Önce, bir kısa izah..
Bir haftaya yakın zamandır, günlük hadiselerden ve dünyadan kopuk yaşadım sayılır. Çünkü, 100’e yakın bir arkadaş grubunun, Avusturya- Linz’de Freistadt isimli kasabanın yüksekliklerindeki St. Oswald köyünün bir dağevinde yaptıkları bir toplantıya katıldım.
Bulunduğum yerde internet yoktu, tv. yoktu.. Cep telefonları da, genelde rahat çekmiyordu. Avusturya’dan gelenlerin cep telefonları dışında, hemen hiç bir modern iletişim imkanımız yok gibiydi. Türkiye’den ve diğer coğrafyalardan gelen bazı akademisyen kardeşler de vardı, bu toplantıda.. Bu yıl hava ılık ve nisbeten güneşli idi. Bu bakımdan yeşil alanları ve çam ormanlarıyla kaplı dağları daha bir inşirah verici idi.
*
Bu mekanın hâfızâ ve hâtırâmızda ayrı ve elemli bir yeri daha var ki, ona da kısaca değinmeliyim:
4 yıl önce de, rahmetli Bahaeddin Yıldız’la, Müslümanların Afganistan’daki cihadında ve sonrasında yaşanan nice iç acılar içinde yer almış olan bu aziz kardeşimizle yine bu mekândaydım.
Onunla Şubat-2010 ortasında (bugünlerde Afganistan cumhurbaşkanı seçilmesi ihtimali güçlü olan) Dr. Abdullah Abdullah’la yapacağı görüşmede bulunmak üzere Paris’e de gitmiştim. (Çünkü, Abdullah Abdullah’ı 33 yıl öncelerde, Afganistan ve Pakistan’daki ilk gençlik yıllarında, bir tıb talebesi olarak tanımıştım. Abdullah sonraları doktor ve Afganistan’daki iç gruplaşmalar içinde de, (merhûm) Burhaneddin Rabbanî’nin yanında yer almış ve Dışişleri Bakanı olmuştu.. Daha sonraları ise, Amerikan işgalinden sonra ise, uluslararası oyunların içinde daha değişik bir görüntü vermişti.)
Bahaeddin’le Avusturya dağlarında geçen birkaç günlük birlikteliğimizde, Afganistan’ın Kunduz şehrinde yapmayı tasarladıkları bir yetimhane için oraya gideceğini ve dönüşte de sionist İsrail rejimi tarafından Gazze’ye uygulanan o vahşî ‘kuşatma’yı kırmak için (Mavi Marmara gemisiyle) yapılacak olan yolculuk içinde yer alacağını söylemişti.
Ama, Bahaeddin o Afganistan yolculuğundan dönemedi, Kunduz’dan başkent Kabil’e bir uçakla dönerken, 17 Mayıs 2010 günü, bindiği uçağın, karlı dağlarda düşmesi sonunda, dünya hayatına vedâ etti. O karlı dağlarda, yolcuların cenazelerine aylarca sonra ulaşılabildi.
Avusturya dağlarında, arkadaşlar bir araya geldiğimizde, tabiatiyle, Bahaeddin’i, hayat anlayışı, fikirleri ve hâtıralarıyla, tekrar ve rahmet dileklerimizle andık.
*
Bu işaretten sonra, bu birkaç gün boyunca değinemediğimiz bazı hadiselere olabildiğince kısa kısa değinelim.
***
Siyasî konularla meşgul olan hemen herkesin kafasında aynı soru..
Evet, başka isimlerin de, -Bülend Arınç’ın ifadesiyle- kendilerine göre bir özgül ağırlıkları vardır, ama, Tayyîb Erdoğan AK Parti’nin başından çekilirse, ortada fazla bir şey kalır mı?
Bu soru çok da hafife alınmamalı..
Tayyîb Erdoğan gibi, müslüman halkın en azından yarısının güvenini kazanmış, onlara itimad telkın etmiş ve yapılan bütün yıpratmalara, bühtanlara rağmen sarsılamamış bir siyasî lider, bizim son 100 yıllık yakın tarihimizde pek yoktur.
Bu durum, AK Parti için, kısa vâdede bir kazanç sayılabilir, ama, uzun vâdede bir zaaf ve tehlikedir de..
Bu bakımdan, çoğu kesimlerde dile getirilen ‘Tayyîb Erdoğan Başbakanlığı bırakmamalıdır. C. Başkanlığı gibi bir protokol makamı, ona göre değildir..’ diyenler de haksız sayılmamalı.
Ancaak, İstanbul Belediye Başkanı olduğu sıralarda, -bu satırların sahibine 19-20 yıl öncelerde Tahran gecelerinde ifade ettiği şekilde- ‘Ben hizmete varım, ama, hizmetçiliğe asla.. Yaptığım hizmetlere kendi inancımın mührünü, damgasını vuramazsam, hizmetçi durumuna düşerim ve ben ona yokum..’ diyen ve bu ölçüsünü büyük çapta dikkatle takib ettiğini izlediğim Tayyîb Erdoğan gibi bir ismin, C. Başkanı seçilmesi halinde, oraya da yine kendi mührünü vuracağı düşünülebilir.
Ve o, bu zamana kadar benzerlerine pek rastlanmıyan bir başbakanlık örneği sergilediği gibi, bu zamana kadar benzerine rastlanmıyan bir Cumhurbaşkanlığı’nı da sergileyebilir.
Esasen, Abdullah Gül’ün C. Başkanlığı da elbette ki, öncekilerden çok çok farklı olmuştur, ama, Erdoğan çok daha farklı bir C. Başkanı örneği oluşturabilir.
Abdullah Gül, hem mizaç itibariyle mülayim olması ve hem de kulağındaki ciddî rahatsızlığın fazla yorulmaya müsaade etmemesi yüzünden, halkın içinde fazla yer alamamış ve neredeyse, ülkeiçi gezileri, yurtdışı gezilerinden pek fazla olmamıştır. Tayyîb Erdoğan ise, 12 yıllık başbakanlığı döneminde halkın içinden çıkmadığı gibi, C. Başkanı olursa, o zaman da o durumunu değiştirmez, herhalde..
Ki, Tayyib Bey’in aday olması halinde, daha ilk turda, 10 Ağustos günü, diğer seçimlerde büyük çapta BDP’ye oy veren kürd halkının da rahatlıkla Tayyib Erdoğan’a vereceğini ve başkasına oy vermiyeceğini söyleyenlenlerin yanlış düşünmedikleri gözönüne getirilirse, yüzde 60’ları bulan bir sayıyla C. Başkanı olabileceği güçlü bir ihtimal dahilindedir.
O zaman da, Erdoğan’ın resmen olmasa bile, fiilen bir yarı başkanlık sistemi uygulaması getireceği düşünülebilir.
*
Böyle olunca da, ikinci bir Turgut Özal hüsranı yaşanmaz, herhalde..
Çünkü, Turgut Özal bir teknokrattı ve ekip çalışmasından çok, Demirel, Ecevit, Erbakan çizgisinde görülen bir liderlik geleneğinin son temsilcisi olarak, her şeyi kendisi belirlerdi. Erdoğan ise, çekirdekten siyasetin içinde yetişip, liderlik özelliğinin ortaya çıktığı 20 yıla varan süre boyunca da, geçmiştekilerden çok farklı olarak, bir ekip çalışması sergileyebildi.
Bu yüzden de elinde, çok kabiliyetli bir kadro var.
Turgut Özal ise, böyle bir geçmişe sahib değildi ve elinde etkili bir kadro yoktu.
Bunun için de, C. Başkanı seçilince, hiç beklenmiyen şekilde, siyasî kabiliyetleri açısından çok güçlü olmayan ve yönetim tecrübesi de bulunmayan Yıldırım Akbulut gibi bir ismi başbakanlığa getirmesinin daha ilk haftasında, siyasî hayat, Akbulut’a yakıştırılan fıkralarla zehirlendi.
Halbuki, Erdoğan’ın elinde, 12 yıldır sessiz-sadâsız, ama ehliyetli bir isim olarak Başbakanlık Yardımcılığı yapan ve ekonomiden, dış siyasete kadar her alanda çok iyi yetişmiş ve dinamik bir genç isim olarak Ali Babacan veya dışsiyasette dünya çapında isim yapmış olan bir Ahmed Davudoğlu gibi, hem kendi sahalarında, hem de yönetimleri döneminde yıpranmamış ve yaşayış tarzlarıyla da Tayyîb Erdoğan’ın çizgilerinden uzak düşmeyen birçok isim mevcuddur.
Tayyîb Erdoğan, belli bir dünya görüşünün potasında eğitilip yetiştirildiği için, kadro bakımından da çok büyük güçlüklerle karşılaşmaz herhalde.. Bu bakımdan, o, Özal’ın ve başbakanlığa getireceği isimler de, Akbubulut’un durumuna kolayca düşmez.
Bu arada başbakanlığa gelecek olan isimler herhalde, Tayyib Erdoğan’ın işaretiyle hareket etmekten yüksünmeyeceklerdir. Çünkü, Erdoğan’un insan gücü yönetiminde öncekilerden epeyce farklı bir noktada bulunduğu biliniyor.
*
Tayyib Erdoğan’ın, C. Başkanı seçilmesi halinde, AK Parti lideri gibi davranacağı, tarafsız olamıyacağı iddiasına gelince.. Bu endişeyle eleştiri yapanların hem M. Kemal ve İsmet Paşa’ların çizgisinde olduklarını söyleyip, hem de onların reis-i cumhur iken, CHP Genel Başkanlığı’ndan ayrılmadıklarını hatırlamak istememeleri komik değil mi? Kaldı ki, 3. C.Başkanı Celâl Bayar’ın, kurucusu olduğu Demokrat Parti’den ayrıldıktan sonra, 1950’de reis-icumhûr seçilince tarafsız oluverdiğini kim iddia edebildi?
Ya da, daha sonra C.Başkanlığı makamına oturan Cemal Gürsel, Cevdet Sunay, Fahri Korutürk ve Kenan Evren gibi generallerin, katı kemalist ve CHP’li çizgide olduklarını millet bilmiyor mu?
Aynı şekilde, Özal ve Demirel C. Başkanı seçildiklerinde, partilerinden istifa etmekle tarafsız mı oldular?
Ya da, Anayasa Mahkemesi Başkanı olan A. Necdet Sezer isimli silik bir kişi, Ecevit’in eliyle tarafsız olduğu gerekçesiyle C. Başkanı yapıldığında, C.Başkanlığı makamında, en katı ve despotik kemalist-laik anlayışlarla oturmadı mı?
*
Gül’ün önü daha bir açık ve bir problem oluşturması da zayıf bir ihtimaldir
Bu bakımdan, ‘Tayyib Bey giderse, AK Parti diye bir şey kalmaz..’ iddiası zayıf olsa gerek..
Keza, Tayyîb Bey ile Abdullah Bey arasında, C. Başkanlığı konusundan dolayı bir ihtilaf çıkması da uzak bir ihtimaldir. Tayyîb Bey’in 2007’de kendisini C. Başkanı seçtirmesi mümkün iken, Abdullah Bey’i göstermesindeki vefâlı tavrın karşılığı, herhalde, Abdullah Bey tarafından bir ihtilaf şeklinde sergilenmez.
Bu arada, Abdullah Bey’in Başbakan olmasının zemini hazırlanırsa..
Bu ihtimal mümkün, ama, Tayyîb Erdoğan gibi güçlü bir başbakan profilinden sonra, Abdullah Bey gibi mizaç itibariyle oldukça mülâyim ve çok hareket etmek isteyen bir makam olması hasebiyle Abdullah Bey’in sağlığına da zarar verecek bir başbakanlık vazifesinin uzak bir ihtimal olduğu düşünülebilir.
Abdullah Bey için bundan sonra, sanıyorum, en iyi iştigal sahası, geçmişe göre epeyce güçlenen Türkiye’nin eski bir C. Başkanı olarak, dünyada, Afrika’dan, Latin Amerika, Güney Doğu ve Orta Asya, Ortadoğu, Kafkasya ve Balkanlar’a kadar bir çok ihtilaflı, buhranlı coğrafyalarda, arkasına güçlü ülkesinin desteğini de alıp, bir arabulucu inisiyatifini kullanarak, kendisine ve ülkesine çok mümtaz bir saha açmasıdır.
*
Bu açılardan bakıldığında, songünlerde açıkça yazıldığı üzere, ‘Tayyib Erdoğan’ı siyaseten yok edemiyeceğimiz anlaşılmıştır, onun C. Başkanı olmasına yardımcı olalım..’ diyerek yazıp çizen, konuşan ve böylece, ‘güçlü olmayan liderler eliyle, ANAP’ın kaderi gibi bir ortaya çıkar, AK Parti de erir-gider de, Çiller’li, E. İnönü’lü, Karayalçın’lı, Baykal’lı, Ecevit’li, Bahçeli’li, Yılmaz’lı koalisyonlar dönemini hatırlatan bir parça-bölüklük dönemi tekrarlanabilir’ diye hayaller kuran kemalist-laik- solcu, sağcı vs. kesimlerin avuçlarını yalayacakları şimdiden söylenebilir.
Cemaat ve Cadı Kazanı..
F. Gülen liderliğinde oluşan ve kısaca ’Cemaat’ diye anılan bir hareketin, zaman içinde tabiî seyrinden çıkıp, F.G.’nin iddialarının tersine, resmen değil ama, fiilen siyasetin taa göbeğinde yer almasının ortaya çıkardığı ve özellikle son 6-7 ayımızı daha bir zehirleyen gelişmeler, bizim -sözün başında değindiğim- o dağ evindeki sohbetlerimizde de, ister istemez değerlendirme konusu oldu.
Bu satırların sahibi, İslam tarihinde, Hz. Peygamber (S)’in rıhletinden, bu dünyadan ayrılışından hemen sonra başlayan irili-ufaklı anlayış farklılıklarının, sonunda ümmeti nerelere sürüklediğine ve ümmete nelere ve asırlarımızı dolduran acılara dair konuşmasını burada uzun uzun tekrarlayacak değil..
Esasen, anlatılmak istenen de, siyasetin içinde hep çok acılı ve insan kellelerini koparmayı bile içine alacak, acı ve ağır mücadeleleri- savaşları ateşleyecek bir çekirdeğin bulunduğuna işaret edilmek isteniyordu.
Bugün gelinen noktada, 30 Mart seçimlerinde, Tayyib Erdoğan’ı bertaraf etmek için vargücüyle mücadele veren F.G. Hareketi’nin, seçim sonuçlarını etkilemeye çalışan yoğun çabalarından aldığı yenilgiye rağmen, düşmanlığını, o yenilgi acısıyla daha bir düşmanca çizgilerle sürdürmek istemesine rağmen; onlara karşı alınan tedbirlerin çarpıtılma ve bir Cadı Avı’na dönüştürülme tehlikesine, esasen daha önceden de işaret edilmişti; bu görüşler tekrarlandı.
Bu hususta çok dikkatli olunması gereğini tekrar işaretleyelim. Çünkü, bu gibi inanç kaynaklı hareketlerin siyasî müdahale, mücadele ve tedbirlerle yok edilemiyeceği açıktır. Bu bakımdan, bu gibi hareketlerin tabanı ile, bir takım siyasî entrikaları hazırlayanların birbirine karıştırılmaması ve büyük kitlenin düşmanlaştırılmaması / şeytanlaştırılmaması hatırlatması yapıldı.
Bu hususta ısrarlı çağrılar yapılmasında fayda olsa gerek.
Kaldı ki, F.Gülen’in geçmiş yıllarda, ’Bizim siyasetle işimiz yok ve olamaz..’ demesine rağmen, yaptığı konuşmaları ve takındığı tavırlarıyla, nerelere, nasıl sızılması gerektiğine dair vaaz ve tavsiyeleri ve; gerektiğinde hangi güç odaklarıyla nasıl işbirliklerine yapabileceği ve kendisine hedef seçtiği bir noktaya varabilmek adına, her aracı, vasıtayı fiilen mubah saymak gibi bir eğilimini ve de karşı çıkıyor gibi gözüktüğü ‘taqıyye’ anlayışının hiç bir sınır tanımaksızın bizzat tatbik ettiği de olduğu unutulmamalıdır. Hele de şimdi, o, (faydalı kabul edilen bir hedef için her şeyi mubah sayan bir dünya görüşü olan) pragmatizmin kalesi Amerika’dadır ve o dünya görüşünün akıl hocaları da onu kuşatmışlardır.
Buna rağmen, Tayyib Erdoğan ve Hükûmeti’nin bu entrika yumağına karşı tedbirler alırken, bir Cadı Avı başlatmak eğiliminde olduğu gibi bir görüntüden kesinlikle uzak durması gerektiğini tekrar hatırlatalım. Çünkü, aksi halde, o zehirli hava, bütün bir sosyal bünyeyi zehirleyebilir ve bir septisemi ile, bir kan zehirlenmesiyle karşı karşıya getirebilir.
Hatırlayalım ki, bu gibi geniş çaplı ’temizlik’ uygulamalar sırasında, birbirini bertaraf etmek, düşmanlıklarını bu yolla sergilemek isteyen niceleri de, hiç de ilgisi olmayan kimseleri bile ’cemaat üyesi ve paralel yapının elemanı..’ diye suçlayıp, ülkeyi bir tımarhaneye çevirmeye kalkışabilirler.
Bunu Türkiye geçmişte çok yaşadı.. Hele de her ihtilal- darbe döneminde..
Erdoğan’ın aldatılmışlık duygusuyla bazı kararlarında hınçlı ve hırçın bir hava içinde hareket etmesi, anlaşılabilir belki..
Çünkü, birilerince aldatıldığımızda değil de, çok güvendiklerimizce aldatıldığımızda herbirimiz de çok daha sert tepkiler veriririz, herhalde..
Ama, yine de itidali elden bırakmamak gerekmektedir. Nitekim, Tayyib Erdoğan da 22 Nisan Salı günü partisinin Meclis Grubu’nda yaptığı konuşmada; Hz. Ali’nin öldürmek üzere olduğu bir müşriki (bile), onun, yüzüne tükürmesi üzerine öldürmekten, ’İşin içine nefsim karışabilir’ gerekçesiyle el çekmesi örneğini hatırlatmıştır ve bu hatırlatma, bu konuda güzel bir işaret sayılabilir.
Elbette bu konuda, sözkonusu Cemaat’in tabanının da, tepede, hâlâ, en büyük ve bertaraf edilmesi gereken düşman olarak görülen ve gösterilen Tayyib Erdoğan’ı vurmak-yıpratmak için yapılan çirkin propagandalara da itibar etmemesi gerekir. Devlet bünyesi içinde yer alan Cemaat üyelerinin de, ’Gerekirse, beni kötüleyin, bana hakaret edin, yeter ki yerlerinizi koruyun..’ diye çağrılarda bulunanların riyakârlığı, ikiyüzlülüğü teşvik eden çağrılarına teslim olmamaları gerekir.
*
Ve, Ermeni Mes’elesi ve de 99’ncu ’24 Nisan’..
Türkiye nüfusunun 30 milyonlarda olduğu 1965’lerde, ermeni kaynakları, 1915 Hadiseleri’nin 50. yılında, 500 bin ermeninin katliâma uğradığını yazıp çiziyorlardı.
Bu rakam, Türkiye’nin nüfusu arttıkça arttı ve 1990’larda, 75. yılda, 1 milyona ulaştı. Şimdilerde ise, 1,5 milyon ermeninin öldürüldüğünden sözediliyor. Yani, ölenler bile çoğaltıldı.
Gelecek sene, 1915’in 100. yılı idrak olunacak..
Ermeni nasyonalistleri özellikle, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, sionist yahudilerin, arkalarına başta B. Amerika, Sovyet Rusya ve ingiltere olmak üzere, o savaşın galib devletlerinin desteğini de alarak dünya çapında bir mazlumiyet feryadı yükseltmeleri ve İkinci Dünya Savaşı öncesi ve esnasında Hitler Almanyası’nın milyonlarca yahudiyi öldürttükleri gerekçesiyle, Almanya’ya ağır bedeller ödetmeleri ve yüzmilyarlarca dolarlık tazminat almalarından da ilham alarak, 1915’in acılarının faturasını çıkarmayı aklettiler.
Arkalarında da, Türkiye’yi frenlemek veya tökezletmek isteyen mâlûm devletler ve diğer uluslararası güç odakları..
Bu konu, Türkiye’nin en büyük ayak bağlarından..
Türkiye bu seneye kadar bu konudaki uluslararası baskılara, ’Konuyu tarihçilere bırakalım..’ diye karşılık veriyordu. Halbuki, tarihçilerin de uluslararası güç odaklarından çok farklı bir tablo sergilemiyecekleri aşağı-yukarı biliniyordu.
Osmanlı gibi bir büyük devletin tarih sahnesinden silinmesiyle noktalanan o korkunç savaş yıllarında, elbette ermeniler de kitleler halinde öldürülmüştü. Ama, ölenler yalnızca ermeniler değildi.. Müslüman halklar da on milyonlar halinde öldürülmüşler, ölmüşlerdi..
Yani, acıları hatırlanacak olanlar sadece ermeniler olmadığı gibi, üstelik, ermeniler, Selçuklu döneminden, 1060’lardan 1860’lara kadar 800 yıl boyunca, müslüman halklar içinde, ihanet etmez ve en necîb / asaletli gayrimuslim topluluk olarak bilinir, saygı ve imtiyazlara lâyık görülürken.. Daşnaksutyun ve Hinçak gibi bir kısım ermenici silahlı mücadele gruplarının Rusya, Fransa, İngiltere vs. gibi ülkelerin teşvikleriyle müstakil /bağımsız bir Ermenistan / Hayestan kurmak hayaliyle kanlı eylemlere ve uluslararası entrikalara başvurmaları sonucu, ermenilerin daha bir hasım olarak algılanmış olmaları da mümkündür.
Ama, bu konu, devamlı bir düşmanlık olarak mı kalacak?
Kaldı ki, bu konuyu devamlı kanatmaya çalışanlar, Ermenistan’da fakr-u zarûret içinde yaşayan 2,5 milyonluk ermeni halkı değil, ermeni diasporasının Amerika, Fransa ve diğer ülkelerde yaşayan elebaşları..
Bu konuda Hrant Dink’in, 10 yıl öncelerde Fransa ermenileriyle yaptığı tartışma meşhurdur.
Bu konuu, bugünlerde, Amerikan Kongresi’nde yeniden pişirilmeye çalışılırken.. Bu yıl, Tayyîb Erdoğan’ın, uluslararası baskılardan bir adım öne geçip, inisiyatif alması ilginçtir.
23 Nisan günü, yani 1915- Ermeni Hadiseleri’nin yıldönümü olarak bilinen 24 Nisan’ın 99. yıldönümünün bir gün öncesinde, Başbakanlık tarafından yapılan resmî açıklamasında Erdoğan, 1915 Hadiseleri’ dolayısiyle, o yıkılış günlerinin bir neticesi olarak ortaya çıkan o kanlı tablo dolayısiyle ilk kez olarak, geçmişteki insan kayıpları için, ermeni halkının acılarını da paylaştığını bildiriyordu..
Dikkatle kaleme alınan ve 9 dilde yayınlanan bu metni tarihî niteliği dolayısiyle buraya da aktaralım:
“Ermeni vatandaşlarımız ve dünyadaki tüm Ermeniler için özel bir anlam taşıyan 24 Nisan, tarihi bir meseleye ilişkin düşüncelerin özgürce paylaşılması için değerli bir fırsat sunmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarının hangi din ve etnik kökenden olursa olsun, Türk, Kürd, Arab, Ermeni ve diğer milyonlarca Osmanlı vatandaşı için acılarla dolu zor bir dönem olduğu yadsınamaz.
Âdil bir insani ve vicdani duruş, din ve etnik köken gözetmeden bu dönemde yaşanmış tüm acıları anlamayı gerekli kılar. Tabiatıyla ne bir acılar hiyerarşisi kurulması ne de acıların birbiriyle mukayese edilmesi ve yarıştırılması acının öznesi için bir anlam ifade eder. Atalarımızın dediği gibi ‘ateş düştüğü yeri yakar’.
Osmanlı İmparatorluğu vatandaşı herkes gibi Ermenilerin de o dönemde yaşadıkları acıların hatıralarını anmalarını anlamak ve paylaşmak bir insanlık vazifesidir.
1915 olaylarına ilişkin farklı görüş ve düşüncelerin serbestçe ifade edilmesi; çoğulcu bir bakış açısının, demokrasi kültürünün ve çağdaşlığın gereğidir. Türkiye’deki bu özgür ortamı, suçlayıcı, incitici, hatta bazen kışkırtıcı söylem ve iddiaları seslendirmek için vesile olarak görenler de bulunabilir.
Ne var ki, tarihi meseleleri hukuki boyutlarıyla birlikte daha iyi anlamamız, kırgınlıkları yeniden dostluklara dönüştürmemiz mümkün olacaksa, farklı söylemlerin empati ve hoşgörüyle karşılanması ve bütün taraflardan benzer bir anlayışın beklenmesi tabiidir. Türkiye Cumhuriyeti hukukun evrensel değerleriyle uyumlu her düşünceye olgunlukla yaklaşmaya devam edecektir.
Fakat 1915 olaylarının Türkiye karşıtlığı için bir bahane olarak kullanılması ve siyasi çatışma konusu haline getirilmesi de kabul edilemez. Birinci Dünya Savaşı esnasında yaşanan hadiseler, hepimizin ortak acısıdır. Bu acılı tarihe adil hafıza perspektifinden bakılması, insani ve ilmi bir sorumluluktur.
Her din ve milletten milyonlarca insanın hayatını kaybettiği I. Dünya Savaşı esnasında, tehcir gibi gayr-ı insani sonuçlar doğuran hadiselerin yaşanmış olması, Türkler ile Ermeniler arasında duygudaşlık kurulmasına ve karşılıklı insani tutum ve davranışlar sergilenmesine engel olmamalıdır.
Bugünün dünyasında tarihten husumet çıkarmak ve yeni kavgalar üretmek kabul edilebilir olmadığı gibi ortak geleceğimizin inşası bakımından hiçbir şekilde yararlı da değildir. Zamanın ruhu, anlaşmazlıklara rağmen konuşabilmeyi; karşıdakini dinleyerek anlamaya çalışmayı; uzlaşı yolları arayışlarını değerlendirmeyi; nefreti ayıplayıp saygı ve hoşgörüyü yüceltmeyi gerektirmektedir.
Bu anlayışla biz Türkiye Cumhuriyeti olarak 1915 olaylarının bilimsel bir şekilde incelenmesi için ortak tarih komisyonu kurulması çağrısında bulunduk. Bu çağrı geçerliliğini korumaktadır. Türk, Ermeni ve uluslararası tarihçilerin yapacağı çalışma, 1915 olaylarının aydınlatılmasında ve tarihin doğru anlaşılmasında önemli bir rol oynayacaktır.
Bu çerçevede arşivlerimizi bütün araştırmacıların kullanımına açtık. Bugün arşivlerimizde bulunan yüzbinlerce belge, bütün tarihçilerin hizmetine sunulmaktadır.
Türkiye, geleceğe güvenle bakan bir ülke olarak tarihin de doğru anlaşılması için ilmi ve kapsamlı çalışmaları her zaman desteklemiştir. Etnik ve dini kökeni ne olursa olsun yüzlerce yıl bir arada yaşamış, sanattan diplomasiye, devlet idaresinden ticarete kadar her alanda ortak değerler üretmiş Anadolu insanları, yeni bir gelecek inşa edebilecek imkân ve kabiliyetlere bugün de sahiptir.
Kadim ve eşsiz bir coğrafyanın benzer gelenek ve göreneklere sahip halklarının, geçmişlerini olgunlukla konuşabileceklerine, kayıplarını kendilerine yakışır yöntemlerle ve birlikte anacaklarına dair umut ve inançla, 20. yüzyılın başındaki koşullarda hayatlarını kaybeden Ermenilerin huzur içinde yatmalarını diliyor, torunlarına taziyelerimizi iletiyoruz.
Aynı dönemde benzer koşullarda yaşamını yitiren, etnik ve dini kökeni ne olursa olsun tüm Osmanlı vatandaşlarını da rahmetle ve saygıyla anıyoruz.”
*
Umulur ki, adâlete dayalı bir barışın ve geleceğin, sadece geçmişin acıları, düşmanlıkları ve ihanetleri ve hınçları üzerine kurulamıyacağı anlaşılır ve geçmişin acıları hep birlikte hatırlanır ve bu itidalli açıklama, bir zaaf olarak anlaşılmayıp, karşılığını bulur.
*
haksöz