de, bu sistem içinde yapılabilecek olanların en mümkününü yapmaya çalıştığını ve Türkiye"de, bu sosyal yapı içinde, müslüman halk kitlelerinin Tayyîb Erdoğan ve ekibinden daha iyi bir kadroyu bugün için işbaşına getirmek durumunda olmadıklarını da düşünüyorum..
Baskı dönemlerinde darmadağın olduğu bilinen büyük kitleler, sosyal organizasyonlarını bu yönetim sırasında daha da güçlendirmenin yollarını geliştirmelidirler; Tayyîb Bey"i lanetlenemek için çırpınacaklarına..
Kalblerde olanları ise, Allah bilir.. Resul-i Ekrem (S) bile, "Ben kalblerde olanı okumak için gelmedim.." buyurmuştur .. Başkalarının kalbini de okumadık, ama, nicelerinin, hiç bir zarûret olmadığı halde, kendi öz fikirleri ve yaşayış tarzları olarak dile getirdikleri öyle görüşler vardır ki, onların değerlendirmesini yapmak için kalb okumaya da gerek yokktur..
Benim desteğim bu yüzdendir ve kerhendir.. Bu benim yanılgım olabilir.. Ama, benim yanılgıda oluşum ihtimali ile, beni eleştirenlerin yanılgıda olması ihtimali belki eşdeğerdedir..
Bu ekipten daha iyi kadrolar varolduğunu söyleyenler de elbette çıkabilir, ama, bu sosyo-politik bünye içinde etkili şekilde yer almak için sadece iyi insan olmanın yetmediği de açık..
* * *
"Siyonist yahudiler" bir canavar kadar bile olamadılar!"
Siyonist İsrail rejiminin gerçekte Amerika demek olduğunu söylediğim için, bazı okuyucular, "İsrail"in karşı konulamaz bir güç olduğunu" göstermeye âlet olduğumu zannediyorlar..
Ben öyle birşey söylemiyorum.. Sadece, siyonist yahudilerin "silahlı haydutlar çetesi" durumundaki İsrail rejiminin korkunç cinayetlerine karşı mücadele vermek için hayalhanelerimizde kahramanlık nutukları söylemenin yetmiyeceğini, nasıl bir düşmanla karşı karşıya bulunduğunun anlaşılması gerektiğini anlatmaya çalışıyorum..
Kolay değil, çetin bir mücadele..
Nitekim, Amerikan emperyalizminin başı olan Bush, başkanlık vazifesinden ayrılmasına ramak kalmışken bile, gider ayak yaptığı son basın toplantısında, , "Gazze'de sürdürülebilir bir ateşkesin yalnızca, Hamas'ın İsrail'e roket atmayı durdurması şartiyle" olabileceğini, aksi halde, İsrail"in kendisini savunma hakkını kullanmayı sürdüreceğini söyleyerek İsrail"le Amerika"nın "yapışık kardeş" olduğunu bir daha belgeliyordu, 12 Ocak günü..
Siyonist yahudiler de, iki bin yılı aşkın nice büyük acılar sonunda, bugün İsrail adını verdikleri Filistin topraklarında gasb, entrika ve barbarca cinayetler yoluyla da olsa bir vatana kavuştuklarını unutmuyorlar ve bu gasblarından öyle kolayca da vazgeçmiyeceklerdir..
Bâtıl bir temele dayansa bile, kendilerince bir "inanç savaşı" veren siyonist yahudiler karşısında ise..
Müslümanlar henüz yeni yeni uyanıyorlar. Filistin için, müslümanların inanç temelinde mücadeleye başlamasının tarihi, henüz, birkaç yıllık.. 1930"lu yıllarda Şeyh İzzeddin Qassam liderliğindeki mücadele dışında, şu son yıllarda Şeyh Ahmed Yâsin ve Dr. Abdulaziz Rantisî gibi liderlerin öncülüğünde, HAMAS gibi kurumlar aracılığıyla şekillenen bir çetin mücadele, henüz yolun başında..
Bu çetin savaş, hayâlî kahramanlık nutukları veya saldırılarıyla değil, inanç ölçülerimizin çerçevesi içinde kalarak, sonuna kadar devma edecektir. Ve amma, bunun uzun soluklu bir mücadele olacağı asla unutulmamalıdır..
"Siyonist yahudi"lerin korkuları da bundan... HAMAS"ın vermekte olduğu ve nicelerine ümidsiz gibi gözüken bu mücadelenin bir inançtan, inanç değerlerinden kaynaklanması ve haklılık inancına dayanması yüzünden, siyonist yahudiler ve onların silahlı haydutlar çetesi İsrail rejimi, dehşete kapılıyor ve doğru dürüst bir savunma silahı ve imkanı olmayan bir halkı, işte bunun için yok etmekten başka çare göremiyor..
Ama, o bu zulmünün kanında, mazlum kanlarında boğulacaktır, inşaallah.. Nice zâlimler vardır ki, döktükleri mazlûm kanlarında boğulmaktan kurtulamamışlardır..
Ama, böyle bir çetin mücadele içinde, müslüman kitlelere, (Maide -64"deki gibi) bazı âyetlerin sadece lafzının "zafer garantisi" gibi gösterilmesinin, "dünyevî ölçülerde bir zafere ulaşılmaması" durumunda, nicelerinin inanç açısından sarsılmasına vesile olabileceğini de unutmamak gerekmektedir.. Ki, geçmişte nice müslüman (ve de prof.) hocaların, "filanca âyeti, yatsı namazından sonra kırk gece okursanız, fakirlik diye bir şey kalmaz.." gibi "acaib ekonomik" reçetelerine inanıp emeline kavuşamıyan ve darlık/ yoksulluk içinde kıvranan kimselerin inanç sarsıntısı geçirmelerindeki gibi bir durum tekrarlanabilir..
*
Bu arada, "siyonist yahudiler"in nasıl bir barbarlık ve anlayışına sahib olduklarını anlamak açısından, 12 Ocak 09 günü medyaya yansıyan bir habere bakmak bile yeter.. Haber, "Katliâmı seyretmeye doyamadılar.." başlığıyla verilmişti ve ilk cümlesi şöyleydi: "İnanılmaz ama gerçek. İsrailliler bu haftasonunu çok farklı bir "eğlence" ile geçirdiler. Sinemaya gider gibi Gazze sınırına gidip, öbür taraftaki katliâmı canlı canlı izlediler."
Bu giriş cümleleri, "siyonist ideoloji"nin insanları nasıl "habis ruhlu" bir canavara dönüştürdüğünü anlatmıyor mu? Ki, haberin filminde, bu ailelerin yanlarına çocuklarını alıp getirdikleri ve Gazze"ye yapılan her bombardımanda çılgınca sevinç çığlıkları ve alkışların yükseldiği ve hatıra fotoğrafları ve filmleri çekildiği de görülüyordu...
Onlar piknik yapıp "bombalar altındaki Gazze manzarasının seyrine doyamazken", Gazze'de ölü sayısı 1000'i geçiyordu.. (Haa, bu arada bir avuç da olsa, bu barbarlığa karşı çıkan ve siyonist olmayan yahudilerin olduğu da unutulmamalı..)
Onlar bu zulmü işlerken, ben bana gönderilen bir müthiş sahneyi, bir "leopar"ın babunia denilen bir hayvanı av olarak yakalayışını gösteren sahneleri seyrediyordum.. Tam belli olmuyordu, ama, herhalde goril cinsi bir hayvan olmalıydı, avlanan hayvan.. Ancak, "leopar"ın kendisini yakaladığı tam o sırada bu hayvancağız doğum yapıyordu.. Leopar, avını boğazından sürükleyerek bir ağacın dalları üstüne çıkardığı sırada yavrusu dünyaya geldi.. Leopar, avını bıraktı, dakikalarca o yavruyla meşgul oldu, onu incitmeden dişleri arasına alıp tehlikesiz yerlere taşıdı, onu yaladı, kucağının sıcaklığına alıp uyuttu.. Ve kendisi de öylece uykuya daldı..
Düşündüm ki, bu "siyonist yahudiler" bir canavarın, avının yavrusuna gösterdiği ilgiyi bile gösteremiyecek kadar insan sûretinde, câni ruhlular..
haksözhaber