Son günlerde yaşanan tahliyeler /salıvermeler, toplumun çeşitli kesimlerinde tartışılıyor, tabiatiyle.. Çoğu da konuyu hukukî formalitelerine göre değil de, kendi günlük tercihlerine göre, sempati veya antipatilerine göre değerlendiriyor.
Önce, hatırlanacağı üzere, sanık ve tutuklu iken, bazı partilerce m.vekili adayı gösterilip seçilenlerin üç yıla yakın bir süre hapiste tutulmaları durumu vardı.
Bu kişiler hakkındaki suçlamalar öyle sıradan değildi.. CHP ve MHP’den m.vekili adayı gösterilenler, ‘Ergenekon Dosyası ’ ve de ‘Balyoz Dosyası’ diye anılan ve mahkeme kararıyla ‘terör örgütü’ olarak kabul edilen ya da darbe teşebbüsünde bulunmak gibi bir yapılanmanın içinde yer almaktan dolayı ağır ceza talebleriyle haklarında dâva açılmış ve bu kişiler de ‘kaçmak ihtimali’ veya isnad olunan suç delillerinin karartılmasına engel olmak gibi gerekçelerle tutuklanmışlardı.
Hemen tamamı, kürd etnisitesine mensub 5 m.vekili adayı ise, PKK’nin bir sivil kanadını oluşturan ve bir ‘paralel devlet’ yapılanmasını temsil eden KCK isimli dâvâdan dolayı tutuklu idiler.
Bu kadar ağır ithamlarla tutuklananların aday gösterilmesi, gerçekte, o kişilerin kurtarılması taktiğinden başka bir şey olmasa gerek..
Bütün bu kişiler, tutuklu oldukları dâvalardan dolayı, 5 seneyi aşkın bir zamandır içerdeydi. Ve mahkemeler müstakil/ bağımsız olduklarından dolayı, kimse o mekanlardaki yargıçlara iş buyuramıyordu ve böylece de onlar da, adaleti temsil etmek adına giydikleri kırmızı geniş yakalı cüppelerinin içine daha bir gömdükleri başlarıyla sadece görünmez değil, bir de korkulası bir heyula haline geliyorlardı.
İlginç olan, tutuklu iken m.vekili seçilen bu kişilerin, 2010 yılında yapılan ve referanduma sunulan ve de muhalefet partilerinin elbirliğiyle karşı çıktıkları Anayasa değişikliği’yle getirilen düzenlemelerden istifadeyle, Anayasa Mahkemesi’ne başvurma haklarının doğması ve Anayasa Mahkemesi’nin bu sanıklar lehine yaptığı yorumla serbest bırakılmaları.. Onlar Meclis’e dönüp m.vekillikleri hak ve yetkilerine kavuştular. Bu kişiler, haklarındaki hüküm yarınlarda kesinleşirse, ve o kesin hüküm de Meclis’e gelip, Meclis Başkanlığı tarafından resmen açıklandığı zaman, m.vekillikleri düşecek ve tekrar hapsi gireceklerdir.
Ancak, MHP’den m.vekili seçilen bir em. korgeneral, yargılandığı Balyoz dâvâsından 15 yılın üzerinde aldığı ceza, Yargıtayca tasdik olununca / onanınca, yani hüküm kesinleştiği için, aynı durumdan faydalanamadı; o hâlâ içerde..
*
Bu arada, yeni bir takım kanunî değişiklikler de yapıldı. Buna göre, Genelkurmay Başkanları ve Kuvvet komutanları hakkında kanûnî takibat ve yargılama yapılabilmesi Başbakan’ın iznine bağlandı ve bu durumda olan kişilerin ancak Yüce Divan’da yargılanabileceklerine dair yeni bir kanunî hüküm getirildi. (Bu gibi durumlarda yargılamayı Anayasa Mahkemesi, Yüce Divan sıfatıyla yaparlar.)
Sanık, kanun değişikliklerinden lehde olanlardan istifade eder; aleyhde olan yeni hükümler ise, geçmişteki hükümlere göre suçlanan sanıkların o durumlarına teşmil olunamaz; bu bir genel hukuk kuralıdır.
Bu durumda, Genelkurmay eski Başkanlarından ve Ergenekon Dâvâsı’ndan ve terör örgütü üyesi olmak suçlamasından dolayı müebbed / ömür boyu hapse mahkûm olan em. Org. İlker Başbuğ, kendisinin yargılanmasının Yüce Divan’da yapılması gerektiğini de öne sürerek, Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu ve Anayasa Mahkemesi de bu başvurmayı haklı bularak tahliye edilmesi gerektiğini açıkladı. Bunun üzerine, ilgili İst. mahkemesi de, 26 aydır tutuklu olan Başbuğ’un tahliyesine karar verdi. Şimdi, Başbuğ ve de andan ayrı olarak, Kuvvet Komutanı olarak yargılanan kişilerin de Yüce Divan’da yargılama yolunun açılması için gerekli işlemlerin yapılması, gerekli merhalelerin aşılması gerekiyor.
Bu noktada, ‘Bir Genelkurmay Başkanı’nın terör örgütü üyesi olarak yargılanmasının akla zarar olduğunu’ ileri süren çevreler vardı. Bu söz, ilk planda doğru gibi düşünülebilir. Ancak, bu ülkede, ‘27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi’ sırasında ihtilalcilere karşı çıkmaya çalışan o dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Rüşdî Erdelhun’un nasıl yaka -paça götürülüp Yassıada’daki uyduruk mahkemede işkenceler altında nasıl yargılandığı ve ağır cezalara çarptırılıp, er statüsüne indirilerek orduyla her türlü ilişkisinin kesildiği hatırlanmak bile istenmedi.
Konu, Başbuğ’un bu gibi çalışmalar içinde olduğu veya olmadığı değil, ‘Bir Genelkurmay Başkanı terörist veya darbeci olur mu?’ gibi sözlerle, genel bir temize çıkarma çabasının yersizliğinin anlaşılmasının gerekliliğidir. Kaldı ki, 27 Mayıs Askerî Darbesi’nden sonra, bu ülkede 4 askerî darbe daha olmuştur ve herbirisinde de o dönemin Genelkurmay Başkanları o darbelerin içinde yer almışlardır. Genelkurmay Başkanlarının ve yüksek rütbeli komutanların suç işlemiyecekleri, darbeci olamıyacakları veya terör örgütleri içinde yer alamıyacakları gibi bir faraziyenin hiç bir aklî ve haklı dayanağı olamaz, herhalde..
*
Başbuğ’un tahliye edilmesinin gerekçesi farklı idi..
Ama, Anayasa Mahkemesi’ne, haklarındaki hüküm kesinleşmemiş ve amma, 5 seneyi aşkın bir zamandır içerde olan öteki Ergenekon sanıkları da müracaat edince..
Anayasa Mahkemesi, haklarındaki hüküm kesinleşmemiş olan bu sanıkların da 5 seneyi aşan tutukluluk süresini gerekçe gösterip, daha uzun süreli hürriyeti bağlayıcı tutuklulukların yeni kanuna aykırı olduğunu esas alarak, onların da tahliyesine karar verdi..
Şimdi, her kafadan bir ses çıkıyor..
İçerden çıkanlar da, âdetâ devletten ve toplumdan alacaklı gibi iddialı nutuklar çekiyorlar.
*
Adâlet adına yapılan zulümden daha büyüğü yoktur..
Ama, ilgi çekici olan, Ergenekon Dâvâsı sanıkları hakkında başlangıç mahkemesi 7 ay önce, çeşitli ağır cezalara çarptırmış olmasına rağmen; aynı mahkemenin, bu kişilerin Temyiz’e gidecek dosyaları için gerekli olan gerekçeli kararı henüz de yazmamış olduğu ortaya çıkmış olması..
Rezalet buradadır, işte..
Bu mahkeme, gerekçesini yazmakta zorlandığı ve bu kadar zaman âtıl vaziyette beklediği bu dosyaların Temyiz’de incelenmesini engellemiş oldu, böylece.. Belki de, bu cezalara çarptırılanların dosyalarından bir çoğu ya yeniden yargılanmak üzere mahkemeye iade edilecek, ya da tasdik edilip, kesinlececekti..
Bu noktada, mahkemelerin kasıdlı olarak hareket ettiklerini isbatlamak zordur, elbette. Amma, -beşerî planda da olsa- adâlet mekanizması, toplumun vicdanını rahatsız etmiyecek kararlar verip, yine de belirli ve sınırlı bir saygınlığı kazanabilirken; TC.’deki durum, yargı mekanizmasının, en azından bir atalet / tembellik, bir ihmal veya belirli siyasî hedefleri gerçekleştirmek isteyen odakların emellerine yağ sürecek mahiyetteki bir tutum içinde bulunduğu ortada..
Bir kimsenin hakkında kesin hüküm olmadıkça, onun yargı içindeki ilgili makam dışındakilerce suçlanması, yanlıştır.
Adâlet talebi ve savunma hakkı azizdir ve gün gelir, herkese lâzım olur.
Önceleri, 10 yıl gibi bir sınırlama da yoktu yargıda ve yıllarca süren yargılamalara paralel bir tutukluluk da mümkündü.
Ama, daha sonra, bu süre, 10 yılla sınırlandırılmıştı. Ama, bu bile oldukça fazla idi..
Çünkü, 10 yıl sonunda, iddialardan, isnad olunan suçlardan, ithamlardan beraet etmesi de mümkün olan bir kimsenin ömründen 10 yılın tutukluluk şeklinde çalınması nasıl mâkul karşılanabilir?
Hatırlayalım, 4 sene öncelerde kamuoyunda ‘Hizb.... Dâvası’ diye bilinen bir yargılamadan tutuklu olanlardan, içerde 10 yılını dolduranlar kanun gereği serbest kalınca, kıyamet koparılmıştı, âdetâ; ‘Nasıl olur?’ diye..
Bugün de, başkaları, Ergenekon ve emsali dâvâların sanıklarının nasıl olup da serbest bırakıldığını soruyorlar, bu durumdan şikayetçi oluyorlar.
Demek oluyor ki, herkes, kanunların yorumunu kendi cenahına, kendi tarafına, tarafdar olduklarının lehinde veya aleyhinde oluş durumuna göre değerlendiriyor; kendi dünyasına aykırı olanı yerden yere vuruyor.
Halbuki, bu gibi durumlarda asıl sorgulanması gereken, bir yargı mekanizmasının bir dâvâyı 10 yıl boyunca nasıl olup da hükme bağlayamamış olması olmalı..
Kaldı ki, bu 10 yılın uzunluğu görülüp 5 yıla indirilirken, mahkûm olmaksızın geçen bir 5 yıllık tutukluluk halinin bile çok fazla olduğunu söyleyenler oldu ve haksız değillerdi. Ama,
kanun koyucu organ (Meclis) şimdilik 5 yılda karar kılmış oldu.
Ancak, bu düzenleme yapılırken, ağır suç işlediklerine dair elde güçlü delillerin bulunması halinde, mahkemelerin tutukluluk halinin sürmesi yönünde irade belirtmesine bir imkan tanınabilirdi. Nasıl ki, mahkemelere, cezaların mikdarı konusunda, meselâ, ‘3 yıldan az, 7 yıldan fazla olmamak üzere cezalandırılır..’ gibi çok esnek yetkiler tanınabiliyor; burada da böyle bir yetki tanınabilirdi.. Böyle olsaydı, Danıştay Saldırısı’nda bir Danıştay hâkimini katleden ve neredeyse suçüstü ‘cürm-ü meşhud’ yapılıp, o cinayetin ânında yakalanmış olan avukat sanığı bile, 8 yıldır hakkında henüz kesinleşmiş bir hüküm inşa olunamadığı için serbest kalmazdı.
*
Adâlet talebi ve savunma hakkı, herkese lâzım olabilir
Böylesine, kamuoyunu sarsan durumların adâlet adına denilerek takdim edilmesinin, adâlet kavramına bile ağır darbeler indireceği açıktır.
Bu konuyu değerlendirirkenm, bir mahkemenin hâkimlerinin 10 yıl boyunca aynı kalma ihtimallerinin çok zayıf olduğu da gözönünde bulundurulmalıdır. Yargıçlar ölüm, terfi, azil, istifa veya başka sebeblerle değişmiş olabilir; ya da, kanunlar değişmiş olabilir. Değişen her yargıç, dosyanın yeniden değerlendirilmesi için yeni bir süre ister.
Bu bakımdan, hele de cinayet, terör veya darbe gibi kamu hukuku açısından ağır suçlamalara mâruz kalanlar dışında tutuklu kimselerin yıllar boyu hapsedilmeleri bir ayrı cinayettir. Ötekilerin ise, yargılamalarının daha kısa süreli olması için, ayrı bir mühlet tanınabilir, mahkemelere.. Ve bu mühlet şartlarına riayet etmeyen mahkemeler bunun bedelini ödemelidirler.
Çare, mahkemeleri hızlandırmaktır. Geciken adâlet, adâlet değil, atâlettir ve hattâ zulümdür.
Halkımızın kültüründe yerleşmiş bulunan, ‘şeriatin kestiği parmak acımaz..’ şeklindeki söz, gerçekte, kamuoyunda, halkın vicdanında, adâlet adına açıklanan hükmün büyük çapta kabul görmesi şartını da içermektedir. Sözgelimi, 1950-60 arasının 10 yıllık başbakanı Adnan Menderes ve iki Bakan’ı (Fatin Rüşdî Zorlu ve Hasan Polatkan), farz-ı muhal, bir takım suçlar işlemiş olsalardı bile, idâm edilmelerini gerektirecek bir suç işleyip işlemedikleri konusunda, toplum tatmin olmuş değildi ve büyük kitleler gizli gizli gözyaşı dökmüşlerdi, adâlet adına işlenen o korkunç ve barbarca cinayetler karşısında..
*
Bilindiği üzere, İslam hukukunda, hadleri, hangi suçlara hangi cezaların verileceğine dair, sınırları, hükümleri Kur’an’da bildirilen cezalar vardır, bunlara ilahî hadler (hududullah) denilir. Bu hadlere giren suç konularında şer’î açıdan yargılama sonunda kesinleşmiş hükümlerin -şer’î imkanlar dışında- değiştirilmesi, arttırılması, eksiltilmesi, ertelenmesi sözkonusu olmaz. Bu cezaların dışında ise, hükûmet edenlere tanınan bir cezalandırma yetkisi tanınmıştır ki, bunlara ta’zir cezası denilir ve İslam toplumunda hükmetme yetkisini kullanan meşrû’ otorite, durumun gerektirdiği şartlara göre, af ile idâm arasında değişien çeşitli cezalar uygulamak imkanına sahibdir.
*
Bu yeni kanunî düzenlemelere niçin gerek duyuldu?
Tabiatiyle konunun bir de siyasî yönü var.
Hatırlanacağı üzere, F.G., Hükûmet’le arasındaki gizli savaşın daha bir açığa çıkmaya başladığı geçen Ekim-Kasım aylarında, Pennsylvania’da yaptığı bir açıklamada, Balyoz, Ergenekon vs. gibi dâvâları kasdederek, ‘yaşını-abışını almış yığınla insanın içerde tutulmasına gönlünün râzı olmadığı’ kabilinden bir görüş belirtmiş ve ‘elimde olsa hepsini serbest bıraktırırdım..’ gibi bir laf etmişti.
Bu, tipik bir çengel atma ve hâlâ etkili saydığı çevrelerden kendisine destekçi sağlama taktiği gibi değerlendirilmişti.
Bu, tabiatiyle, o güç odakları karşısında Hükûmet’i dolaylı olarak zayıf düşürmeye de yönelik bir hareket idi de..
Bu durumda Hükûmet de mukabil bir hamle yapmak ihtiyacını duymuş olabilir..
Nitekim, bazı çevreler bu kişilerin salıverilmesine kızarken, bazı çevrelerde ise, bir rahatlama olduğu gözleniyor.
Kaldı ki, bu kişiler hakkındaki hükümler yarınlarda gerekçeli kararları yazıldıktan sonra Temyiz’e gittiğinde, tasdik edilmek ihtimalini içinde yine de taşımaktadır. O zaman, bu salınanlar, yeniden cezalarının geri kalan kısmını çekmek üzere yeniden içeri hapse atılacaklardır, tabiatiyle..
*
KCK tutuklularının durumu, daha bir tutarsızlık..
Ancak, bu uygulama bugün için en çarpık durum, PKK’nin silahsız siyasî mücadele yapılanması ve paralel devlet denemesi olarak isimlendirilen oluşum içinde sayıları yüzleri, hattâ binleri KCK sanıklarının da bu durumdan istifade ettirilmemiş olmasından kaynaklanmaktadır.
Denildiğine göre, PKK, KCK sanıklarının, Ergenekon sanıklarına tanınan haklardan bu seçimler eşiğinde istifade ettirilmesini istememiş ve bu yönde dilekçe vererek müracaatta bulunanların dilekçelerini geri almalarını sağlamıştır.
Eğer bu iddia doğruysa, ilginçtir..
Bir kanûnî hakktan, hele de tutuklu kişilerin istifade edebilmesi için dilekçe vermelerinin beklenmesi saçma değil midir?
Adâlet Bakanlığı, mahkemelere bu yönde hatırlatmayı yapmalıdır.
Çünkü, BDP, aksi halde, hem bu tutukluluk hallerinin devamından sosyo-politik ve psikolojik açıdan fayda devşirmeye çalışacak, hem de, ‘türkler serbest kalıyor, kürdlere gelince, yok!’ gibi basit bir kurnazlıkla kitleleri etkilemeye çalışacaktır.
Bir kanûnî hakkın gereğinin yerine getirilmesi, niçin şahsî dilekçelere bağlı olsun ki?
*
Hukûkî düzenlemelerin herkesi içine alacak şekilde yapılması gerekir. Ancak, Meclis’in yaptığı kanunların yorumu, yine de mahkemelerin, yargıçların insaf ve anlayışına kalmaktadır.
Değiştirilmesi gereken, sadece yasalar değil, kafalardır!
haksöz