"Ezan,Bayrak, Gerisi Teferruat"

Ahmet İnsel Radikal'de ezan'dan rahatsızlığını ifade eden bir yazı yazdı. Şair Celal Fedai "Aziz Allah" diyor...

 
 
Çocukluğumda köyümüzdeki yaşlılar ezan sesi duyduklarında, 'Aziz Allah, şefaat ya Resulullah' derlerdi.
Köydeki herkes biz çocuklara nispetle yaşlı olduğu ya da çocukluğun algısıyla bize öyle geldiği için, duyduğumuz bu nidada keşfe çıkardık. Anlamını bilmediğimiz bu kelimeler, anlamını bildiğimiz kelimeleri daha derinden fark ettirirdi bize. İnsan için aziz olanın onun halini nasıl değiştirdiğini görmek, şimdi bunu görmeyenleri düşününce, büyük bahtmış gibi geliyor bana. Çünkü benim için aziz olandan başkaları için aziz olanı da kavrayabiliyorum ve benimkine haksızlık edilmedikçe de onunki benim için, bırakın hor görüyü ve dışlamayı, müsamaha bahsi içinde bile yerini almıyor.
 
Elimizde bize ulaşmış kelimeler var, onları çıkardığımız sesler var. Kelimelerimize ve seslerimize olan bağlılığımız, başkalarının hayatla bağını gevşetmemeli. Ama kimse de hayatla aralarındaki gevşek bağın bizde de tesis olmasını beklememeli.
Doğduğum, ergenliğime ayak bastığım mekânın gerçekliğini sözümona büyük şehirlerde arıyor değilim elbette.
 
Şehirlerimizi, 'şehirlerinizi muhteşem, mescitlerinizi sade' öğüdüne uyarak inşa edip geliştiremedik. Bu yüzden de bazı şehirlerimize: 'Buranın neresi şehir, büyük köy!..' dendiğinde, köylerimize haksızlık edildiğini düşünmekten kendimi alamıyorum. Keşke şehirlerimizi düşüne taşına kurup çatabilseydik. Bu muhteşem ikilemedeki 'düşünmek için taşınmanın gereğine işaret eden vurgu', belki o zaman kelimelerimizi de seslerimize de hepimiz için saygıya değer tutardı da onları, insaf ölçülerini hiç mi hiç gözetmeyen 'dışlamalardan' uzak tutabilirdik.
İlkokul çağıma geldiğimde 12 Eylül darbesine şahit oldum köyümde. İki dağın arasındaki köyümüzü askerler adeta ablukaya aldılar. Hafta sonuydu. İki gün boyunca silah teslim etmeyen kim varsa, dayaktan geçirdiler. Babam yurt dışındaydı, dedem yaşlıydı ama bizim evimizde bile, üç silah vardı. Bunları, komşu oğulların anneleri babalarının hatırına onlarınmış gibi teslim etsinler, diye elden çıkardık. Babam bunlar için hâlâ yanar durur... İki gün sonunda köyden bir kamyon dolusu silah çıktı. Akşam haberlerinde bunların araziye terk edilmiş olarak bulunduğu söylenmiştir sanırım. Olanı böyle adlandırmak o günlerin rutini idi. Nasıl olmuştu da Anadolu'nun yedi yüz yıldır Müslüman Türklere mesken köyünde böyle olmuştu?
 
Yaşım gençliğe vardığında, bunun bizim kendi dinamiklerimizin ürünü olmadığını kavramam güç olmadı. Çünkü insanımızın sabrı, çalışkanlığı ve hoşgörüsünü biliyordum. Avrupa tarihinin tüm patolojisi bizim meselelerimizmiş gibi bize taşınmıştı. Biraz felsefe, iktisat, sosyoloji okuyan, yabancı dil bilen, komşunun hastalığını kendi ailesinde bulup tedavi etme sendromuna yakalanmışa benziyordu. Kendini sadece zamanı ile tartıya koyup ağır basmak isteyen egolar için bir zaman sonra tüm sorun, 'tarihi bir şahsiyet' olma uğruna çıktığı yolu unutmaya evriliyordu. Düşünmek için gerekli araçlara, diplomalara sahip olmak, bunlara sahip olanları, olmayanlar üzerinden bir çeşit ego tatminine götürüyordu. Bugün de, ne o günlerde ne de bu günlerde, benzer sorunların yaşanmadığını söylemek güç.
 
Kendini İstanbul'da bir Fransız gibi görmek
Anlattıklarım, ülkemizin son otuz kırk yılına aşina olanların çoğunun, belki de benden daha yakından bildikleri şeyler. O yıllarda okumuşlarımızın kimisinin yürekliliğine diyecek yoktu ama belli ki içine doğdukları toplumu içerden tanımamak gibi bir eksiklikleri vardı. Sanırım o günleri yaşayan okumuşların bilhassa Marksist olanları, bunu sonradan itiraf etmiştir nefislerine.
 
Bugünse okumuşlarımızda başka bir sendrom yaygınlaşmış durumda. Kendini İstanbul'da bir Fransız gibi görmek, diyebiliriz buna. Aslında 'eski bir hastalık'. Ancak son günlerin gözde hastalığı grip gibi kendini zamana göre yeniliyor. Gün geçmiyor ki bir okumuşumuz çıkıp varlığına yabancılığını, toplumun ekseriyetinin inançlarına, insan haklarından, Avrupa Birliği normlarından laf açarak hınçla yansıtmasın. Sanki onun öyle olmasından kendisi sorumlu değilmiş, seçimi kendine ait değilmiş gibi.
 
İnsel'in Radikal 2'deki yazısı
Evet, sözü bunun son örneklerinden birine getirmek istiyorum. Ancak niyetim bağlamını doğru oluşturmak. Hassasiyetimizin bu olması gerek çünkü. Yakışıksız çerçevelenmişse de Cézanne, yine Cézanne'dır ama sosyal meselelerde zaman ve zemin, hakikatin ışıması için olmazsa olmazdır. Tabii niyetimiz hakikatin ışıması ise. Yok, eğer niyetimiz kendimize muarız bellediklerimizi insaf ve vicdan ölçülerini tart ederek alt etmekse, o zaman Ahmet İnsel'in 08 Kasım 2009 tarihli Radikal 2'deki hali, gelip bizi de bulur. İnsel'in öğrencileri ve okuyucularınca karizmatik bulunmakla yetinmemesi gereken nitelikleri var. Kendisi iktisat profesörü. Galatasaray ve Sorbonne Üniversitelerinde dersler vermiş bir hoca. Nicedir de Radikal gazetesinde yazıları çıkıyor. Elbette Birikim dergisindeki yazılarından ve kitaplarından hatırlayanlar, onu asıl tanıyanlar olsa gerek. Ancak o, Türkiye'de bir liberal sosyalist olarak, popülist getiriyi belli ki bir entelektüel olmaktan daha çok önemsiyor bugünlerde. Edebiyatta benzer zihin işleyişi Nobel'le karşılığını bulabilir ama İnsel'in alanında daha da popüler olmaktan öte bir şey getirir mi, bilemem.  
 
Körleşmenin getirdiği açık düşme
Andığım tarihli yazısının başlığı şuydu: "Ezan, Bayrak, Gerisi Teferruat". Yazının başlığı, "söz konusu olan vatansa gerisi teferruattır" sözüne gönderme sanırım. İnsel yazısında gerçi bayrak meselesine hiç ilişmiyor ama ezanla ilgili tespitlerinden güç almışken araya onu da yerleştirmekten doğacak faydayı da hesap etmekten geri kalmıyor. Okumuşların, popülerliklerini her şeyden önde tutmalarının zihinlerinde yarattığı kolaya kaçmalar bunlar. Televizyon ekranlarında, gazete sayfalarında her gün onlarca örneğine rastlamak mümkün. Böyle dediğimizden Ahmet İnsel'in kolayca kotarılmış bir yazı kaleme aldığı sanılmasın. Aksine, epeyce çalışılmış, kurgulanmış, planlı bir yazı bu. Gazetenin internet arşivinden bulunup okunabilir, okunmalı da.
 
İnsel yazısında, ele aldığı sorunun yeni bir sorun olmadığını vurgulayarak söze başlıyor. Nitekim sorunun evveliyatından isim ve vaka örneklerine de yer veriyor. Ona göre ezanın hoparlörlerden okunmasının gürültü kirliliğine neden olması kaçınılmaz. Kötü sesli müezzinlerin dilinde ezan estetik kirliliğe neden ayrıca. Uzun okunması ise bu kirliliği kat kat artırıyor. İstanbul örneğinden deliller sunuyor, hesaplar yapıyor İnsel. Hesabını somutlaştırdığı cümlelerinden biri şu: "Günde bir-bir buçuk saat ezan sesinin kapladığı kent yaşamı demek bu." İnsel, öyle anlaşılıyor ki aynı anda İstanbul'un tüm semtlerinde yaşıyor. Nerede ezan başlamışsa o, orada. Uykuda olduğu sekiz saati çıkarsanız geriye kalan on altı saatin bir buçuğunda da ezan sesi duyuyor. Ezana dikkatin bu kadarı, ancak ihlâsında, takvasında nefis tabakalarını aşmışların tayy-ı mekân kerametiyle izah edilebilir gibi geliyor bana. (Yazı ile ilgili internet yorumlarında, onun gibi pek çok kişinin dini hassasiyetleri olmamasına karşın, ezan meselesine neredeyse obsesyon derecesinde ilgi gösterdiklerini gördüm.)
 
Altı dakika 15 saniye ile altı dakika 50 saniye!
İnsel'e göre bunu sağlamak için, 'uyansın kâfirler, burası Müslüman toprağı', diyen Müslümanlar, çeşitli projeler geliştirmişler. 'Ezan düeti' ve 'lahin' (ezanı bir makama göre okuma), proje yöntemlerinden ikisi. "Birinci yöntem, ezan düeti. Sultanahmet Camii ile meydanın öbür ucunda yer alan Firuz Ağa Camii müezzinlerinin birkaç yıldan beri yaptıkları bu ezan düeti sayesinde, ezanın başlamasıyla bitmesi arasında geçen zaman altı dakika onbeş saniye ile altı dakika elli saniye arasında değişiyor." İnsel'in bir-bir buçuk saat dediği rakama bu altı dakikalarla nasıl ulaşılıyor, o ayrı bir hesap işi ama eğer, gün boyu aklınız bunu yazmanın getirisi ile meşgul ve kulağınız seste ise, nice başka sesleri ezanla karıştırmanız da normaldir.
 
Bir din gibi benimseyip bir ideoloji gibi savunduğu benliğini, yine bir din gibi gizleme ve gizleme psikozu yaşayan birinin, hiç istememesine rağmen, sabah ezanında uyanması hiç de şaşırtıcı değildir.
Devam edelim" İnsel, neredeyse toplumun mesai saatleri boyunca tembelliğini de ezana bağlayacak: "Giderek yaygınlaşmaya başlayan bir alışkanlık, ezan okunurken yapılan faaliyete ara verilmesi. Araba kullanırken, kenara çekmek değil belki ama çalan radyoyu kapatmak. Toplantıda konuşurken ara verip susmak. Bu ezana saygı duruşları, ezan düeti veya ezan zincirlemesi uygulanan yerlerde günlük yaşamı dikkat çekecek kadar uzun bir süre etkisi altına alabiliyor." Ezan okunurken işin gücün bırakılması, siyasi parti liderlerinin irat ettikleri pek değerli nutuklarının ezana denk gelmesi durumunda, halkın dini inançlarına sözümona saygı göstermelerinden başka, toplumumuzda karşılığı olan bir şey değildir.
 
Merak ediyorum
İnsel'in sözlerinden sonra İzmir'de ikamet eden biri olarak merak ediyorum, İstanbul'da ezan sesi duyulduğunda, bankalarda işlem yapılamıyor mu? Benzin istasyonlarında pompalar dinlenmeye mi alınıyor? Öğretmenler derslere ara verip öğrenciler, ezanın sürdüğü yirmi dakika boyunca saygı duruşuna mı geçiyorlar? Esnaf iş mi yavaşlatıyor? Manav elmayı tartmıyor, kasap bıçağa elini sürmüyor mu? İnsel bunları nerede gözlemlemiş, bilemiyorum. Verdiği birkaç örnekte geçen isimler, kendi hayatlarını toplumun diğer fertlerinin üzerinde gören, özgürlük isterken ekseriyeti değil salt kendilerini düşünen isimler. İnsan bir camiye yakın ev alırken, kiralarken, yaşadığı mekânın hayatına katacaklarını, hayatından çıkaracaklarını daha baştan düşünür. Tahammül edemediği durumlarda, kuşkusuz eleştirel yaklaşımlarda bulunabilir ama bunlar, İnsel'inkiler gibi kendi hassasiyetlerini başkalarınınkilerin üzerinde görüp fetişleştirerek olmamalı. Benim bildiğim, Müslümanlar, ezan duyduklarında içlerinden diyeceklerini derler ve ibadet olan işlerine devam ederler. İnsel, öyle anlaşılıyor ki İstanbul'da değil de İngilizlerin, Fransızların alıklaştırdığı, tembellik için bahane arayan, dünya üzerinde ama aslında fiktif hale gelmiş bir mekânda yaşıyor. Onun zihnindeki mekânın, milyonlarca insanın geçinebilme derdiyle işinde gücünde koşuşturduğunu İstanbul'la ancak fantastik bir ilgisi olabilir. Bilemiyorum; yaşadıkları son derece steril hayatları ile bir şehrin semasındaki sesleri kendilerine problem edinenlerin, toplumu ruhen, siyaseten, iktisaden anlamaya imkanları var mıdır?
 
Çandan rahat, ezandan rahatsız mı?
Açıkçası İnsel'in zihni, kendi zihnini savunacak zemini gazetelerde, televizyonlarda her nasılsa bulduğu için, zihin işleyişindeki türlü tenakuzları sorgulama ihtiyacı dahi duymuyor. Öyle ki, Müslümanların bu konudaki her eleştiriyi çan sesinden duydukları rahatsızlıkla eşleştirip cevaplamaya çalıştıklarını söylüyor ve tabii ardından, bunun için de zaten bu örneklerden başkasına yer vermeyen gazete sayfalarından derlediği bir iki örneği sıralayıveriyor. Müslümanların çan sesinden rahatsız olmadıklarını bin yıllık Anadolu tarihi bilir. İnsel'in bunu bilmemesi mümkün olamayacağına göre neyi nasıl düşünmeli acaba" Art niyetle yola çıkıp da karşısındaki insanların art niyetini ispat edene rastlanmamıştır. İnsanı aslına çağıran ses ne olursa olsun, Müslümanlarca makbuldür. Müslümanların bu konuda da hazım problemi yoktur. Bunu insaf ve hakkaniyet duygusuna sahip her düşünen bilir. İnsel, düşüncelerini dile getirmede delillerini ve üslubunu bulamayan bu tavrıyla, tespitlerinin hükümsüzlüğünü dile getirmiş oluyor sadece. Aslında eminim ki böyle açık düşmezdi. Ancak insanoğlu, kendi kendini fanatikliği ile körleştiren bir varlık. 
Naif Bir Müslümanlık Telakkisi
Yazısında, hiç de düşünce ve yazma erdemleri ile karşılanamayacak yanlış analojileri bu kadar da değil Ahmet İnsel'in. Müslüman cemaatin karşısına, son derece zekice bir yazma kurgusuyla, Diyanet'i çıkarıyor. Bununla da kalmıyor; şu uzun alıntıya bakalım bir: "Evet bu zihniyete göre, aslolan ezanla bayraktır. İnsan hakları, farklılığa saygı, demokrasi ve diğer bilumum gâvur icatları teferruattır. Diyanet de "deyyuslar" karşısında bayrağı indirmiştir. Hâlbuki İstiklal marşımız ne diyor: "Bu ezanlar-ki şahâdetleri dinin temeli, ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli." Şair inliyor demiş ama galiba Türkiye'de geniş bir kesim bunu inletmeli diye anlıyor. Gerçekten de bugün uygulandığı haliyle ezan, dindarları namaza çağırmanın çok ötesinde bir işlev görüyor. Müslüman egemenliğinin somut simgesi olarak bir nişan taşı olmanın yanında, buranın hâkimlerinin Müslümanlar olduğunu her gün mümkün olduğu kadar yüksek bir sesle ve mümkün olduğu kadar uzun bir süre hatırlatmaya çalışıyor." Bu satırlardaki suçlamalar, bırakın fiili olarak hırsızlık yapmayı, hırsızlığı aklınızın köşesinden bile geçmemişken birinin sizi hırsızlıkla suçlamasına benziyor.
 
Başına böyle bir hal gelen insan, derhal kendini savunmaya çalışır. Çoğu kere de şaşkınlığından beceremez. Müslümanlardan da bunu yapması bekleniyor. Akıllarından bile geçmeyenden ötürü suçluluk duyup kendilerini savunmaları. Odysseus'tan beri bilinen bir kurnazlık bu. Türkiye'de Müslümanların yukarıdaki satırlardaki gibi bir derdi yok. Ama İstiklâl Marşı'nın manasını ve onun şairinin adını İnsel anmasa da bilirler. İnsel'in açığa vuramayıp bin türlü desise ardına gizlediği düşü gerçek olup ezan sussaydı da ezan susmuş olmayacaktı. Şimdi, benim bu cümlelerdeki savıma karşı İnsel'in kendisini savunmayacağından hiç kuşkum yok. Çünkü onun sosyalizmi öyle anlaşılıyor ki, sömürgeci emperyalizmin halkı için yaşanacak bir şehir oluşturmaktan uzak tutulan nice dünya devletini görmezden gelebiliyor. Buna karşın hiç de kastı olmadığı bir şeyden ötürü devletin bir kurumunu değil de halkın bir kesimini, sanki o kurum halktan öte olabilirmiş gibi, suçlayabiliyor. Bu tutum, ortada fiili bir durum olmamasına karşın o kurumu, halkın rağmına hareket etmeye davetten başkası değil. 1980 öncesinde yaşasaydık İnsel'in çizeceği portre, bu görüntüye bakılırsa, bizim köyden çıkan silahlara birkaç daha eklerdi.
 
Ezanın sesine sığınacak kadar naif bir Müslümanlık telakkisi, dünyanın ihtiyaç duyduğu adalet duygusuna hiçbir katkı sağlayamaz. Kanımca Müslümanların bu gerçeği iyice içselleştirmeleri gerekiyor. Çünkü bundan sorumlu olanlar, yine bu duyguyla dolu olanlardır. Bu gerçeğin yanında bir gerçek daha var: İnsel'in zihniyetiyle hareket etmenin bize yakışmayacağı" Aksi bir tutum, söz ettiğimiz kelimeler ve sesler çerçevesinden uzaklaştırır bizi. İnsel'e, obsesyonunu aşmadan şifa dilemekten başka bir şey yapamayız ama kendimiz için yapabileceklerimizse çok... 
 
Celal Fedai yanlış analojilerden bıktı da yazdı.
 
 
dunyabizim 

Medya-Makale Haberleri

Ahmet Turgut: Filistin’i hem Siyonistlerden hem Allah’tan korkanlar değil, sadece Allah’tan korkanlar kurtaracak
Abdurrahman Dilipak: Apo’yu İstanbul’a kim getirdi?
Abdurrahman Dilipak: Keyfiniz nasıl?
Abdurrahman Dilipak: Suriye nereye?
Abdurrahman Dilipak: Zamane cinlerinin esrarı