‘Erdoğan- Putin balayı’ sona mı eriyor?

Selâhaddin Çakırgil

Haricî siyasette ortaya çıkan sonuçlara göre övgüler veya suçlamalar yapılması tuhaflığından kurtulamıyanlar, şimdi ne diyecekler?

‘Suriye’de benim dediğim gibi hareket edilseydi, benim sözlerime kulak verilseydi, asla böyle olmazdı..’  diyenler acaba sorumluluk makamında bulunsalardı ne yapabilirlerdi ve neticeye dair bir takım varsayım ve tahminlerle mi karar alırlardı?

Hele de dışsiyasette hesabda olmayan ve tahmin edilemiyecek yığınla bilinemezler ve güç odakları devreye girebilirken, sadece şu ya da bu ülkeyi tek yanlı bir siyasetle suçlamak ne kadar akıl kârıdır?

Alınız size bir ilginç örnek.. Rusya’nın Türkiye’yi açığa düşüren ermeni hamlesi..

Putin Rusyası 24 Nisan 1915’de başlayan ‘tehcir’ /zorla göçettirme/ sürgünhadiselerinin 100. yıldönümü dolayısiyle, Osmanlı tarafından ’ermeni soykırımı’ndan söz ediyor.

Bu iddiayı hem Putin, hem de Rusya başbakanı Medvedev sarahatle söylediler.. Rusya hükümetinin resmî internet sitesinde yayınlanan mesajda şu ifadeler yer aldı:

“İçinde bulunduğumuz bu günlerde, tarihin en dramatik olaylarından biri olan’Ermeni Soykırımı’nın kurbanlarını anıyor, Osmanlı İmparatorluğu’nda kitlevî baskılar sonucu hayatını kaybedenlerin yasını tutuyoruz.”

*

Halbuki, Türkiye ile arası ne kadar iyi gözüküyordu, Rusya’nın..

Ama, şimdi durumun hiç de öyle olmadığı ve bir de ülkeler ve devletler arasında daimî dostluk ve düşmanlıkların olamıyacağı bir daha anlaşıldı.

 

Pekiy, Türkiye ne yaptı da, öyle oldu?

Kısaca söylemek gerekirse.. Türkiye Kırım’ın işgal ve ilhakını kabul etmediğini -etmiyeceğini söyleyince.. Ve, Ukrayna’ya dayatılan Rusya siyasetini doğru bulmadığını açıklayınca..

Putin de satrançta başka bir hamle yaptı.. Ama, yine de olabildiğince temkinli, dikkatli..

Nitekim, 28 Nisan günü, Kremlin Sarayı’nın medya sözcüsü Dmitriy Peskov, ”Çok yönlü işbirliğimizin gelişmesinin bizim için bir öncelik olduğunu daha önce ifade etmiştik. Bu zamana kadar gelişen ilişkilerimizin, bundan sonra da aynı şekilde gelişmesini umut ediyoruz. Çok sayıda ortak projemiz var, bu nedenle yapacak çok işimiz var“ ifadelerini kullandı.

Tayyîb Erdoğan ise, Katar’a yaptığı geziden dönüş yolunda yaptığı açıklamada, Erivan’a giden ve Ermenistan’ın iddialarına paralel açıklamalar yapan Putin’e kırgın olduğunu açıkça dile getirmiş ve „Tabiî,  ben şahsen Putin‘in böyle bir adım atmasına üzgünüm, kırgınım. Bunu da söyledim ve şunu da çok açık, net söyledim. Yani eğer bu tür soykırımlar noktasında bazı adımlar atılıyorsa o zaman Rusya‘nın kendi tarihini bir defa masaya yatırması lâzım.. Fazla gerilere gitmeye gerek yok. Şu anda Ukrayna‘da olanlar ortada, Kırım ortada, Donetsk ortada, Luhansk ortada, bütün bu yapılanlar ortada. Bunların da hesabını versinler“ demişti.

Keşke, tehcir veya soykırım iddialarıyla bir tutulması  mümkün olmayan bu gibi son derece sınırlı örneklerden  önce, daha güçlü örnekler ve argumanlar anlatılabilseydi.. Afganistan’da Nisan-1978’de komünist darbenin yapılması ve 14 sene süren işgal ve kanlı savaşlarda dünyanın  maddî açıdan sayılı güçlerinden olan kızılordunun dünyanın en fakir ülke ve halkına karşı işlediği korkunç cinayetler; kezaçerkezler, tatarlar ve çeçenler ve diğer Kafkas halklarına yaptıkları, ya da 1953-Doğu Almanya,1956-Macaristan, 1968-Çekoslovakya, 1990- Azerbaycan ve son Çeçenistan başkaldırılarının nasıl ezilip geçildiği; aynı şekilde Kafkas Kartalı Şeyh Şâmil’in 1830-65’lerdeki ve 30 yılı aşkın destansı mücadeleleri,  belki diplomatik hassasiyet gereği diyerek dile getirilmemiş olabilir; ama, Ukrayna onların yanında nedir ki?

Tayyib Bey Putin‘e kırgınlığını söylüyor..

Herhalde Putin de ona kırgındı, Ukrayna ve Kırım konusundaki açıklamalarından dolayı.. Kaldı ki, Putin Kırım‘ın ilhakından dolayı hiç pişman olmadığını, esasen Kırım’ı 1990’da Sovyetler Birliği’nin çöküşü sırasındaki çaresizlikler içinde Ukrayna’ya yutkunarak hediye ettiklerini, ama o hediyenin kıymeti bilinmeyince de geri aldıklarını açıkça söylüyor..

Dış siyaset ve diplomasinin daimî kırgınlıklar üzerine kurulamıyacağı açık olduğu gibi, hele de Türkiye ve Rusya kırgınlık beyanlarını bir diplomatik nazlanıi ve serzenişin ötesine taşımamak zorundadırlar. Tarihî geimişler ve arka planları bunu onlara çok güzel anlatmaktadır

Unutmayalım ki, Stalin’in 2 Dünya Savaşı sonrasındaki tehdidlerine Türkiye ancak Amerika’ya sığınarak karşı durabilmiştir. Ve bundan iki taraf da zararlı çıkmış,parsayı ise, Amerikan emperyalizmi ve NATO dünyası toplamıştır ve halen de onu tadmakla meşgul..

*

Seçimler yaklaştıkça dillerin kontrolü de gevşiyor..

CHP lideri Kılıçdaroğlu‘nun kendi partilileri bile umutsuzlar.. Çünkü  partisinin proğramlarını anlatmak yerine, ‘ben -ben – ben‘ deyip duruyor ve dilenircesine bir 4 yıl da bana verin diye yalvarıyor..  Sanki halkın geleceği ve devlet idaresi bir talih oyunu imiş gibi..

Kılıçdaroğlu’nun,  kim bir oy fazla getirirse onu aday yaparım mantığı ise, tam bir perişanlık arzediyor.  İslamî eğilimli kesimlerde itibardan düşmüş kimler varsa onlara yönelerek kendi tabanını bile allak-bullak etti.. Ama, o taban, ülkedeki en kemikleşmiş taban.. Eski oy‘unu aşağı yukarı alır..

Ama, umutsuz vak’a..

 

MHP lideri Devlet Bahçeli ise, mâlum..  O yerinden memnun, tarafdarları da ondan..

 

HDP Eşbaşkanı diye tanıtılan, ama ötekinin kim olduğu pek belli olmadığı için asıl lider olarak gözüken Selahaddin Demirtaş ise, c.başkanlığı seçimi sürecinde ülkenin tamamına hitab etmek fırsatını yakalamıştı, ama o havayı çabuk dağıttı. Bazan birdindar gibi, bazan bir ateist gibi.. Nerede duracağı da belli değil.. Büyük şehirlerin meydanlarında ve ana caddelerinde en gürültülü şekilde kürdçe türküler söyletmekle veya ‘barajı aşamazsak, boğulan sadece biz olmayacağız..‘ tehdidleriyle yüzde 10 barajını aşar mı, mechul..

 

Ahmed Davudoğlu’na gelince.. O, henüz Tayyib Erdogan’ın sermayesinden harcıyor, bütün AK Parti gibi..

Davudoğlu’nun özellikle seçim meydanlarındaki  konuşmaları ne kadar etkili ve başarılı?

Bazılarına göre başarılı değil.. Kitlelere, basit ve 40 yıl önceki geçerli söylemlerle hitab ediyor.. Ve yavan ve sığ kalıyor ve basit rakiblerine karşı yavan polemiklerden meded umar gibi bir tablo çiziyor.. Konuşmalarında ses tonunu ve beden dilini ayarlayamamak açısından  da Bahçeli’yi hatırlatıyor..

Nihayet bir akademisyen ve kapalı salon toplantılarında derli-toplu konuşuyor  ama kitleler karşısına geçince kitleye gaz vermek istercesine nutuklar çekiyor ve dahası kendisine de gaz veriyor.. O coşkulu ifadeleri en çok da kendisini coşturuyor gibi..

Elbette çekirdekten yetişme ve bir hitabet ustası da olan Tayyib Bey’in kitleler karşısındaki etkisi elbette 5 yıllk bir siyasetçiden beklenemez ama, en azından etrafındakilerin kendine gereken hatırlatmaları yapmaları gerekmez mi? Onun da tıpkı Tayyib Bey gibi  halkın içinden, halkın gönül dünyasından birisi olması elbette artı puan, ama,  Tayyib Bey’deki ekip çalışması  havasından uzak olması ve her şeyi ben daha iyi bilirim havası vermesi de eksi puan..

Ayrıca gittiği her şehirde bir yatır, bir türbe keşfederek, onların o yörenin aydınlığını sağladığını söylemekten nasıl bir hedef güdüyor bilinmez, bu mantık laikleri ve kemalistleri de Anıt-Kabir ziyaretine daha bir yönlendirmez mi?

*

Ayrıca, Davudoğlu, 29 Nisan günü, yaptığı açıklamada 2013 yılında, yaklaşan fırtına  öncesindeki sessizlik diye nitelediği bir dönemde, Pennsylvania’ya gidip, F.G. ile  görüştüğünü ve ülkeye dönmesi teklifini kendisine yaptığını ve amma, onun, bu daveti ‘Şimdi zamanı değil..‘ diye kabul etmediğini, o dönemde de ellerinde istihbarat raporları olduğunu, Gülen’i “meşruiyet çizgisine davet etmek için”görüşmeye gittiğini söyledi.

Davudoğlu‘nun, Gülen’e yaptığı ziyaretin dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Tayyib Erdoğan’ın bilgisi dahilinde yapıldığını söyledikten sonra, “Elimizde istihbarat raporları var, neyi hedeflemekte olduklarını görüyorduk. Dışarıda ne çevirmekte olduğunu biliyorduk. Son bir hamle, çağrı yapmak istedik. Fırtına gelir ya, hissedersiniz… Meşruiyet çizgisi içinde kalınması ve Türkiye’ye dönmesini istedikç (…)Bunu iyi niyetimizle yaptık, sivil toplum alanında tutabilir miyiz diye yaptık. Yurtdışında örgütlenerek başka istihbarat ya da dış ülkelerin tesiri altında olan bir yapıya dönüşmüş olmaları konusu vardı. Onun için Türkiye’ye davet ettik.. (…)“Çünkü dışarıda ne çevirmekte olduğunu ve hangi yabancı unsurların tesirinde olduğunu bildiğimiz için Türkiye’ye gelsin istedik. Bu bir testti, sınavdı. Kendisi ‘şimdi vakti değil’ dedi. Her ne surette olursa olsun, hükümete karşı, devlete karşı bir tavır içinde olmayacağını söyledi. AK Parti’ye karşı da tavır içinde olmayacağını söyledi”demesi, son derece önemli..

Ama, Davudoğlu’nun  Gülen’in kendisine “Şimdi vakti değil..” cevabı verdiğini belirterek, “Bugün anlıyorum ki, ‘Şimdi değil’ demekle Aralık ayındaki darbeyi bekliyormuş. Khomeynî’nin İran’a döndüğü gibi dönecekti” demesi de, biraz problemli değil mi?

Diyelim ki, F.G‘nin Türkiye‘ye dönüşü, Khomeynî’nin İran’a dönüşü gibi olacaktı. Pekiy, İmam Khomeynî, İran’a, kime karşı mücadele etmek için dönmüştü?  Şah‘a karşı..

Kıyas ve benzetmelerin unsurlarını yerli yerine koymaya dikkat etmezseniz,  kendinizi de Şah durumuna düşürüverirsiniz.

*

 

 

 

 

 

 

 

dirilişpostası