Davut 13 yaşında bir çocuktu. 13 yaşında. Bir çocuk. Annesiyle beraber gözaltına aldılar. Annesinin gözü önünde Davut'a, Davut'un gözü önünde annesine işkence ettiler. Sonra, Davut Filistin aksısında bir bardak su için yalvarırken, annesine 'sen artık gidebilirsin' dediler. Annesi Davut'u en son o içler acısı halde gördü. O içler acısı halde, ama sağ. 14 yıldır kayıp olan Davut'un öldürüldüğünü idrak etse de, 'oğlunu serbest bıraktık, o da dağa çıkıp PKK'ya katıldı' diyen devlete inanmak istiyor. 'Belki bir gün çıkıp gelir' ümidini yaşatabilmek için.
Devlet deyince...
Davut'un babası ne diyeceğini bilemiyor devlet deyince. "Biz devlete sığınacağız ama devlet üzerimize mermi yağdırıyor, böyle devlete ne diyeceğiz artık. Bunu yapanlar diyor ki biz devletiz. Adalet olsa, diyelim ki bizim çocukların suçu olsa, otuz yıl ceza versin. Ama bu Ergenekon mudur nedir, 13 yaşındaki çocuğun katledilmesi"" deyip susuyor. Sözün devamını getiremiyor. "Terörle mücadele" adı altında işlenen korkunç cinayetlerin kamufle edilmesini şuursuz "Vatan-Millet-Sakarya" tezahüratıyla mümkün kılan kamuoyunun insafına bırakıyor sözün devamını.
Kamuoyu nihayet insafa gelecek mi? Ne zaman insan haklarından söz edilse "terörle mücadelenin zaafa düşürülmesi"nden dem vuran savaş lortlarının dümen suyunda gitmekten vazgeçecek mi kamuoyu? "Ergenekon kuyuları"nda bulunan kemikler ve giysi parçaları, faili meçhul (aslında faili malum) cinayetlere kurban giden yakınlarının mazlumiyetini yıllardır haykıran insanların adalet taleplerine nihayet kulak verdirecek mi? Bu uğursuz aymazlık sona erecek mi nihayet?
Ayşe Karabat, Today's Zaman'da yayınlanan "Ergenekon Kuyularında Kaybolan Hayatlar" başlıklı dört günlük yazı dizisinde, bu aymazlığın temeline dinamit koyacak hikâyeler anlattı. Korkunç hikâyeler. Korkunç gerçek hikâyeler. Davut gibi çocukların hikâyeleri. İlhan gibi delikanlıların hikâyeleri.
Bir alıntı:
"Kahırlandı çok, ondan konuşmuyor, hiç konuşmuyor" diyor yüzündeki çizgileri iyice derinleşmiş İsmet İlbak, eşi Fatma Hanım'ı göstererek. Birisi beşikte, birisi emekleyen, bir kaçı da etrafta dolaşıp, kalemle kollarına saat resmi çizen neredeyse her yaştan çocuğun bulunduğu odaya girer girmez Fatma Hanım boynuma sarılıp ağlamaya başlıyor oysa. Ağladığını, hıçkırıklarından değil, boynuma düşen gözyaşlarının bıraktığı nemden anlıyorum. Çukura kaçmış gözleriyle konuşuyor benimle, bir iki kez ince kemikli elleriyle birkaç işaret yapıyor, arada da bir iki zayıf hırıltı ilişiyor kulağıma.
Fatma Hanım, 1994 yılında, altı kişiyle birlikte gözaltına alınıp, bir helikoptere bindirilen ve bir daha da geri gelmeyen oğlu İlhan İlbak'ın yokluğunu protesto ediyor konuşmayarak. Onun çerçevelenmiş fotoğrafını kucağına alıyor, dünyanın en kırılgan, en narin canlısına dokunuyormuş gibi, incitmekten çekinircesine usul usul, parmaklarının ucuyla okşarken çerçeve camını, oğullarını babası anlatıyor:
"Allah biliyor sağ mıdır değil midir, ama galiba döve döve öldürdüler onları. Duymuşum ben korucular kendi aralarında konuşurken, bizimkiler yalvarmış onlara bizi öldürmeyin diye, ama onlar öldürdükleri adam başına para alıyorlar."
Asıl köyleri Kırkağaç boşaltılınca Güçlükonak'ın Fındık köyüne taşınan İlbak ailesinin en büyük oğlu İlhan İlbak üzerinde 'korucu ol' baskısı varmış:
"İstemiyordu korucu olmak. Güzel bir insandı iyi bir insandı. PKK yandaşısın diyorlardı. Misafirine yemek veriyorsun diyorlardı."
İsmet Bey'e göre, oğlu ile birlikte gözaltına alınan altı kişi, bir helikoptere bindirilip götürülmüş, yalnızca birisi serbest bırakılmış.
"Sığınak göstermiş, onu bırakmışlar, bizimkiler sığınak yeri bilmediklerinden gittiler. O bırakılan dedi ki, sürekli dövmüşler oğlumu."
İlhan İlbak'ın babası, adalet isteğini "Allah'a havale etmiş" ama yine de çekindiğini söylediği bir ismi de veriyor: Ergenekon sanıklarından Levent Ersöz'ü, arandığı sırada evinde ağırlayan köy korucusu Bahattin Aktuğ'un, ya da bölgede bilinen lakabıyla 'Baho Ağa'nın':
"O biliyor oğlumun ölüp ölmediğini. Gittim ben ona. 'rica ederim' dedim. 'Oğlumu öldürmeyin' dedim. Silkeledi omzunu. Zaten beni kim takar ki."
* * *
"Zaten beni kim takar ki."
Bu söz hepimize. Bu utanç hepimizin. İsmet Bey'i ve onun gibileri 'taksaydık', mesela Kayseri yahut Trabzon'da "Faili meçhul cinayetlere son!" diye haykırsaydık, "Ergenekon Kuyuları" bu kadar derinleşemezdi.
Utancımızı yüzümüze vuran Ayşe Karabat'a teşekkürler. Today's Zaman'da İngilizce yayınlandığı için geniş kitlelere ulaşamayan "Ergenekon Kuyularında Kaybolan Hayatlar"ın Türkçesini kitap olarak yayınlamaya hazırlanan İletişim Yayınları'na da -şimdiden- teşekkürler.
Hayırlara vesile olur inşaallah.