Erbakan Hoca'ya Haksızlık Yapmanın Makul Bir Gerekçesi Olamaz

Nureddin Şirin

Numan Kurtulmuş ve onunla birlikte hareket edenlerin yeni bir oluşuma doğru yürüdüklerini gösteriyor.

Milli Görüş camiası açısından gerçekten zorlu, sıkıntılı ve netameli bir süreç bu. Artık adını nasıl koyarsak koyalım, Milli Görüş camiasında bir ayrılık, bir bölünme önü alınamaz bir hal aldı. Görülen o ki, gelen yoğun istekler ve yapılan vurgular yeni bir partiye doğru itmekte.

Hafta içinde bir açıklama yapılacağı, son olarak STK"lar ve basın ile de görüşüleceği ve bunun ardından kararın açıklanacağı belirtiliyor.

Bu çerçevede görüş bildirmenin ne kadar müşkil bir durum olduğunun farkındayız, ancak maslahat-ı amme-i müslimin cihetinden kendimizi sorumlu gördüğümüz noktada değerlendirmelerimize devam etmeye çalışacağız.

Bir önceki yazımızda, tartışmalı son kongre ile birlikte, Erbakan-Numan karşıtlığının geliştiği, Numan Kurtulmuş"un da Erbakan Hoca"yı silmeye, Milli Görüş hareketini mecrasından saptırmaya çalıştığı şeklindeki suçlamaların gerçekleri yansıtmadığı, maalesef içten bazı medya organlarının da katkılarıyla, sanki böyle bir çatışma varmış gibi sunulmaya çalışıldığını belirtmiştik.

Israrla bir örnekliğe dikkat çekişimiz nedense göz ardı ediliyor; Milli Görüş davası içinde müstesna ve saygın bir yeri bulunan ve Hocaya sadakatinde ve hürmetinde kusur etmediği üzerinde icma bulunan Sayın Recai Kutan"ın durduğu yer, aslında yukarıda yapmaya çalıştığımız tesbite delil sunuyor.

Örneğin, son olarak bir nikah merasiminde bir araya gelen Sayın Recai Kutan ve Sayın Kurtulmuş, çok yakın ve uyumlu bir görüntü sunuyor; gazetecilerin gündemdeki gelişmeler ve tartışmalar üzerine sorularına "ben bu güne kadar hiç konuşmadım" diyerek soruları cevaplamaktan kaçınsa da, nikah merasimi sırasında damat hakkında takdir duygularını dile getirirken "sayın Genel Başkanımızın söylediği gibi" diyerek sözlerini sürdürüyor. Yani, Sayın Kutan"ın bu ifadesi bile, aslında zihinlerde oluşan birçok soruya verilmiş cevap durumundadır.

Eğer, meseleyi Erbakan-Numan karşıtlığı denklemiyle algılamaya ve sunmaya çalışırsak, o zaman bu karşıtlığın bir tarafına Sayın Kutan"ı da eklemlemiş olmuyor muyuz? Sayın Fatih Erbakan"ın ifadesiyle "on yıl önce partiye transfer olmuş" birisini için bir şeyler söylenebilir, ama aynısını Recai bey için de söyleyebilecek miyiz?

Burada, meseleyi, Erbakan-Numan karşıtlığı ekseninde ortaya koymak, aslında farkında olmayarak, Erbakan Hoca"yı yıpratmak ve silmeye çalışmak isteyenlerle aynı safa düşmek anlamına gelir. Onun için bir kez daha aynı ifadelerimizi tekrarlamak istiyoruz:

"Erbakan hocanın misyonunu, konumunu kimsenin sarsmaya, ötelemeye ve örselemeye niyeti ve cüreti olamaz; eğer Numan Kurtulmuş veya onun yanında bulunan her hangi bir kimse, böyle bir çaba içerisinde iseler, Allah onlara böylesi bir cürmü irtikap etme fırsatını vermesin."

Bununla birlikte, Numan Kurtulmuş"a itiraz edenlerin haklı gerekçelerini göz ardı etmek da adaletsizliğin bir başke şeklini oluşturur.

Gerginlik ve gazabın da etkisiyle sergilenen kaba davranış ve hareketler, kullanılan nahoş dil ve uslubu geçerek, -yine daha önceki bir yazımızda belirttiğimiz gibi- ortaya çıkan gerginlikte Sayın Kurtulmuş ve onunla birlikte hareket edenlerin bir payı da vardır; o da, Milli Görüş camiası düzleminde, Erbakan hocaya itaat ve itaatsizlik ikileminin doğmasına sebep olmak veya fırsat vermek, bu hareketin geleneksel dokusuyla, hassas damarlarıyla oynamaktan başka bir anlama gelmez.

Birileri ister kabul etsin isterse etmesin, bu camia her şeyden önce, belli ideolojik, akidevi ve şer"i temellere dayanan bir misyon hareketidir ve bu harekette Erbakan Hoca"nın yeri ve konumu "itaat-i vacip" bir lideri ifade etmektedir.

Bu hareketin camiası bu inanç ve kültürle, bu eğitim ve gelenek ile yetişmiş ve bu kimlik üzere bu davaya aidiyet hissetmiştir. Hangi politik mülahaza ile olursa olsun, hem bu hareket düzleminde siyaset yapmaya çalışacaksınız, hem de bu noktanın bağlayıcılığını göz ardı edeceksiniz, bu kabul edilebilir bir durum değildir. En azından usulen yanlış bir tavırdır.

Erbakan Hoca"nın dışında belli şahsiyetlerle politik ayrılığa düşmek ve karşıt tavırlara yönelmek anlaşılabilir, gerekçelendirebilir, belli haklı temellere oturtulabilir; ancak "Erbakan vesayeti" gibi bir deyimi güncelleştirerek, bu hareketin asli dinamiklerini polemik konusu yapmak ve Milli görüşün yeminli düşmanlarının yüzünü güldürmek hiç de hoş değildir. Elbette ki kendisine itaatin vacib bilindiği bir liderin –İslami literatür içinde- hareketin seyri, mensupları ve yetkili organları üzerinde bir vesayeti olacaktır. Acaba bu, İslam siyaset hukuku içinde garip bir şey midir?

Kongredeki "yeşil" ve "beyaz" liste tartışmasıyla başlayan ve Erbakan hocanın açık ve net bir şekilde kongre istemesiyle devam eden süreçte yeni bir kongre kararı alınmaması, doğal olarak, Erbakan hoca"ya sadakat gösterilmiyor, kendisine itaat edilmiyor algısını doğurmuştur.

Böyle bir algıyı teorik olarak tartışabilir, farklı seçenekleri ileri sürebilirsiniz, ancak; Milli Görüş düzleminde bu algıyı göz ardı edemez, hafife alamaz ve bir kenara itemezsiniz. O zaman bu bir kenara itişin reaksiyonunu da anlamsız göremezsiniz. Zira bu kişiler uzakta, dışarıda ötede değil, bu hareketin içinde, tabanında ve yetkili organlarında bulunmaktadır. Öyle ki, İl başkanları toplantısının ardından Ankara İl Başkanı"nın "Genel Başkanımızın arkasındayız" şeklindeki açıklamasına karşılık Ankara il yönetiminde birçok yetkili şahsın, il başkanının hilafına ortak görüş bildirmesi bunu göstermektedir.

Gelinen noktada, Sayın Kurtulmuş"un "yeni bir oluşum"a doğru gittikleri görülüyor.

Saadet Partisi dışında siyaset yapacak olurlarsa, o zaman kendisiyle birlikte hareket edecek ve bu yeni harekete destek verecek olanlar tercihlerini yaparlarken, bu bağlayıcılığın dışına çıkmış olurlar. O zaman biz de söylediklerine, yaptıklarına, siyasi çizgileri ve programlarına bakarak değerlendirmede bulunur; "niçin Erbakan Hoca ekseniyle ikilem içerisindesiniz?" diye sormayız. Ancak Saadet Partisi yönetiminde olup da söz konusu algıya sebep olacak her çıkışı da en azından usulen hakkaniyete muğayir bir tavır olarak değerlendirme durumunda kalırız.

O halde, bizler ortaya çıkan bu tabloyu, iman-nifak, sadakat-ihanet ayrışması şeklinde sunmaktan kaçınarak, -son olarak Kafkasya cephesinde yaşındığı üzere- hem günümüz İslam dünyasındaki İslami hareketlerde, hem de Hz. Resulüllah (s.a.v)"den sonra -başta ben-i sakife olmak üzere- ashabın önde gelenleri arasında yaşanan hadiseleri göz önünde bulundurarak yeni bir strateji ve açılım gösterme durumundayız. Ümmetimizin yaşadığı tüm tarihsel ve güncel gerçeklik ve tecrübeler bizlerin alabildiğince hassas ve sorumlu olmamızı gerekli kılmaktadır.

Örneğin, Ak-Parti süreciyle birlikte, buradan bakışımız ile İslam dünyasından bakış arasında büyük bir uçurumun oluştuğunu gözlemliyoruz: bizler burada Başbakan Sayın Tayyib Erdoğan veya Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül"ü ağır ve kıyasıya bir şekilde eleştiriye tabi tutsak da, İslam dünyasındaki karşılığı çok farklı olmakta, örneğin, Gazze"de doğan çocuklara "Erdoğan" ismi verilmekte, Hamas"ından, İslami Cihad ve Hizbullah"ına kadar İslami direniş hareketleri Sayın Erdoğan"ı İslam ümmeti için büyük bir değer olarak görmektedirler.

Burada üzerinde durmamız gereken nokta, Erdoğan"ı bu duruma yükselten sebepleri anlamak ve tahlil etmenin gerekliliğidir. Evet biz burada Sayın Erdoğan"ı BOP"un Eş Başkanı olarak tanımlasak da, orada BOP"la birlikte tasfiye edilmek istenen İslami direniş hareketleri Sayın Erdoğan"ı kendilerine güçlü bir dayanak olarak görebilmektedirler.

Sonuçta bizler ümmet olarak zorlu bir dönemeçten ve ağır sınavlardan geçmekteyiz; ateşten gömlekler giymekte olan biz dünya Müslümanları, stratejimiz ve açılımlarımızı ümmetin maslahatlarından başlayarak belirlemeli, dolayısıyla, ümmeti şu veya bu şekilde zaafa uğratacak her tavırdan şiddetle uzak durmalıyız.

Hatırlayacak olursak; Hz. Resul-i Ekrem (s.a.v) Uhud savaşında Müslümanların ağır bir darbe almasına sebep olanların başında gelen münafıkların başı Abdullah ibn-i Selül"ü cezalandırmaktan geri durmasını "düşmanlarımızın gözü üzerimizde iken, 'şimdi de birbirlerini öldürüyorlar' demelerini istemiyorum" sözleriyle gerekçelendirmişti. Halbuki ibn-i Selül dünyanın her bir yanındaki ceza hukukuna göre, divan-ı harb"de yargılanıp idama mahkum edilecek bir suçu işlemişti.

İnşaallah toz-dumanların biraz olsun kalktığı günlerde, Müslümanlar daha soğukkanlı ve hikmetli bir şekilde hareket ederek, İslam camiasının hayrına ve yararına olacak şekilde kendilerini hem dizginleyecek hem de İslam kardeşliğinin terk edilmez esaslarını tam bir sorumlulukla kuşanacaklardır. Çabamız ve katkımız da bu amaca yönelik olmalıdır.

 

 

velfecr