AK Parti davasında son durum 14.9.2022’ye ertelendi.
İlginç olan, AK Parti’den Düzce Kadın Kolları Başkanı’nın avukatı dışında kimse gelmedi. Diğer müştekilerden de sadece KADEM Başkanı ve iki avukatı gelmişti. KADEM’in tüzel kişilik olarak müdahillik talebi reddedilince, KADEM’in avukatı da salondan ayrıldı.
6 saat süren bir savunma yaptım. Bir sonraki duruşmada, 20 kadar tanık dinletmek için talepte bulunacağız. Duruşma zabtını da yarın yayınlarım artık. Durum bu.
Ve “Geçmiş zaman olur ki, hayali cihan değer.” “Düne dair ne varsa dünde kaldı”.. İşin kötü yanı yeni şeyler söylemeye mecalimiz de kalmadı. Çünkü, din, tarih, edebiyat ne varsa, inanılmaz bir iştiha ile tükettik.
“Vatan, Millet, Sakarya” artık son on yılda yetiştirdiğimiz 15 milyon gencin gözünde beş para etmiyor. Babalarının inandığı değerler çocuklarının elinde patladı. Bir hayal uğruna verilen kavgaların karşılığı böyle bir hüsran olmamalıydı!
Hasan Karakaya’nın ölümünün yıldönümü ile ilgili vefa günü düzenlenmişti. Vefasızlığımdan değil, ne aşım var, ne PCR yaptırıyorum, ne maske takıyorum. VIP konuklar olunca, orada olmamın şık kaçmayacağını düşündüm. Gönlüm oradaydı ama ben yoktum.
Şule Yüksel anılıyor. Hanımım, kız kardeşim ve 3 kuzenim, 1960’lı yıllarda Ankara’daki o kursta öğrenciydi. Sahi o günlerden kaç kişi o anma toplantısındaydı. VIP toplantılarda o günün çile insanlarının adlarını bile hatırlamıyoruz artık.
Dayım Hasan Aksay oradaydı da, başka! Benim sonradan haberim oldu. Ne gerek var değil mi! Organizasyonu yapan şirket, Mediatik bir program..
Ve dostlar işbaşında görsün!
Erdoğan’ın şiirini okuduğu günler, Şanar Yurdatapan, Hasan Celal Güzel, o günlerde unutuldu gitti. Ahmet Tanman’ı kim, niçin hatırlasın ki.
El ele eyleminde Albayraklar bir minibüs ve bir şoför tahsis etmişti. Arabada 3 erkek vardı, şoför dışında ben, Ahmet Taşgetiren ve Ahmet Mercan. Yolculuk sırasında başka gelip gidenler de oldu, Ekrem Kızıltaş mesela. Gittiğimiz illerde buluştuğumuz daha birçok arkadaş tabii. 7 kızdı sanıyorum, aklımda kalanlar Nilüfer Pehlivan, Hacer Yıldız, Pınar Kalem, Filiz Gültekin geldi ara ara. İstanbul’da daha çoktuk tabii.
Minibüste; biri gelinim, o toplantılara katılanlardan bir diğeri gelinimin kız kardeşi, ötekisi gelinimin annesi. O kızların ablası idi. 4 kız daha..
O kızlardan biri şimdi AK Parti milletvekili. O zaman AKDER vardı, özellikle başörtüsü ile ilgili. 11 Ekim 1998’de yapılan “El Ele Eylemi”nin 25. Yılında, inşallah bizleri unutmazlar.
Birileri unutsa ne yazar, biz o gün bunları kendimiz ya da birilerinin emri için, hatırı için yapmadık ki. Allah rızası için yaptık, O, zaten biliyor.
Benim o dönemdeki avukatlarımdan biri şimdi İstanbul’da bir ilçede belediye başkanı. Başörtülü olduğu için avukatlık yapamıyordu. Ben onu avukat gösteriyorum ki bu çerçevede bir hukuk mücadelesi beraberce verilmiş olsun. Başka avukat hanım arkadaşlar var. Sibel Eraslan var o günleri çok iyi bilen.
Bugün El ele eylemi anılacak olsa, eyleme katılanların çoğunu hatırlamayacak bile bunlar. Benimle davalık oldular, Ahmet Taşgetiren’i sildiler. Ahmet Mercan unutuldu. Diğer kızların çoğu da.. AKDER’i kim hatırlıyor artık. KADEM var!
O günlerde kısık imkanlarla, çile yüklü insanlar üstlenmişti davanın yükünü omuzlarına. Hani şu “binbirbaşlı kartal”ı taşıyan kanarya, o “Anadolu’nun saf çocuğu SAKARYA!”
O Sakarya var ya, artık çamur gibi akıyor, yaz ayı gelince kurudu kuruyacak.
Sakarya Belediyesi Sakarya’da “Bal vadisi” yapacak, Osmanlı kayığı ile nehirde turlar düzenleyecekti, ama Sakarya artık ölmek üzere.
Çünkü biz uyurken “Kandillere katran döktü geceler”.
Bal vadisini kim ne yapsın.
Bugün bizimkilerin yeni barosundan ne erkek, ne de hanım başörtülü, başı açık avukatlarından hemen hiç biri, kurumsal kimliği ile arayıp sormadı.
Neden korkuyorlar, ya da neyin hesabını yapıyorlar bilmiyorum.
Hiç kimse aramadı değil, çok şükür her kesimden insanlar aradı, konuşuyoruz.
Demem o ki eski çamlar bardak olmuş, düne dair dostluklar dünde kalmış.
İktidar ve servet hesapları değiştirmiş. Başka beklentiler ve korunması gereken başka değerler var.
Bu işler (Haşa) Allah’ın takdirine bırakılamayacak kadar önemli işler!? Hem zaten kabine değişikliği konuşuluyor, ardından seçim var, değil mi!?
Dün biz, sadece kendi haklarımızı değil, ötekilerin haklarını da savunmak için meydanlardaydık. Onun için bu insanlar bize güvendiler. “Birimizin derdi hepimizin derdi” idi. Ama artık bugün kendi kardeşlerimizin derdini bile dert edinmiyoruz.
Hatta onları sanık sandalyesine oturtuyor, onları media lincine tabi tutabiliyor, kapıları onların yüzüne kapatabiliyoruz.
Onların seslerini kısmaya çalışıyoruz da, hâlâ, inatla ve anlaşılmaz bir kibirle, “Biz nerede yanlış yaptık” diye sormuyoruz.
Ne oluyoruz, nereye gidiyoruz. Bu gidiş nereye!
İçeriden ve dışarıdan, bir yandan itiliyoruz bir yandan çekiliyoruz. Kim dost, kim düşman belli değil.
Öte yandan; toplum tedirgin. Pahalılık insanların canına tak demiş durumda. Bölgemizde ve dünyada yaşanan gerilimler anında ülkemize yansıyor.
Siyasetteki dağınıklık ve ekonomideki dengesizlik devam ediyor. Tarımda ciddi sorunlar var. Para politikasında bir denge noktası sağlanamadı. Piyasada istikrar sağlanmadı.
Neyse, esas konuya dönelim. Ne diyordu Salih Tuna, Yeni Şafak’ta benim davamın görüldüğü ay ve günde, tam 11 yıl önce yani 2011’de yine bir çarşamba günü şunları yazmıştı:
“İçinden geldiğim “camiayı” tanımakta her geçen gün zorluk çekiyorum. “İslamcı” arkadaşlarımız meğer kallavi muhafazakarlarmış. “Takva” zannettiğimiz o halleri de yoksulluktan ibaretmiş. Parayı pulu bulduklarında anında “Vınnn Şinasi” oldular. Elde ettikleri “değerlerin” (mal mülk, şan şöhret) sürgit “muhafızı” olmamızı istiyorlar. Ceffelkalem döktürmemizi, majestelerinin yazarları gibi her daim “methiyeler” dercetmemizi bekliyorlar. “Muhalefet şerhi” babından üç beş aykırı kelam etsek şappadak kaşlarını çatıyorlar. “Nefs muhasebesine” bile tahammülleri kalmadı. Yapıp ettiklerini “öteki”nin üzerinden meşrulaştırmaya öyle alıştılar ki; (…) Zira… Onlarla “bunlar” arasındaki farklar gitgide belirsizleşmeye başladı. Bunlar, yani, “yeni sınıfın yeni dallamaları.” Riya, kibir, israf gani; züht, takva, infak hak getire. Hem gitgide onlara benziyorlar, hem de onlarla kıyasıya “kavga” ediyorlar! Hiç insan kavga ettiğine bu kadar benzemeye çalışır mı? Bu nasıl bir kavga? “Yeni sınıfın yeni dallamaları” hiçbir şey sormadan sorgulamadan biteviye yumruk sallamamızı istiyor. (…) Bizden de, toplandıkları “terörist evi”nin önünde infaza alkış tutan vatandaşlar gibi olmamızı istiyorlar. Yollarına çıkan “engelleri” kalemlerimizle yıkmaya çalışmazsak, gerektiğinde bel altı vurmazsak yüzümüze bakmazlar. (…) Hey gidi günler hey! “Yeni sınıfın yeni dallamaları” da bir vakitler dava adamıydı. Davalarını ya bozdurup harcadılar ya da tahvillere, banka hesaplarına yatırdılar. Biz burada böyle kalakaldık; “sözlerimizle” baş başa!”
Nokta. Selâm ve dua ile.