Marmara İlahiyat'ın hocalarından, aynı zamanda İslam İşbirliği Teşkilatı Parlamentolar Birliği Genel Sekreteri Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç, Yeni Şafak'taki köşesinde İİT anılarından birkaç anekdot paylaştı. Kılıç, anekdotlarının birinde Suriye meselesini yakından ilgilendiren bir diyaloğa da yer verdi.
Kılıç'ın bugünkü "Hatıralarımı yazmalı mıyım?" başlıklı yazısı şöyle:
Dostların malumudur. 9 yılı aşkın bir süredir Üniversite'deki derslerimden ayrılıp İslam İşbirliği Teşkilatı'na Üye Ülkeler Parlamentolar Birliği (İSİPAB) Genel Sekreterliği görevini deruhte etmekteyim. Yirmi küsur uluslararası personelin çalıştığı bir teşkilat. İslam İşbirliği Teşkilatı'nın (İİT) genel merkezi Cidde'de ama İSİPAB'ın genel merkezi Tahran'dadır. İkisi kardeş kuruluşlardır, birbiriyle ast üst ilişkisi yoktur. Genel Sekreter ülkelerin aday gösterdiği kimseler arasından oylama ile seçilir. Görev süreleri iki dönem (5+5) ile sınırlıdır. En çok oyu olarak seçildiğim ve aşırı seyahat ve toplantı trafiği olan bu diplomatik görevin bitmesine 1 yıl kaldı.
“Böyle bir vazifeyi ifa ederken kim bilir nelere şahit oluyorsun, neler duyuyorsun, bunları bir ilim adamı ve bir gözlemci olarak yaz da biz de istifade edelim” diyen dostlara hep; “El işte gönül yarda”, “Su üstüne yazı yazılmaz”, “Gördük geçti gitti işte” ve “Gelip geçici şeyler üzerine değil de her daim kalıcı konularda yazmayı tercih ederim” diye cevaplar verdim. Yakın zamanda can dostlarımdan bir tanesi yüzüme karşı beni aşırı idealist, mistik, fazla merhametli olmakla tenkit edip; “Real-politikanın işleyişi acımasızca çarklarını döndürüyor ve modern hayatı belirleyen de o, senin gibi feylezoflar (?) değil” deyince bu söz suratıma tokat gibi indi. Belki de onun beni suçladığı o aşırı idealizmden olsa gerek bin bir meşakkatle yürüttüğüm bu görevle ilgili hep ketum davrandım. Bir şeyler yazmadım, konuşmadım. İşimi yaptım. Takdiri kuldan değil Hak'tan bekledim. Bu belki de bendeki genetik mirasın bir tezahürüydü.
Rahmetli dedem Filistin cephesinde çarpışırken İngilizlere esir düşmüş. Savaş bitip herkes evine barkına dönünce uzunca bir müddet hakkında haber alınamayan kimselere artık öldü diye hükmetmişler. Hatta dönmeyenlerin eşlerinden tekrar evlenenlerin olması trajik hikayelere de sahne olmuş. Tam 6 yıl sonra Mahmud dede çıkıp memlekete döndüğünde herkes hem çok şaşırmış hem de çok sevinmiş tabii ki. Neyse ki babaannem tekrar evlenmeyi reddedenler arasında olduğundan bu konuda bir sıkıntı yaşanmamış. Etrafına toplananlar meraklı gözlerle; “Neler oldu, nasıl oldu? Bunca seneler nerelerdeydin anlatsana” diye sorduklarında “Hiç, gittik geldik işte!” demiş hiç tafsilata girmemiş. Yoksa, arkadaşlarından anlatanlar ne işkenceler gördüklerini, ne eziyetler çektiklerini anlatırlarmış. Bizim dede ise derin derin bakar, anlatmazmış. Balkan trajedisini en şiddetli yaşayan aile büyüklerime meraklı bir çocuk olarak sorduğumda bana hep; “Hadi dersini çalış, oldu bitti işte, sana ne!“ derler bir şey anlatmazlardı. İntikamcı bir kültürle yetiştirilmediğim için olsa gerek Şeyh olan büyük dedemin başını dibek taşına dayayıp taşla ezerek şehid eden Sırplara karşı sırf bundan dolayı bir bütün olarak kin ve nefretle hiçbir zaman bakamadım.
Her dönemi çok hareketli olan hayatımın son 10 yılını geçirdiğim İSİPAB hatıralarımı dostların bu aşırı ısrarlarına dayanamayıp da yazar mıyım bilmiyorum. Henüz karar vermedim. Ama yazarsam benim adaylık sürecimde beni değil Endonezya adayını destekleyen ve bunun için lobi yapan bir Türk büyüğünü, bazı dostların siyasetin üst kademelerine çıkınca nasıl ne oldum delisi olduklarını yazar mıyım acaba? Devletimin dış politikada aldığı bazı yanlış kararlar ve sonuçlarını yazar mıyım acaba? Neyse yazabileceklerim var ve tabii ki yazamayacaklarım. İşte dostlar bu tarz benim tarzım değil bilirsiniz. Dobra geldik dobra gidiyoruz. Satmadık hiçbir arkadaşımızı iki günlük makam mevkii için. “Amenna söyledik iman eyledik erenler bezmine lâşekçesine. Elsiziz, belsiziz, dilsiziz amma gezeriz alemde erkekçesine”. Ya Koca Yunus'a uyup “Ya ben öleyim mi söylemeyince!” diyecek ve söyleyeceğiz veyahut da Kutlu Nebi'nin “Ya Hak söyle yahut sus!” sözüne uyup susup gideceğiz. Bilmiyorum.
Bu kadar metafizik yapmayıp yazmam konusunda ısrarcı olan dostları kırmamak için bugün onların hatırına notlarımdan bir iki tanesini nakledeyim de görsünler. Hiç sevmem ama bakın nasıl kem küm ettiğimi. Beni bu hale koyan o dostlara selam olsun.
Senegal Meclis Başkan Yardımcısı ile oturduk baş başa sohbet ediyoruz. Diyor ki Afrika'yı Müslümanlaştıran dervişlerdir. Daha çok animist olan dedelerimizi Müslüman ettiler. Son 50 yıldır Vahhabiler petro dolarları ile açtıkları Şeriat Fakültelerinde bizim çocuklarımızı ecdadımızın yoluna küfreder hale getirdiler. Şimdilerde bunlara bir de Şii daileri ilave oldu. Hristiyanları, animistleri al Müslüman et kardeşim, istersen Şii et ama bizim çocuklardan ne istiyorsun. Her iki grubun da hamisi olan devletler var. Afrika İslam'ının esas sahipleri olan biz sufilerin ise hami devleti Osmanlı idi. Şimdi niye siz geleneğinizi izlemiyorsunuz da bizi kurda kuşa teslim ediyorsunuz diye sorduğunda kem küm ediyorum.
İran'lı bir diplomatla sohbet ediyoruz. Bir anısını anlatıyor. Arap Birliği zirvesinde Beşşar Esad'ı Suudi Arabistan'ın müteveffa kralı Abdullah yanına çağırıyor ve “Bak Beşşar biz Arap alemi olarak senden rahatsızız sen bu İran'a çok yüz veriyorsun. Onlar Arapların can düşmanı” diyor. Beşşar ise “Evet onlarla bazı anlaşmalarım var. Fakat sizin zannettiğiniz gibi değil. Ben onlara hep bir mesafe koyuyorum. Ben size esas nereye meylettiğimi söyleyeyim mi diyor ve Türkiye diye cevap veriyor. Ve Beşşar bunu İranlı bir diplomata söylüyor. Kem küm ediyorum.
Mısırlı bir milletvekili ile konuşuyoruz. Diyor ki benden duymuş gibi olmayın ama bizimkiler her platformda size misilleme olarak Yunan tezlerini ve Kıbrıs Rum Kesimi tezlerini savunma kararı aldılar. Ben kendisine önceden de öyleydi diyorum. Bu sefer başta Körfez ülkeleri olmak üzere bütün Arap ülkelerinde bunun propagandasını Mısır yapacak ve Ortodoks Araplar bu iş için kullanılacak diyor. Sizin Kıbrıslılardan ne Arapça bilen ve ne de Arap dünyasında lobi yapacak elamanınız yok. Kıbrıs davanızı anlatacak bir Arapça broşürünüz dahi yok diyor. Ben de kem küm ediyorum.
Geçen hafta Fas Rabat'ta gerçekleşen Arab Parlamentolararası Birliği genel kuruluna gözlemci olarak katıldık. Toplantıda bazı Arap ülkeleri arasında görüş ayrılıkları çıkınca planlanan saatten daha geç bitti. Bir Faslı yetkili ile oturuyoruz. Problem şuradan kaynaklandı diyor: Suudi Arabistan toplantı Sonuç Bildirgesi'nde Arap dünyasına dışarıdan yönelik tehditler cümlesinde muhakkak bunun adını İran olarak belirtmemiz lazım dedi. Bazı Arap ülkeleri bunun ilişkilerine zarar vereceğini ileri sürerek karşı çıktılar. Bu arada Irak temsilcisi İran adının geçmesinde ısrar edersek o zaman Türkiye'nin de adını zikredelim o da Arap topraklarına bir tehdittir deyince Suudi temsilcisi bizce mahzuru yok onu da zikredelim diyor. Bunun üzerine Fas Meclis Başkanı ev sahibi ülke imtiyazını kullanarak olmaz öyle şey sırf sizin keyfiniz için biz ilişkilerimizi bozamayız diyor ve isim zikredilmesini iptal ediyor. Ben yine kem küm ediyorum.
Şimdi mutlu oldunuz mu dostlar?
Eğletmen beni, Söyletmen beni, Ağlatman beni…