Geçen hafta, Güney Kore'nin başkenti Seul'de dünya ülkelerinden bir çoğunun liderlerinin katılımıyla "nükleer silahların yayılma tehlikesine karşı alınacak tedbirler" konusunda uluslararası bir 'Nükleer Güvenlik Zirvesi' toplantı yapıldı..
Hatırlanacağı üzere, 1905'lerde 'madde'nin teorik olarak patlatılabileceğine dair nazariyeler fizik bilginleri arasında ciddî olarak sözkonusu edilmeye başlamıştı..
O zamana kadar, 'atom', 'maddenin bölünemiyen en küçük parçası' diye tarif edilirken; o tarihten sonra, en azından teorik olarak, atom'un parçalanabileceği gündeme gelmiş ve tarif de değişmeye başlamıştı: 'Atom, maddenin bölünebilir en küçük parçasıdır..'
Ama, laboratuar denemelerine dışında, atom'un parçalanabileceği ve ortaya korkunç bir enerji çıkacağı iddialarının pratik sağlaması yapılmamıştı.. Evet, madde denilen nesnenin gerçekte, enerjinin yoğunlaşmasından oluştuğu kabul görmeye başlamıştı ama, bu, pratik olarak ortaya konulamamıştı.. Sadece, 'atom' parçalandığı zaman, onda yoğunlaşmış olarak bulunan korkunç bir enerji boşalması meydana gelecekti..
Bu durum, 1945 yılına kadar devam etti.. İkinci Dünya Savaşı'nın son demlerinde, 8 Mayıs-1945'de Almanya kayıdsız-şartsız teslim olmuştu; ama, Japonya henüz direniyordu..
Bugün tarihî belgeler ortaya koyuyor ki, Japonya da, teslim olmaktan başka çaresinin olmadığını görmüştü ve bunu nasıl sağlayabileceğinin hesabını yapmaktaydı.. Bunun için de, 1905 yılında Rusya'yı hem de Rusya topraklarında ağır bir yenilgiye uğratmış olan Japonya, eski bir başbakanını, o zaferinden 40 sene sonra Rusya'ya gönderiyor ve dünkü mağlubu eliyle barış elde etmeye çabalıyordu..
Halbuki, Amerikan militarizmi, kendisinin dünyada karşı konulamaz bir muazzam güç olduğunun bütün dünya tarafından anlaşılmasını istiyor ve barışın elde edilmesi için, Sovyet Rusya'nın aracı olmasına sıcak bakmıyor; hem -7 Aralık 1941 tarihinde, Pasifik'deki Amerikan donanmasının bulunduğu Pearl Harbour Deniz Üsssü'ne kamikaze pilotları tarafından yüzlerce uçakla yapılan intihar saldırıları sonucunda o üss"deki bütün savaş gemilerini ve 2500'e yakın askerini yitirmesi üzerine savaşa girmesini sağlayan- Japonya'yı kesin bir şekilde teslim olmaya ve hem de dünya kamuoyunun Amerikan gücü karşısında şoke olmasını, dehşete düşmesini hedefliyordu..
İşte böyle bir hengâmede, Japonya daha az kayıpla teslim olmanın yolunu ararken; Amerika da, dünyayı dehşete düşürecek bir kesin zafer için, elinde denemelerini tamamladığı müthiş bir silahı ilk kez denemek fırsatını kaçırmamaya çalışıyordu..
Ve Almanya"nın teslim olmasının üzerinden 2-3 ay geçmişti ki, 6 ve 8 Ağustos 1945 günlerinde -üstelik hiçbir askerî birliğin bulunmadığının bilindiği, tamamen sivil hedefler olan- Hiroşima ve Nagazaki şehirlerine atılan iki atom bombasıyla 300 binden fazla insan bir anda kavruluyor, Japonya kayıdsız- şartsız teslim oluyordu..
Ama, asıl teslim alınan bütün insanlık âlemi idi.. Çünkü; öylesine tahrib edici bir silah ilk olarak görülüyor ve dünya atom gücü karşısında dehşete düşüyordu..
Atom bombası kullanan bir gücün, asla insanî ve medenî bir güç olamıyacağı, bunun çağdaş ve teknolojik bir emsalsiz barbarlık olduğu kanaati, akl-ı selim sahibi hemen herkesçe kabul ediliyordu..
O zamandan beri, nükleer güç hâlâ da büyük ve nükleer silahlar, / atom bombası yine de ürkütücü..
*
Ancak, bu silahın sadece Amerika"nın elinde olmaması gerekiyordu.. Çünkü, bu silah, tek bir güç odağının, tek bir devletin elinde olduğu zaman, teslim alamıyacağı güç kalmıyacaktı..
Nitekim, 2. Dünya Savaşı"nın ortaya ikinci bir büyük güç olarak çıkardığı Sovyet Rusya da 1949"da ilk atom denemesini başarıyla gerçekleştirerek bu alandaki 4 yıllık Amerikan üstünlüğüne son veriyordu.. (Ki, Sovyetler Birliği"ne Amerika"nın atom sırlarını veren kişiler olarak suçlanan Ethel ve Julius Rosenberg adlarındaki Amerikan yahudisi karı-koca da 1953'te elektrikli sandalyelerde idâm ediliyorlardı..
Ama, bu basit bir casusluk muydu, yoksa felsefî bir tavrın sonucu muydu; bu husus henüz de tartışmalıdır. Bugün de birçok Amerikalı, Rosenberg"lerin Amerika"da komünist avcılığıyla meşhur McCarthy döneminin ve anti-komünizm histerisi ve paranoyası yüzünden idam edildiğine inanıyor.. Hele de, bir elektrik mühendisi olan Julius Rosenberg"in Sovyetler"e bilgi sızdırdığına dair bir takım deliller elde edilmiş olsa da, bir şarkıcı olan eşi Ethel"in hakkında bugün bile henüz de bir delil gösterilememiştir..)
Evet, her nasıl olursa olsun, Sovyet Rusya da atom bombası yapmıştı..
Sonra, Amerika İngiltere"ye de verdi o sırları; Sovyet Rusya da, Mao liderliğine geçen Çin"e de..
Ve, 1964'de de General Ch. De Gaulle Fransası patlattı ve böylece..
De Gaulle"ün, atom denemesini başarıyla gerçekleştirince, aldığı ilk karar Fransa"yı NATO"nun askerî kanadından çekmek oldu..
Artık 5 ülkenin atom silahı vardı..
Bu nükleer rekabetin önlenmesi için, nükleer gücün en azından bu beş ülkeyle sınırlı olması için, nükleer silahların yayılmasına karşı, uluslararası bir andlaşma imzalandı.. Ama, bu andlaşmayı hazırlayıp başka ülkelere dayatanlar atom gücüne sahib olanlardı. Bazı ülkeler bu andlaşmayı imzalamadılar.. Bunlardan birisi de, siyonist İsrail rejimi idi..
Ekim-1973 başında cereyan eden ve "Ramazan Savaşı" diye bilinen savaşta, Mısır ordusuna korkunç şekilde yenilen İsrail, atom bombasını kullanmaktan başka çaresi kalmadığını Amerika"ya bildirince..
Amerikan yetkilileri, nükleer fizik alanında çalışan kendi kadrolarındaki kimseler aracılığıyla nükleer silah sırlarının İsrail rejiminin eline de geçtiğini resmen anlamış oldular, ama, bu durum yine anlayışla karşılandı..
Amerika, Mısır lideri Enver Sedat"a baskı uygulayarak "ateş-kes"i sağladı ve İsrail de o atom gücünü kullanmamış oldu.. Ama, kullansaydı da, daracık bir Orta -Doğu coğrafyasında o radio-aktif ışınlarının, radyasyonun etkisinden bizzat İsrail rejiminin halkı da zarar görecekti..
İsrail rejiminin yaşama hakkının vazgeçilmezliği adına, bu rejim, o uluslararası andlaşmanın dışında tutuldu, yaptırımlarından da..
Arkasından, Hindistan da uzun süre üzerinde çalıştığını resmen açıkladığı nükleer silah denemelerini 1974'de başarıyla gerçekleştirdi.
*
'Hristiyan, Yahudi, Hindu, komünist, ateist atom bombaları'ndan sözedilmezken; 'İslam Atom Bombası' lafı bile ürkütüyordu..
Bu durum, Hindistan'ın can düşmanı Pakistan'ı da harekete geçirdi ve 1977'de askerî darbe ile iktidara gelen General Muhammed Ziyâ-ul'Haqq döneminde başlatılan ve dünyada 'İslam Atom Bombası' diye kaygılı tartışmalara yol açan nükleer çalışmalar, onun Ağustos-1988'de uçağına konulan bir bombanın patlamasıyla öldürülmesinden sonra da devam etti ve nihayet, 1998 yılında Pakistan da atom bombası denemesini başarıyla gerçekleştirdi.. Dönemin Pakistan başbakanı ve güçlü bir siyasetçi olan M. Newaz Şerif, 'gerekirse ağaç kabuğu veya ot yiyerek bile hayatımızı sürdürebiliriz, ama, Hindistan karşısında nükleer silahsız olarak hayatımızı sürdürmemiz mümkün değildir..' diyor ve Pakistan'ın onca fakirliğine rağmen bu denemeyi yapmasının gerekçesini izah ediyordu.. Ama, bir yıl sonra, M. Newaz Şerif, General Perwiz Muşerref'in yaptığı bir askerî darbeyle iktidardan uzaklaştırılıyordu..
Gerek Ziyâ-ul Haqq'ın bir suikasde kurban gitmesinin, gerek Newaz Şerif'in darbe ile iktidardan uzaklaştırılmasının arkasında, onların, nükleer silah konusundaki emperyalist odakların ihtarlarına kulak asmayışının etkili olduğu görüşü kolay reddedilecek mahiyette olmasa gerekir..
Ve, son olarak da, Kuzey Kore, 2010 yılında atom bombası denemesini başarıyla gerçekleştirdiğini açıklıyor ve böylece nükleer silah sahibi ülkelerin sayısı, 9'a çıkıyordu..
1990'larda küçük çaplı bir atom bombalarının da yapılabileceğini ve böylece hemen her ülkenin de bu silahlara kendi çaplarında ulaşabileceklerini bir Amerikalı öğrenci laboratuarlarda isbatlayınca, o genç ortadan kayboldu..
*
Ancaak, bu tartışmalar arasında en çok da, Pakistan"ın atom bombası gündeme gelince, dünyada gürültü koparmıştı.. "İslam Atom Bombası" diye anılan bu proje ile, dünya kamuoyu korkulara sürüklenirken; hristiyan, yahudi, hindu atom bombalarından söz edilmiyordu; keza, komünist veya ateist rejimlerin atom bombaları da kendi ideolojilerine göre isimlendirilmiyordu..
Öte yandan, İsrail rejimi, Pakistan"ın atom merkezlerine saldıracağından dem vurmaya başlamıştı..
Sonunda, Pakistan"ın bu gücünü, Hindistan tarafından bir nükleer saldırıya uğraması halinde, sadece ona karşı kullanacağına dair bir taahhüd alındı Pakistan"dan ve Pakistan"ın atom bombasını kullanabilmesini, başta Uluslararası Atom Enerjisi Komisyonu ve Güvenlik Konseyi olmak üzere bir takım uluslararası karar merkezlerinin ortak iradesine bağlayan bir andlaşma sağlandı ve bu 5"li irade olmadıkça o "İslam Atom Bombası"nın depolandığı mahzenin kilidinin açılamıyacağı bir düzenek geliştirildi ve o korku bertaraf edildi..
Bu arada, Pakistan'lı ünlü nükleer fizik bilgini Abdulqaadir'in, nükleer teknolojinin sırlarını İran'a da verdiği anlaşılıyor ve İran'ın da bu nükleer silah elde etmeye çalıştığı ileri sürülüyordu.. Ve son iki yıl boyunca, İran'ın nükleer fizik bilginlerinden 5-6 ismin Tahran'da, suikasdlerde hayatlarını kaybetmeleri de, konunun uluslararası entrika merkezlerinin çabalarından ayrı düşünülemez herhalde..
Halbuki, İran İslam Cumhuriyeti makamları ısrarla, kitle imha silahlarının kullanılmasının şer'an caiz olmayışı hasebiyle, nükleer silah yapmıyacaklarını, sadece nükleer teknolojiden kendilerinin başka alanlarda istifade etmek haklarının olduğunu ve bu yolda çalışacaklarını ısrarla belirtiyorlardı.
Ama, İran"ın atom bombası yapacağı korkusu emperyalist dünya tarafından, hâlâ da ısrarla vurgulanıyor.. Ve de bunun nasıl kontrol altına alınacağının planları, entrikaları..
Dünyayı korkutmakta başı çeken güç odaklarının başında yine Amerikan emperyalizmi ve dünya siyonist çevreleri.. Ve tabiatiyle de İsrail rejimi..
Ama, kendisi hiçbir uluslararası kontrolü kabul etmiyor ve kendisinin hayatta kalabilmesi için, gerekli gördüğünde nükleer güce başvurabilmesinin bir tabiî hak olduğuna bütün emperyalist odakları da ikna etmiş durumda..
*
Obama, 'atom silahına sahib olanların, başkalarından bu silahı edinmemesini istemesinin mantığı yoktur' diyordu, ama..
Amerikan Başkanı Barack H. Obama, iktidara geldiği ilk aylarda, 2009 başında İstanbul ve Kahire"de yaptığı konuşmalarda nükleer tehlikeye karşı uluslararası işbirliğine çağrı yaparken, en önemli sözü Çek Cumhuriyeti"nin başkenti Prag"da söylemiş ve birilerinin nükleer silahları varken, başkalarına bu silaha sahib olmamaları çağrısı yapılmasının mantığının olmadığını; hemencecik olmasa bile ilk planda ele alınması gereken konunun nükleer silahlardan tamamiyle arındırılmiş bir dünya olması gerektiğini dile getirmişti..
Bu, doğru ve sağlıklı bir mantıkî yaklaşımdı.. Ama, o konuda hâlâ da bir adım atmış değil..
*
Seul Zirvesi'nde, Tayyîb Erdoğan da, nükleer teknolojiye ulaşmanın her ülkenin hakkı olarak ve tartışılmaz şekilde kabul edilmesi; ama, nükleer silahların bütünüyle yasaklanması gerektiğini -İran konusundaki tartışmalar sırasında yıllardır söylediği gibi-, tekrarlıyordu.. Bu arada, Erdoğan, Amerikan Başkanı Obama ile, proğramlananın iki misli fazlası bir süre boyunca, 1,5 saatlik uzuun bir görüşme yapıyor ve Suriye ve İran konularını etraflıca görüşüyordu.. Erdoğan'ın, bu geziden sonra İran'ı önceden planlandığı şekilde ziyaret edecek olması, bir bakıma Obama'nın mesajlarının ulaştırılması için bir aracı durumuna da getiriyordu Erdoğan'ı..
Buna rağmen, Seul Zirvesi bir bakıma havanda su döğdü ve bir takım iyiniyet manzumelerinini tekrarıyla, 'şöyle olmalı-böyle olmalı..' temennilerinin tekrarıyla yetinildi ve İran'a da gözdağı verilmeye çalışıldı..
*
Seul Zirvesi'nde Erdoğan, dünyanın ülkelerinin birçok lideriyle görüşmeler yapmak imkanı bulmuştu.. Bu görüşmelerde, ister istemez Ortadoğu ve özellikle de Suriye Buhranı da gündeme gelmişti.. Üstelik, daha önce, Suriye'yi destekleyen Rusya ve Çin, ilk kez Suriye rejimine , 'Sen de bu kadar ileri gitme, sonra yaptırımlar gelirse, seni biz de kurtaramayız..' mânâsında nasihate başlıyorlardı.. Tayyîb Erdoğan'ın Rusya Devlet Başkanı Medvedev'e, 'Suriye'de, artık, Beşşar Esed rejimiyle olmayacağını anlamanızı bekliyorum..' gibi sözleri de dikkatle izleniyordu..
Dış dünyadaki güç merkezlerinin pek çoğu, artık Suriye Baas rejiminin sona yaklaştığını, geriye sayım başladığını ileri sürüyorlardı.. Ama, bu gidiş veya çöküşün nasıl olacağı ya da olması gerektiği üzerinde, en münasib yolun hangi olduğu üzerinde tartışmalar yapılıyordu..
Ancaak, Rusya ve Çin'in Esed rejimini desteklemesi ve İran'ın ise, çok kesin çizgilerle destekleyeceğini tekrar tekrar vurgulaması, tabloyu karmaşık ve çetrefilli bir şekilde tutmaya yetiyordu..
Bütün bunlar, (Baba) Esed'in 31 yıl süren saltanatı -diktatörlüğü boyunca, hem de en zayıf bir durumda kumar masasına oturup, sonra en kazançlı olarak masadan kalkmaktaki ustalığının (Oğul) Esed tarafından tekrarlanabileceği endişesini de yaşatmaya yetiyordu..
*
İşte böyle bir karmaşık ortadoğu coğrafyasında, Seul Zirvesi'nden sonra, Tayyîb Erdoğan'ın, -1 ay kadar önceden açıklanmış olan- İran ziyareti başlıyordu..
Ancaak, İran medyasında, -ki büyük çapta, devletin siyasetini yansıtırlar- Suriye konusunda, İran siyasetinin yanlışlığına dair, hemen hemen tek bir makale bile yayınlanmadığı ve Suriye'de olan bitenlerin, topluma yansıtılmadığı düşünülmelidir..
Tayyîb Erdoğan Tahran'a geldiğinde, Cumhurbaşkanı Mahmûd Ahmedînejad'la yapacağı görüşmenin -Ahmedinejad'ın rahatsızlığı dolayısiyle- ertelendiği açıklanınca. Derhal, bunun bir zâhirî gerekçe olduğu ve Erdoğan'ın Ahmedînejad tarafından reddedildiğine dair yorumlar sökün etmeye başladı..
İran'ın bazı muteber internet sitelerinde de, Erdoğan'ın güç gösterisine prim verilmemesi gerektiğine dair yorumlar da yapılıyordu.. Bu iddiaları bu gibi yorumlar da besliyordu..
Böyle bir ihtimal, biraz da bazı çevrelerin temennilerini yansıtıyordu..
Böyle bir şey olabilir miydi?
Olamaz denilemezdi.. Çünkü, daha önce, Süleyman Demirel, cumhurbaşkanı olarak, bir İKÖ toplantısı dolayısiyle gittiği İran'da, yalnızlığa itildiğini hissedince, ya da bu durum ona hissettirilince, proğramını yarıda kesip, Ankara'ya dönmüştü..
Şimdi de bu durum tekrarlanabilir miydi?
Ama, böyle bir durum bekleyenler yanıldılar ve 29 Mart günü, Ahmedînejad ile Erdoğan, uzun bir görüşme yaptılar ve görüşmenin son derece samimî bir hava içinde geçtiğine dair haber ve görüntüler yansıdı, dışarıya.. Yapılan açıklamalar da genel çizgileriyle aynı yöndeydi..
Asıl görüşme ise, İnqılab Rehberi Seyyid Ali Khameneî ile, Tahran'dan 900 km. mesafede bu, kuzeydoğu İran'daki Meşhed şehrinde yapılacaktı..
Bu görüşme dünya haber çevrelerinin de ilgi odağına oturmuştu..
İnqılab Rehberi Khameneî, Tayyîb Erdoğan'la yaptığı 2 saatlik görüşmede, İslamî eğilimli siyasetçilerin Türkiye ve sair ülkelerde yönetime gelmelerinden memnuniyetini dile getiriyor ve aynen şu cümleyi kullanıyordu:
'Türkiye'deki bu durum, bu şartlarda asla Amerika'nın ve Batı'nın arzu ettiği bir durum değildir ve onların Türkiye'deki durumdan hoşnud olmadıkları derecede, İran İslam Cumhûriyeti de, Türkiye'de müslüman kardeşlerinin iktidarda olmalarından o derecede hoşnuddur..'
*
İslam İnqılabı Rehberi Seyyîd Ali Khameneî, ayrıca, Suriye'deki buhranlı duruma da değiniyor ve müslüman kanının akmasından duyduğu rahatsızlığı dile getirdikten sonra, Suriye konusunda, Amerika'nın önerdiği her türlü çözüme kesin olarak muhalif olduklarını belirtiyordu..
Bu noktada, Erdoğan'ın Suriye siyaseti ile İran'ın siyaseti arasında takib olunan yöntem açısından bir uyumsuzluk olduğu bir daha anlaşılsa da, bu durumun, iki komşu ülkeyi karşı karşıya getiren bir mahiyette olmayacağının ipuçları, yapılan açıklamalardan tahmin edilebiliyordu..
*
Bu arada, Tayyîb Erdoğan da, her ülke gibi İran'ın nükleer teknolojiye ulaşma hakkının engellenemiyeceğini, İnqılab Rehberi'nin, 'kitle imha silahlarının şer'an caiz olmaması hasebiyle, bu silahları yapmıyacakları'na dair sözlerinin esas alınması; ve 'amma, bölgede İsrail gibi elinde nükleer başlıklı silahların bulunduğu açıkça bilinen rejimlerin, hiçbir uluslararası kontrole tâbi tutulmamasındaki çifte standardlı tutumun üzerinde durulması gerektiğini' vurguluyordu..
Erdoğan'ın, İran makamlarına, Amerikan Başkanı Obama'nın mesajını getirdiği şeklinde yorumlar da yapılıyordu.. Halbuki, böyle bir mesaj getirilmesine gerek yoktu.. Çünkü, Obama'nın, İran'a, 'nükleere tesislerinin uluslararası kontrollere açılması konusunda artık yolun sonuna gelindiği'ne dair tehdidvarî sözleri bütün dünya kamuoyuna da açık olarak veriliyordu..
Erdoğan ise, hem İran'da, hem de Türkiye'ye dönüşünde; Obama'ya, 'İsrail'in İran'a saldırması halinde, ortaya dünyanın kaldıramıyacağı derecede ağır bir tablonun çıkacağını söylediğini' tekrarlıyordu..
Obama'nın ise, Kasım ayında yapılacak Amerikan Başkanlık seçimleri öncesinde, kendi durumunu ağırlaştıracak bir durumun ortaya çıkmaması için, başta İsrail rejimi ve Amerika'daki etkin yahudi lobisi olmak üzere, dünyadaki bütün dengeleri gözetmeye ve herkesi memnun edecek bir tavır geliştirmeye dikkat ettiği anlaşılıyor..
haksöz