Mücahit Gültekin
Türkiye mutlak bir samimiyet ve safiyetle kuvvetlerinin kontrolünü eğitim, organizasyon ve lojistik destek bakımından Amerikalıların eline bıraktı. Fakat Amerika cömert olduğu nispette hesaplı ve geleceğe ait planlı bir çalışma içinde olduğundan: malzeme, silah ve bilgi ile beraber kendi askeri usullerini de Türkiye'ye getirdi. Bütün ikmal kaynaklarımızı elinde topladı. Tek satıcı, tek verici durumuna geldi.
"Düzeni çok iyi kurmuştunuz. Hep bizim adımıza, bize benzemeyen insanlar çıkarıyorduk aramızdan."
(Tutunamayanlar-Oğuz Atay)
***
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan BM Genel Kurulu için gittiği Washington'da, Türken Vakfı'nın verdiği yemekte, eğitim için Batı'ya gidenlerin Batı'nın gönüllü ajanları haline geldiğini söyledi. Erdoğan konuşmasında tarihi öneme sahip şu açıklamaları yaptı:
"Kendi milletine tepeden bakan, kendi değerlerinden tiksinen bu sözde aydınların bize verdikleri zararı emin olun düşman dahi vermemiştir. Çünkü bunlar ülkesinin menfaatleri için çalışmak yerine yabancı şirketlerin, devletlerin, kurum ve kuruluşların çıkarlarına hizmet etmişlerdir. Geçmişte Türkiye'nin sanayi hamlelerini daha emekleme aşamasındayken sabote edenlerin bunlar olduğunu görüyoruz. Bu kesimlerin ülkemizin her açıdan dışa bağımlı olması için özel çaba harcadıklarına da şahit oluyoruz. Bunların ihanet edemeyecekleri hiçbir değer, hiçbir ilke yoktur.".
Erdoğan'ın yaptığı açıklamaların altı tıka basa doludur. FETÖ, 1720 yılında 28 Çelebi Mehmet'in Fransa'ya gidişiyle başlayan bu acıklı tarihin devam ettiğini gösteren bir halkadır. Kuşkusuz FETÖ bu tarihin çok ama çok küçük bir parçasıdır.[1]
*
28 Aralık 1938'de başladığı Milli Eğitim Bakanlığı'nı 7 yıl 7 ay sürdüren Hasan Ali Yücel, 1925'te Milli Mecmua'da, I. Dünya Savaşı'nın sonunda Avrupa Medeniyeti'nin Türklere "sıfır" verdiğini yazmış ve şunları söylemişti (Bora,2017):
Bu numaraya razı olmadık. Çekişe, çekişe, mümeyyizleri bütün beşeriyet olan bir heyet huzurunda tekrar tekrar imtihan olduk; İstiklal Harbi'ni kazandık demek, bize verilen sıfırı tam numaraya kalb ettik [dönüştürdük] demekti. İkmal imtihanından pek mükemmel, yüzümüz ak bir halde çıktık.
Batılı olmak için Batı ile savaşmak, Türkiye'nin "Batılılaşma imanını" yansıtması açısından oldukça çarpıcıdır. Bora'nın da belirttiği gibi, Batı'yla savaşırken bile Batı bizim hocamızdır. Türklerin Batı tarafından aşağılanmış olması, hor ve hakir görülmesi, Türk siyasal ve kültürel elitinin Batılılaşma arzusunu saplantılı bir tutkuya dönüştürmüştür. Tarık Zafer Tunaya'nın (1999), Yücel'in yazdıklarını teyid eden İstiklal Harbi tanımı sarsıcıdır: "Batı'ya karşı Batılılaşmak için."
Kendine Batılıların gözüyle bakan (self oryantalist bakış) bu patolojik ruh 1699'dan sonra yavaş yavaş Osmanlı seçkinlerine yerleşmeye başlamıştır. Özellikle Islahat Fermanı'ndan sonraki yıllar Batı'nın Osmanlı'yı eğitim-kültür yoluyla işgal ettiği yıllar olacaktır.
Osmanlı Devleti'nin tuttuğu istatistiklere göre 1897 yılında İmparatorluk sınırları içinde gayr-i müslim okul sayısı 6 bin 739 adet idi (Mutlu, 2005). 1913 yılında bu rakam 13 bin 18'e çıkmıştır. Bu okullardaki öğretmen sayısı ise 21 bin 469'dur (Canyaş ve Canyaş, 2012). Uygur Kocabaşoğlu (2000) Anadolu'daki Amerika adlı kitabında, 1900'lü yıllara gelindiğinde İstanbul ve Anadolu'daki 400'ü aşkın okulda 17 bin 500 öğrencinin eğitim gördüğünü söylemektedir. Kocabaşoğlu, 1913-1914'lü yıllarda İmparatorluk dahilindeki Sultani ve İdadilerde okuyan öğrenci sayısının 6 bin 800 olduğunu belirterek: "Orta ve lise düzeyindeki Amerikan misyoner okullarıyla buralarda okuyan öğrenci sayısı, hemen hemen bu tutarın yarısına yakındır!" demektedir. Amerikan okulları Anadolu'nun her köşesine yayılmıştı; Antep, Arapkir, Tokat, Kayseri, Halep, Maraş, Sivas, Harput, Urfa, Antakya, İzmit, Musul, Diyarbakır, Mardin, Bitlis, Edirne, Adana...
Bu okulların en etkilisi daha sonraları Boğaziçi Üniversitesi'ne dönüşecek olan Rockefeller Vakfı'yla işbirliği içinde çalışan Robert Kolej'di. Robert Kolej 1863 yılında ABD'nin ülke sınırları dışındaki ilk koleji olarak kuruldu.
Üsküdar Amerikan Kız Koleji'nden mezun "ilk Müslüman kız" olma payesine sahip olan Halide Edip Adıvar bir İngiliz Gazetesi'nde yayınladığı "Türk Kadınının Geleceği" başlıklı yazısında şöyle diyordu (Jenkins, 2008):
İstikbaldeki kız okullarımızda İngiliz etkisinin yerleşmesi ve İngiliz lisanının öncelikli dil olarak öğretilmesi için elimizden gelenin en iyisini yapacağız... Özellikle İngiltere ve Amerika'da ziyadesiyle medenileşen kadınlığa bugünkü Türk kadının haykırışı şudur: Medeniyet görmemiş yerlere gidin ve bize öğretin, kenar mahallere doğru inin. İngilizlerin, Türkiye'nin dört bucağına okullar açmasını Türk anneleri sevinçle kabul edeceklerdir...Ekmek ve sudan, diğer isteklerimizden daha çok, bilgi ve Anglo-Sakson etkisini arzu ediyoruz.
Soğuk Savaş dönemi Türk düşünce dünyasını incelediği kitabında Cangül Örnek (2015) Adıvar'ın mezun olduğu Üsküdar Amerikan Kız Koleji'nin Amerikan belgelerinde yer alan ilginç bir yazışmasını aktarmaktadır:
... en nüfuzlu kişiler kızlarının, körpe yaşlarında, ABD'nin etki alanına girmelerine izin vermeye istekli. Burada bu kızların gençlik gelişimi ve selameti bir Amerikan kurumu gözetiminde olacaktır. Açıktır ki, okullara gelen bu kızlar her kuşakta önde gelen adamların eşleri olacaktır ve tabii ki geleceğin liderlerinin de anneleri.
Hester D. Jenkins (2008) de Amerikan Kız Koleji'ne kaydolmak için Anadolu'nun farklı bölgelerinden sayısız başvuru geldiğini belirtiyor. Kolej'in ilk müdiresi Marry Mills Patrick ise 1910 yılında: "[üstelik] bunlar ne ücret istenirse ödemeye hazırlar." diye yazmıştı.
Adıvar 1950 seçimlerinde Demokrat Parti listesinden bağımsız milletvekili olurken, o yıllarda Amerikan kültür ve yaşam tarzının ülkemize yerleşmesi için kalemini var gücüyle kullanan Ahmet Emin Yalman da yüksek tahsilini Amerika'da yapmıştı.
Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü'nde yöneticilik dersleri vermiş olan Richard Podol'un 1975 yılında hazırlamış olduğu raporda yazılanlar, Amerikan Kız Koleji'nin Amerikalı yetkililerle yaptığı yazışmalarda geçen "geleceğin liderlerinin annelerinin" yetiştiğini doğrular görünmektedir (Değer, 2004):
On yıldan fazla bir zamandır Türkiye'de faaliyette bulunan Amerikan yardım programı bir zamandan beri meyvelerini vermeye başlamıştır. Önemli mevkilerde Amerikan eğitimi görmüş bir Türk'ün bulunmadığı bir Bakanlık ya da bir İktisadi Kamu Kuruluşu hemen hemen kalmamıştır. Bu kimseler halen bulundukları örgütte "ileri güç" niteliğini taşımaktadır. Genel müdür ve müsteşarlık mevkilerinden daha büyük görevlere kısa zamanda geçmeleri beklenir. AID[2] bütün gayretleri bu gruba yöneltmelidir. Geniş ölçüde Türk idarecilerinin indoktrine etmek gerekir. Burada özellikle orta kademe yöneticiler üzerinde durmak yerindedir. Amaç bunlara yeni davranışlar kazandırmaktır. Bu grubun yakın gelecekte yüksek sorumluluk mevkilerine geçecekleri düşünülürse bütün gayretlerin bu kimseler üzerinde toplanması mantık açısından doğrudur.
*
II. Dünya Savaşı'ndan sonra ikili anlaşmalarla Amerika Birleşik Devletleri'nin kontrolüne gire Türkiye, Demokrat Parti iktidarından önce ABD ile çok önemli 3 adet ikili anlaşma imzalamıştı. Bunlardan biri askeri (Truman yardımı, 12 Temmuz 1947), biri ekonomik (Marshall planı, 4 Temmuz 1948), diğeri ise eğitim anlaşmasıydı (27 Aralık 1949). ABD Başkanı Truman 12 Mart 1947'de Kongre'de yaptığı konuşmada Türkiye ve Yunanistan'dan seçilecek askeri ve sivil personelin ABD'de eğitilmesi ve yetiştirilmesi için yetki istemişti. 12 Temmuz 1947'de yapılan anlaşmadan sonra Türk ordusu hızlı bir biçimde Amerikan kontrolüne girdi. 27 Mayıs 1960 Darbesi'nin önemli isimlerinden Kurmay Binbaşı Orhan Erkanlı (daha sonra tasfiye edilen 14 kişiden biri) Truman Doktrini'nden sonra Türk ordusunda yaşanan değişimi şöyle aktarıyor (Erkanlı, 1973):
Türkiye mutlak bir samimiyet ve safiyetle kuvvetlerinin kontrolünü eğitim, organizasyon ve lojistik destek bakımından Amerikalıların eline bıraktı. Fakat Amerika cömert olduğu nispette hesaplı ve geleceğe ait planlı bir çalışma içinde olduğundan: malzeme, silah ve bilgi ile beraber kendi askeri usullerini de Türkiye'ye getirdi. Bütün ikmal kaynaklarımızı elinde topladı. Tek satıcı, tek verici durumuna geldi.
Kısa zamanda ordumuzun kuruluşunu da değiştirdik, kuruluşları Amerikalılara benzetirken, personel ve malzeme kadrolarını da aynen aldık. Siyasi alanda hükümeti büyüleyen "küçük Amerika olmak" hayali askerlerde de vardı ve "kardeş Amerikan ordusu olmak" hayaline doğru sür'atle yol aldık.
Kuruluşları ve kadroları değişince; eğitim ve ikmal usulleri taktik (tabiye) kurallarını da değiştirmek faydalı mütalaa edildi. Amerikan ordusunun ikmal ve eğitimle ilgili bütün kitaplarını (talimatnameler) tercüme ettirerek aynen uygulamaya başladık; hatta o kadar ki, Amerikalıların idare talimatnamesinde "PAPAZ" yazılan yere biz "ALAY İMAMI" koyacak kadar tercümeye sadık kaldık. Kıyafetten kara kazana kadar her şey değişti, bütün askeri okullarımız Amerikan askeri okullarına benzetildi.
Bu işin askeri tarafıydı. Sözünü ettiğimiz 27 Aralık 1949 Tarihli Eğitim Komisyonu Kurulması Hakkında Anlaşma acıklı tarihimizin en trajik halkalarından birini oluşturur. Türk eğitim sistemini Amerika Birleşik Devletleri'nin Dış İşleri'ne bağlayan bu anlaşmaya göre Türk eğitimine yön verecek bir komisyon kurulması karara bağlanıyordu. Bu komisyonun 4'ü Türk, 4'ü Amerikalı olmak üzere 8 üyesi bulunacak ve Amerikan Büyükelçisi bu komisyonun başkanı olacaktır. Oyların eşit olması durumunda başkanın oyu belirleyici olacaktır.
Anlaşmayı TBMM bir yasayla onayladı. Yasanın gerekçesi, dramatik olduğu kadar Meclis'in ABD'yi nasıl gördüğü hakkında da bir fikir vermektedir (Yetkin, 2006):
Amerikan Hükümeti, harpten sonra ordusu elinde kalan fazla malzemenin satışı için müteaaddit devletlerle anlaşmalar yapmış[3] ve gerek bu devletleri mezkur satışların hasılatını dolar olarak ödemek külfetinden kurtarmak, gerekse bu vesile ile Amerika kültürünü yaymak gayesiyle,anlaşmalarla tahassül eden alacakların bu memleketlerde kültürel gayelere sarfını temin edecek kültür anlaşmaları imzalamıştır.
Anlaşmadan sonra Türkiye ve ABD arasında yoğun bir öğrenci-öğretmen-akademisyen ve araştırmacı değişimi programı uygulandı. İstatistikler bu değişim programında Türkiye'nin eğitilen, ABD'nin ise hoca olduğunu açıkça ortaya koymaktadır:
1945-1960 yılları arasında Türkiye'den ABD'ye eğitim için gidenlerin %69'unu öğrenciler oluştururken, ABD'den Türkiye'ye gelenlerin %50'sini Üniversite öğretim görevlileri, %41'ini öğretmen ve sadece %9'unu öğrenciler oluşturmuştur. 1950-60 arasında eğitim amaçlı ülkeye gelen yabancı uzmanlardan 41'i Amerikalıdır (Soran, 2010). Bu rakam yabancı uzmanların %93'üne tekabül etmekte ve Türk eğitim sisteminin Amerikalı uzmanların rehberliğinde dönüştürüldüğünü göstermektedir.
Türk eğitim sisteminin dönüşümünde Amerikan Vakıfları'nın öncü rolü oldukça önemlidir. Özellikle Ford Vakfı, Eisenhower Vakfı ve Rockefeller Vakfı Türkiye'nin kültürel ve siyasi hayatına yön vermiş pek çok ismi burslarıyla desteklemiştir. Süleyman Demirel Eisenhower Vakfı'nın bursuyla ABD'de eğitim gören ilk kişi olmuştur. Başkanlığını genellikle bir önceki Amerikan Başkanı'nın yaptığı Eisenhower Vakfı 100'ün üzerinde ülkede faaliyet göstermektedir. Bu vakfın mütevelli heyetinde bir dönem Vehbi Koç ve Süleyman Demirel de yer almıştır. Vakfın şimdiki başkanlığını Amerikan eski Dış İşleri Bakanı Colin Powell yapmaktadır.[4] Halihazırda ABD eski Dış işleri Bakanı Madeleine Albright'ın da üyesi olduğu Vakfın mütevelli heyetinde Türkiye'den Doğuş Holding'ten Ferit Şahenk, Karamancı Holding'ten Mehmet Fatih Karamancı ve Kale Holding'ten Osman Okyay yer almaktadır.[5]
Rockefeller Vakfı'nın desteklediği kişiler arasında önemli isimler vardır. Şüphesiz en önemli kişi bu vakfın bursuyla 1957'de Amerika'da bir yıl kalan Bülent Ecevit'tir. Diğer önemli kişiler arasında şu isimler bulunmaktadır: İstanbul Üniversitesi'nden Zeki Velidi Togan, Ahmet Hamdi Tanpınar, Vahit Turhan, Hıfsı Timur, Ömer Lütfü Barkan, Tarık Zafer Tunaya, Berna Moran, Meliha Terzioğlu, Nezihe Öztan; Ankara Üniversitesi'nden Akdes Nimet Kurat, İhsan Doğramacı, İzzet Kandemir, Hamit Dereli, Zeki Faik Ural, Sevim Bike Örnek, İrfan Şahinbaş, Cahit Sökmen, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Zafer Paykoç; Milli Eğitim Bakanlığı'ndan Kadri Yörükoğlu. Türk-Amerikan Üniversiteliler Derneği'nden Aydın Yalçın da Rockefeller Vakfı'ndan burs almıştır. Rockefeller Vakfı kurumsal bazda da ekonomik yardımlarda bulunmuştur. 1956 yılında Robert Kolej'e 350 bin dolar destek veren Vakıf, 92 ülkede 250'den fazla enstitüye destek sağlamıştır (Keskin, 2010).
*
Biz, 15 Temmuz Darbe Girişimi'nin hemen ardından yazdığımız "Darbecileri Nasıl Bir Eğitim Anlayışı Yetiştiriyor?" başlıklı yazımızda şunları söylemiştik:
Darbeci generallerden bazılarının CV'sine baktım. Oku oku bitmiyor... Amerika, Avrupa hepsini görmüşler. Dünyanın en "şaşaalı" kurumlarından madalyaları var. İngilizceleri su gibi...
Matematik, fizik süper ama zerre kadar merhamet yok. Zerre kadar ahlak yok. Zerre kadar onur yok.
Allah'tan Kazım abi, Yusuf usta, Emine abla bunların karşısına çıktı da ülkemizi Amerika, İsrail ve NATO'ya peşkeş çeken bu "okumuş çocukların" elinden bizi çekip aldı.
Oysa biz çoğu zaman neyle gururlanıyoruz farkında mıyız?
Neymiş efendim;
John Hopkins Üniversitesi'nden diploması varmış.
Doktorasını Washington DC de yapmış...
Üç dili birden akıcı bir şekilde konuşurmuş. Falan filan.
Bunların hepsinin Kazım abinin kan bulaşmış terlikleri kadar değeri var mı?
"Sadece İncirlik'ten Değil Hollywood ve Harvard'dan da Kurtulmalıyız" başlıklı yazımızda da benzer şeyleri vurgulamıştık. Bugün ülkemizdeki eğitim kurumlarının (özellikle yüksek öğretimin) Amerikan dünya görüşünün taşıyıcısı kurumlara dönüştürülmüş olması bir numaralı sorunumuzdur. Dipnotta da ifade ettiğimiz gibi, Batı'da eğitim görmüş olmak tek başına mesele değildir. Temel sorunumuz, bunun bir "imtiyaz ve değer" olarak görülmesi, övünç kaynağı kabul edilmesidir. Öyle ki, Batı'nın değerlerini içselleştirmiş pek çok aydın ve akademisyenimiz, Batılı epistemolojinin dışına çıkarak düşünebilme yeteneğini kaybetmiştir.
Bu tam da ABD Savunma Bakanı Robert McNamara'nın 1967 yılında Amerikan Kongresi'nde yaptığı bir konuşmada kastettiği şeydir:
"Birleşik Devletlerdeki ve yabancı ülkelerdeki askeri okullarımızda, eğitim merkezlerimizde eğittiğimiz subaylar, Amerikalıların ne yapmak istediklerini ve nasıl düşündüklerini gayet iyi bilen kimseler olup, liderlik mevkiinde bulunmalarının ne kadar önemli olduğunu belirtmeye ayrıca gerek duymuyoruz."(Magdoff, 1997).
Kaynaklar:
Bora, T. (2017). Cereyanlar Türkiye'de Siyasi İdeolojiler, İletişim Yay., İstanbul.
Canyaş, H., Canyaş, F. O. (2012). Osmanlı’dan Günümüze Misyonerlerin Kültürel Alandaki Faaliyetleri, TÜBAR-XXXI-Bahar
Değer, M. E. (2004). Oltadaki Balık Türkiye Emperyalizmin Tuzaklarındaki Ülke Otopsi Yay.,İstanbul.
Erkanlı, O. (1973). Anılar...Sorunlar...Sorumlular, Baha Matbaası, İstanbul.
Jenkins, H. D. (2008). Robert Kolej'in Kızları Misyonerlik Feminizm Yabancı Okullar, Dergah Yay., İstanbul.
Keskin, S. (2010). Menderes Dönemi Türk-Amerikan Eğitim-Kültür İlişkileri, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Kafkas Üni. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Ana Bilim Dalı
Kocabaşoğlu, U. (2000). Anadolu'daki Amerika Kendi Belgeleriyle 19. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğundaki Amerika Misyoner Okulları, İmge Kitabevi, Ankara.
Magdoff, H. (1997). Emperyalizm Çağı, Sosyalist Yay.,İstanbul.
Mutlu, Ş. (2005). Osmanlı Devleti'nde Misyoner Okulları, Gökkubbe Yay., İstanbul.
Örnek, C. (2015). Türkiye'nin Soğuk Savaş Düşünce Hayatı Antikomünizm ve Amerikan Etkisi, Can Yay., İstanbul.
Soran, V. (2010). Türk Eğitim Sisteminde Amerikan Etkisi 1945-1960, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İlköğretim Anabilim Dalı
Tunaya, T. Z. (1999). Batılılaşma Hareketleri I-II, Yenigün Haber Ajansı Basın Yay.
Yetkin, Ç. (2006). Karşıdevrim 1945-1950, Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Yay., Antalya
[1] Fransızca agent kelimesinden Türkçe'ye geçen ajan kelimesi Türk Dil Kurumu Sözlüğü'nde: "Bir kimsenin, bir ortaklığın ya da bir devletin işlerini yapan kimse" olarak tanımlanmaktadır. Arapçası "casus"tur. Siyasal anlamda bu kelime, bir siyasi merkez hesabına (devlet ya da bir örgüt) rakip devletin ya da örgütün içinde profesyonel olarak (genellikle maaş ya da maddi bir kazanç karşılığında) bilgi toplama amaçlı çalışan kimseyi ifade etmektedir. Şüphesiz Batı'da eğitim görmüş herkesin bu anlamda bir ajan olması söz konusu değildir. Cumhurbaşkanı'nın da ifade ettiği "gönüllü ajan" kavramı daha çok, dünyaya eğitim gördüğü ülkenin değerleri çerçevesinde bakan kişiyi ifade etmektedir. Böylesi kişiler, Podol Raporu'nda da geçtiği gibi, "indoktrine" (Kültürel olarak aşılanmış, koşullandırılmış) edilmiş kişilerdir ve çoğu zaman farkında olmadıkları bir zihinsel işgale maruz kalmışlardır. Bu noktada Türkiye kişilerden daha çok kurumsal bazda indoktrine edilmiş bir ülkedir.
[2] Uluslararası Kalkınma Ajansı. Amerika'nın yardım programını organize eden kuruluş.
[3] 27 Şubat 1946 tarihinde Türkiye ve ABD arasında 60 Milyon Dolarlık Kredi Hakkında Anlaşma imzalandı. Anlaşmanın, verilen kredinin geri ödeme biçimine ilişkin maddesi, ülkemizde pek çok kişinin aşina olduğu Arkansas Senatörü William Fulbright tarafından önerilmişti. Bu maddede "Yabancı hükümetler ABD'ne olan borçlarını geri ödemek yerine bu paraları kendi merkez bankalarında ulusal para birimleri ile Amerikan hükümeti adına tutmalı ve bu kaynaklar sadece bu ülkeler ile ABD arasındaki eğitim değişim programlarında kullanılmalı" denilmekteydi.
[4] Vakfın halihazırdaki başkanı olan Powell, Bush döneminde Dışişleri Bakanlığı yapmıştır. Teamülen bir önceki Amerikan Başkanı Vakfın başkanlığını yapmaktadır, Powell istisnadır.