Genel düzenlemeler, haksızlıklara fırsat vermemeli..

Selâhaddin Çakırgil

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Polis teşkilatının kuruluş yıldönümü dolayısiyle 10 Nisan günü bir grup polise hitaben yaptığı konuşmada, FG. Cemaati denilen grupla ilgili yeni ifadeler kullanıyor ve, ‘Kurumlar içinde imamlar var. Biz camilerde bilirdik ama polis içinde de varmış. Şemalarla önümüze geldi. Sonra bu imamlar tası tarağı toplayıp Türkiye’yi terk ettiler.’ diyor ve ’Bizim, kul olarak Allah’tan başka tapacak, kulluk edecek hiçbir merciimiz yoktur.’ diye ekliyordu.
Bir daha anlaşılmalı ki, mes’ele, basit bir şahsî kızgınlık ve hışım değil, devlet içinde çok çarpık, tehlikeli ve esrarengiz bir yapılanmanın olmasından kaynaklanıyor.
Ama, Tayyîb Erdoğan’ın konuşmasının içinde bir bölüm daha var ki, o da bir ayrı tehlike işareti veriyor.
Şöyle diyor Tayyîb Bey: ‘Ülkesine ve milletine ihanet edecek şuursuzlar yüzünden hiçbir polisimizin rencide edilmesine razı olamam. Hiçbir polisimizin haksız yere rencide edilmesini kabul edemeyiz. Ama, bazı kararları almak zorunda kalıyoruz ve o zaman maalesef kurunun yanında yaş da yanıyor.’
İşte burası son derece önemli.. Bu sözlerde, bir itiraf da yatıyor ve biz bu hususa zaman zaman dikkat çekmeye çalışıyorduk.. Çünkü yaygın ve genel düzenlemeler yapılırken, arada, bazılarının haksızlığa uğraması ihtimali hep vardır. Ve bir takım suçluların cezalandırılmasına gidilirken, mâsum bir kimsenin de dişliler arasında kalması ihtimali varsa, o gibi mazlumiyet ihtimallerini bertaraf edinceye kadar, bazı uygulamalarda biraz daha temkinli hareket etmek gereği açıktır.
Ve, bu konuda sadece polis teşkilatında değil, hemen her kamu kurumunda vazife yapanlardan niceleri, ‘sözkonusu paralel yapılanmanın içinde oldukları’ gerekçesiyle, bulundukları etkili makamlardan uzaklaştırıldılar.
Bu cemaat suçlamaları’nın içinden çıkılmaz bir hale gelmesinin baş sorumlulardan birisi, Pennsylvania Şeyhi’nin ta kendisidir. Çünkü , yaptığı konuşmalarda, açıkça, ‘konumunuzu korumak için, aleyhimde konuşun, aldattı bizi deyin.. sorumluluğu yoktur..’ gibi, beşerî ilişkileri daha bir zehirleyen yöntemler tavsiye etti.
Bu durumda, bir kimse, meselâ âmirine, aldandığını, yanıltıldığını söylerken samimî olarak mı öyle bir söylemiş olacaktır; yoksa, yüzlekçe ve sırf konumunu korumak için mi?
Bunu kim nasıl kestirebilir?
*
En kötüsü, nice devlet dairelerinde, birilerine kızgın olan veya birilerini kendilerinin yükselmelerinde engel görenler, o rakiblerini de ’paralel yapı elemanı’ suçlamasıyla bertaraf ettiler, etmekteler.
İşte bu yüzden bu cemaat yapılanmasıyla mücadele son derece riskli..
Başka örnekleri geçmişte çok görmüştük..
27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi’nden üç hafta kadar sonra, ihtilale karşı çıkmaları muhtemel olanlar denilerek, 236’sı general olmak üzere, 8 bin kadar subay bir gecede ordudan atıldılar. O atılanların da susmaları için, emekli ikramiye ve maaşlarından ayrı olarak, yüksek meblağlarla sus payı verildi onlara.. O ihtilalin güçlü albayı olan Alpaslan Türkeş, bir keresinde, onlara verilen paranın B. Amerika’dan alınan yardımlarla karşılandığını belirtmişti.. Buna rağmen, haksızlığa uğrayan o subaylar kısaca ‘Eminsu’ diye anılan ‘Emekli İnkılab Subayları’adında bir dernek kurup, haklarını aramak için yıllarca mücadele etmişlerdi, ama, kimse dinlememişti onları.. Ve artık onlardan kimse kalmamıştır herhalde, hayatta..
Ancaak, bu 8 bin subayın nasıl belirlendiği konusu çok öğreticiydi..
F. Güventürk denilen bir ihtilalci general vardı.. Çorlu’daki kolordu’nun komutanıydı, galiba, ihtilal sırasında.. Bu general, ordudan atılacak subayların belirlenmesi için üç komisyon oluşturdurduğunu, herbirisinin başına bir kurmay albay koyduğunu ve kolordu karargâh salonunda, (T) şeklindeki büyük bir masanın üç köşesinde bu komisyonların çalıştıklarını ve kendisinin de bu çalışmalara nezaret ettiğini anlatmıştı hatırâtında..
Bir komisyona gidiyor, ordudan o birlikte ordudan atılmasını ilk istedikleri kişiler sıralamasında, öteki iki komisyonun başındaki albayları, ötekinde komisyonda da, diğer iki komisyonun ve üçüncüsünde de diğer iki komisyonun başındaki albayların isimlerinin yazıldığını gördüğünü, ve işte o zaman ‘eyvah, yanlış yaptık’ diye hayıflandığını, ama, yapacak bir şey olmadığını, ellerinde silah ve askerî birlik bulunan o insanların ordudan bir an önce atılması lâzım diye, kararlar aldıklarını açıkça itiraf etmişti..
Bugün de, aynı durum yaşanıyor bir çok kurumda..
Herkes kendisine rakib veya hasım gördüğü, engel gördüğü isimleri bir yerlere bildiriyor ve insanlar lekeleniyor..
Bu işe bir çare bulunmalıdır.
FG:’nin taktiği çok etkili.. Ve son derece ağır vebali gerektiren bir durum olsa gerek..
Ama, onun girdiğ imücadele bizi yanlışlara sürüklememelidir.
Çok etkili karar mercilerinde bulunanların daha etkisiz yerlere aktarılması olabilir, ama, genel bir temizlik gerekçesiyle bir takım ‘ayıklama’lar sonunda herkesi vurur ve herkes birbirini karalamak için ellerine geçen fırsatı, sonuna kadar kullanır ve işin içinden çıkılmaz bir noktaya sürüklenilir.
Bu konuda, bir çok kurumda, bu gibi ithamlarla hiç ilgisi olmayan nicelerinin uzaklaştırıldığına dair birçok hikaye dinlemiş birisi olarak, Tayyîb Bey’in de bu konuda, bir yanlışa sürüklenebileceğini düşünmesi gerekir diyorum.
İslam şeriati bize, objektif hukukî delillerle hükmetmeyi, kalb ve niyet okumalara yönelerek karar verilmesinin ağır vebali olduğunu öğretiyor.
Hatırlatması bizden..
*

İlker Bey, yetmez mi bu 90 yıllık ‘tek adam’ tahakkümü?
Eski Genelkurmay Başkanı em. Org. İlker Başbuğ 18 Mart Çanakkale Deniz Zaferi’nin yıldönümü ile ilgili yapılan etkinlikler arasında çekilen bir filmde, deniz savaşlarında bulunmadığı gerekçesiyle M. Kemal’e yer verilmemesini eleştirmiş, 10 Nisan günü yaptığı açıklamada.. Başbuğ, ‘Çanakkale Savaşları’nın her karesinde M. Kemal vardır’ diye kükrüyor.
Isparta’da S. Demirel Üni.de konuşan İlker Bey, ’Bu cumhuriyet o kadar güzel bir rejim ki Sizin hemşeriniz Süleyman Demirel bir köyden çıkıp cumhurbaşkanı oluyor. Bu cumhuriyet sayesinde oluyor.’ demiş, fatura çıkarmış, adeta..
Halbuki, aynı mantıkla, saltanatçılardan birisi de, diyebilirdi ki, ’O saltanat o kadar güzeldi ki, Selanik’li fakir bir ailenin çocuğunu alıp, paşalığa kadar yükseltiyordu.. Vs.’
Bu mudur mantık, İlker Bey?
Bırak başkalarını, senin de haberin bile olmadı. O savaşlarda ise, sadece M. Kemal yoktu, tıpkı onun gibi binbaşı veya yarbay rütbesinde yüzlerce Osmanlı zâbiti vardı.. Onlarca Osmanlı Paşası vardı.
Dahası, İlker Bey, o konuşmayı yaptığınız gün, M. Kemal’in bütün yaptıklarının bekçiliğini yapan Mareşal Fevzi Çakmak’ın 65. ölüm yıldönümü idi.. Hatırladın mı?
Yetmedi mi, 90 yıl boyunca, tek isimli, tek resimli, tek heykelli bir rejim yontma çabalarınız?


M. Kemal’in, vatanına, halkına karşı askerliği sırasında yaptığı hizmetlerinden dolayı, onun münkiri, inkarcısı olan pek kimse yoktur, herhalde..
Ama, sizdeki bu kemalistlik saplantısı yok mu!. Sanki, Çanakkale’de sadece o varmış gibi yapıp, bir filmde bile yer verilmedi diye unutturulmaya çalışıldığından yakınmanız karşısında, birileri de insafla, ‘Ya, unutturulan onbinlerce asker ve binlerce subay n’olacak/’ dese, ne cevab vereceksiniz? O yüzlerce.binlerce subay arasından, daha sonraları kurulan yeni rejimin başına konduruldu diye, tek bir ismi bilhassa cımbızla çekercesine alıp, 90 yıldır bu millete ‘tek adam’ ve ‘kurtarıcı’ gibi sunma çabalarınız var ya, itiraz bunadır ve mantığınız çekilmiyor artık..
90 yıldır yeni nesillere, ‘O olmasaydı, olmazdık..’ dedirttiren mantığınızı bir kontrolden geçiriniz.. Sizin mantığınızla, ‘Eğer 2. Abdulhamid olmasaydı, Sultan Reşad olmasaydı, Sultan Vahdeddin olmasaydı, M. Kemal de olmazdı..’ diye bir mantık geliştirilse, ne diyeceksiniz?
Bize gelince.. Varoluşumuzu da, hayatımızı da kimseye borçlu filan değiliz.. Hâlıkımız, Yaratanımız Allah’u Tealâ’dır ve sadece ona karşı sorumluluk duyarız..
*

 
 
 
dirilişpostası