Alman millî takımından istifa eden Mesut Özil biraderimiz, Cumhurbaşkanı Erdoğan’la çektirdiği fotoğrafları ve dahî oynadığı futbolu gölgede bırakan büyük bir tartışmayı ateşledi. Tartışmanın bir tarafında ırkçılık meselesi, öbür tarafında entegrasyon meselesi var. ‘Tamam, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı meselesi ile yüzleşelim; ama bu meseleyi büyüten entegrasyon meselesini de görmezden gelmeyelim’ deniyor. Sonuçta yine ırkçılığın, en azından kültürel ırkçılığın değirmenine su taşınıyor. Naçiz kanaatim o ki, Avrupa’da en masumuna görünümlü entegrasyon edebiyatı bile ‘öteki’yle makul bir zeminde anlaşma temayülünü değil onunla her hâlükârda didişme temayülünü yansıtıyor. Bu hususta seneler evvel yaşadığım bir tecrübeyi Karar okurlarıyla paylaşmak isterim. *** Beni de muharrirden sayıp bir grup muharrirle beraber Hollanda’ya davet ettiler; bazı mahalli idarecilerle ve bilhassa bir nevi bakan vazifesi gören belediye entegrasyon mesulleri ile görüştürdüler. Mezkûr zevat mütemadiyen ‘Olmuyor, olmuyor’ deyip durdu. Bizim Türkler ve sair Müslümanlar entegrasyona mütemayil değillermiş. Bir de, yan gelip yatarmış bizimkiler; çalışmadan maaş alırlarmış devletten, sosyal güvenlik sistemine yük teşkil ederlermiş. Türk ve Müslüman düşmanlığının sebebini sorduğumuzda ise her şeyden evvel işsizlik meselesinden bahsettiler, ‘Vatandaş, işyerlerini Türklerin kapmasından şikayetçi’ dediler. Ben de dedim ki: “Lütfen karar veriniz; bizimkiler yan gelip yatıyor mu yoksa bütün iş yerlerini mi dolduruyor?” Cevap veremediler. Kızgın kızgın sustular. En son, Den Haag Üniversitesi rektörü, Den Haag Belediyesi Entegrasyon Mesulü ve mezkûr üniversitede tahsil gören iki Türk genci (biri kız, biri oğlan) ile bir araya geldik. Hollandalı yetkililer gene ‘Türkler şöyle entegre olmuyor, böyle entegre olmuyor’ diye konuşunca, “Af edersiniz, entegrasyon mevzuunda en çetin mesele hangi meseledir?” diye sordum. Beklediğim gibi, “Lisan meselesi” dediler. Kıza dönüp, “Siz buradaki üçüncü nesildensiniz; Hollanda lisanını su gibi konuşuyorsunuz, değil mi?” diye sordum. “Evet” dedi. “Akranlarınız da öyledir, değil mi?” diye sordum. “Evet” dedi. “İkinci nesil nasıldır?” diye sordum. “Onlar da öyledir” dedi. “Öyleyse” dedim, Hollandalılara dönerek, “Lisan meselesi birinci nesilden ibaret. Sizi temin ederim ki o nesil 10-15 sene içinde tükenip gidecek. 10-15 senelik bir mesele için kendinizi böyle hırpalamayınız.” “Ama” dediler, “Herkes burada doğup büyümüyor ki. Evlilik yoluyla sonradan gelenler de oluyor, onlar lisanımızı doğru dürüst öğrenmiyorlar.” “Doğrudur” dedim, “10 sene, 20 sene Hollanda’da yaşadıkları halde lisanınızı hâlâ aksanlı ve bozuk konuşuyorlar, değil mi? Ama biz, memleketimize 500 sene evvel gelen Yahudilerin birçok torununun Türkçeyi hâlâ aksanlı ve bozuk konuşmasından hiç rahatsız olmaz, bilakis bunu sevimli buluruz. Sizinle aramızda böyle bir mantalite farkı var.” Ülkemizin muhtelif mıntıkalarına muhtelif aksanların konuşulduğunu, bunun bir zenginlik ve güzellik teşkil ettiğini, aynısının Avrupa memleketleri için de geçerli olduğunu ilave ettim. En kötü ‘Türk Almancası’nın Bavyera Almancasından daha kötü olmadığını söyledim. Yeri gelmişken, Almanya’da işittiğim bir fıkrayı nakledeyim: “Bir Türk ile bir Avusturyalı arasındaki fark nedir? Cevap: Türk Almanca bilir.” Hochdeutsch (Yüksek Almanca; yani İstanbul Türkçesinin Almanya’daki muadili) nokta-i nazarından baktığınızda Avusturya Almancası perişandır. Bavyera Almancası da bu perişanlığı büyük ölçüde paylaşır. Neyse… Hollandalı muhataplarım iyice sinirlendiler. “Mesele sadece lisan meselesi değil” dediler; “Bir de, karılarını evden çıkarmayan bağnazlar meselesi var” dediler, dişlerini gıcırdatarak. “Onlardan biriyle hemen tanışmak isterim. Haydi, beni öyle birine götürün de davranışının ne kadar yanlış olduğunu ona anlatayım” dedim. “Nereden bulalım şimdi öyle birini?” dediler. “E, entegrasyon bahsinde kocaman bir cüz teşkil eden kimselerden bahsettiğinize göre o kimselerin pek kalabalık bir kitle teşkil etmeleri iktiza eder. Ki o takdirde öyle birini bulmak kolay olsa gerek” dedim. Gene sinirli sinirli sustular. Entegrasyon meselesinin daha ziyade iktisadi bir rant meselesi olduğunu, milyarlarca avroluk bir sanayiden bahsettiğimizi, bu işten para alan müesseselerin meseleyi olduğundan daha büyük göstererek ve işi içinden çıkılmaz hale getirerek tahsisatlarının devamını sağladıklarını ileri sürdüm, iyice asabileştiler. *** Tartışmanın bir yerinde, niye sadece yabancıların entegrasyonuyla ilgilendiklerini, insan hak ve hürriyetlerine dayalı demokratik hukuk devletine meydan okuyan İslam ve yabancı düşmanı Geert Wilders gibi adamların demokratik topluma entegrasyonu için niye bir departman kurmadıklarını sordum. Bu sorunun cevabını hâlâ bekliyorum. Karargazete