'Genelkurmay, Subayını -Suçlu da Olsa- Savunmalıydı!’ (mı?)

Selâhaddin Çakırgil

‘Balyoz’ adıyla yaklaşık iki - üç yıldır gündemi derinden şekillendiren dava sonuçlandı.. Temyiz incelemesi sonunda, 35 kişi beraet etti; çoğu astsubaylar olmak üzere, mahkûmiyet kararları bozulan 100 kadar sanık ise yeniden yargılanacak.. 237 kişi hakkında verilen ve 16 ilâ 20 yıl arasında değişen mahkûmiyet cezaları ise aynen tasdik olundu, onandı..

Böylece üç yıla yakın zamandır, kamuoyunu meşgul eden ve kendilerini savunmak isterken, en akıl almaz iddiaları bile sözkonusu edip, kamuoyunda kısmen şübheler meydana getirmeye muvaffak olan ve çoğu zorakilik kokan savunma iddiaları bir kenara itildi.

Kimsenin felaketine sevinilmez.

Bu bakımdan, hüküm açıklanınca ortaya çıkan ve mahkûmların yakınlarının sergilediği derin psikolojik travmaları, ağlayışları insan olarak üzüntü druyymamak mümkün olmasa gerek..

Ancak, bu kişiler, ülkenin en yüksek askerî üniformalarını giymiş, orgeneral, korgeneral olmuş, ordu ve kuvvet kumandanlığı yapmış, o rütbelerle, ‘küçük dağları ben yarattım..’ havasında olan kimselerdi ve yanlarına yaklaşılamazdı.. Kendilerine, henüz bir kaç yıl öncesine kadar Meclis Komisyonları’ndan bilgi vermeleri için çağrıldıklarında, ‘Biz ifade vermez, sadece ifade alırız..’ diyebilen bir ortak anlayışın sahibleri idiler.

Bugün, ağır cezalara çarptırıldılar.. Çünkü, bu kez, yargılama yetkisi, askerî mahkemede değil, anayasa referandumuyla gerçekleştirilen değişikliklerle sivil mahkemelerdeydi. Yoksa, onların askerî mahkemelerde, yine beraet ettirilecekleri neredeyse kesin gibiydi.

Hatırlayalım ki, anayasa değişikliğinden sonra bile, bazı asker kişiler hakkında yapılmak istenen soruşturmaları önlemek için, sivil Savcıların askerî mekanlara girmeleri, saatlerce engellenmek istenmiş, kozmik oda ve diğer yerdeki nice belgeler ve CD‘ler imha edilmişti.

Şimdi, çoğu general rütbesindeki bu yüzlerce emekli veya muvazzaf askerlerin, mahkûm olmalarına üzülmek veya sevinmek gibi, konuyu şahsîleştirmeye yönelik eğilimleri bir kenara bırakarak, şunu söylemeliyiz ki, entrikalar içinde olan böyle bir generallerden, ülkeye ne hayır gelebilirdi? Ki, I. Balkan Savaşı Faciası’nı, sırf, siyasete dalmış ve birbirine düşman olan zâbitlerin, güç durumda kalan öteki birliklere, sırf ‘İttihadçıdır veya İttihadcı muhalifidir’ diye yardım etmemesi yüzünden ağrı bir yenilgi aldığımızı unutmayalım. Ve, 27 Mayıs, 12 Mart 1971, 12 Eylul 1980, 28 Şubat 1997 Askerî Müdahaleleri’nin ve 1957’deki 7 Subay Hadisesi’nin, zamanın askerî yargısı tarafından nasıl yok sayıldığı, Tal’ât Aydemir’in 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 tarihlerindeki ihtilal teşebbüslerinin hangi merhalelerden geçtiğini tekrar hatırlatmaya gerek yok.. (Yine hatırlayalım ki, 1957’de ortaya çıkarılan 9 Subay Hadisesi’nde yargı yetkisi, askerî mahkemede idi ve askerî mahkemenin başkanı da daha sonraları 1966-69’larda Genelkurmay Başkanı olan Cemal Tural idi.. Cemal Tural, darbecilikle suçlanan o 9 subay’ı beraet ettirmiş ve onlar da -başta Faruk Güventürk isimli general olmak üzere- 27 Mayıs ihtilalcisi kahramanlar olarak ortaya çıkmışlardı.. O 9 Subay’ı ihbar eden Samed Kuşçu ise, orduda nifak çıkarıcı hareketlerde bulunduğu için mahkûm olmuştu..)

Bu milletin parasıyla okumuşken, kendilerine milletin parasıyla alınmış ve ülkenin savunulması için emanet edilmiş silahları millete doğrultmuş kimselerden, böylesine topyekûn yüzlerce yüksek rütbeli subayların, generallerin gizli ihtilal çalışmalarına girdiklerinin Temyiz tarafından da teyidinden sonra, söylenecek fazla bir şey yok, derin bir eseflenmeden gayri.. ‘Keşke olmasaydı..’ demekle geçiştirilemiyecek derecede ağır bir suç.. Belki, ‘İnşaallah bundan sonra bir daha ihtilale, darbeye teşebbüs edecek kimseler olmaz..’ temennisi dile getirilebilir.

Ki, bu gibi kimselerin yargılanmaları, son 90 yıl içinde ve bu şekilde ilk kez gerçekleşiyor. Daha önceleri bazıları (meselâ, 1949-51’lerde, Org. Mustafa Muğlalı; 27 Mayıs Darbesi’nden sonra Yassıada’da, Org. Rüşdî Erdelhun; 1962 ve 63’deki iki darbe teşebbüsünden başarısız olduğu için yargılanan ve idâm edilen Harbokulu Komutanı Alb. Tal’at Aydemir ve 12005’lerde Deniz Kuvvetleri Kom. Oramiral İlhami Erdil gibi isimler) yargılanıp mahkum edildilerse de, son derece sistematik ve karmaşık ihtilal/ darbe hareketlerine hazırlık içinde oldukları için yargılanıp, yüzler halinde kesin hükümle mahkum olan yüksek komutanlar ilk kez Balyoz Dâvâsı’nda görülüyor.. Herhalde, bunu Ergenekon yargılamalarının Temyiz incelemesinden sonrası takib edecek gibi..

Onlar ki, daha önce, kendilerini ‘ülke ve devletin sahibi ve halkın efendisi’ sayıyor ve sanıyorlardı ve bu zanlarına kimse karşı duramıyordu. Hattâ, o kadar ki, bilgilendirmeleri için Meclis’e davet edildiklerinde bile, tenezzül buyurup gelmiyorlardı.. Onlara göre, atatürkçüler asla suçlu sayılamazlar idi.

Bugün ise, onlara 2005’den öncesi kanunlardaki ‘müebbed / ömür boyu’ veya idâm cezalarına denk cezalar veriliyor..

Ergenekon yargılamalarının ve 28 Şubat 1997 Darbesi’nin sorumluları hakkında yapılan yargılamalar da bidayet/ başlangıç mahkemesinde karara bağlanıp, Temyiz sürecinden sonra, büyük ihtimalle, Balyoz’daki gibi, yine yüzlerce üst dereceli emekli veya muvazzaf generaller ve diğer subaylar mahkûm olacağa benziyor.

Tabiatiyle, siyasî iktidarı devirmeye teşebbüs dolayısiyle siyasî mahiyetli darbe suçundan mahkum olan bu yüzlerce insanın insanın mahkûmiyetleri toplumun bilhassa kemalist-laik kesiminde yara açacaktır. Ama, artık cezalar kesinleştikten sonra yapılacak tek şey vardır, af çıkarttırmak.. Bundan sonra bu kapının aralanması için kamuoyu oluşturmaya ağırlık vermek için kolları sıvadıkları anlaşılmaktadır.

Elbette, bu gibi suçlarda, rejim kendisine güveniyorsa, af çıkarabilir. Ama, mahkemelerde karara bağlansa bile, Temyiz’de kesinleşmeden yapılacak bir af, bu sanıkları, hukûken suçsuz ve hattâ kahraman durumuna getirecektir. Bunun için, cezalar Temyiz’de kesinleşmeden bir af yoluna gidilmeyeceği tahmin edilebilir.

Bu yargılamalar sonunda, Temyiz’den, kesin hükümler açıklanınca, daha düne kadar en saldırgan tavırlarıyla tanınan bazı general ailelerinin ve onların mâlum kesimdeki yandaşlarının nasıl bir yıkım yaşadıkları ortadadır. O çevrelerin bu zamana kadar pek ağızlarına almadıkları bazı kavramlara sığınmaları, ‘İlahî adalete sığınıyoruz..’ demeleri bile, kendileri için iyi bir iltica kapısı ve teselli pınarıdır. Genelkurmay Başkanlığı günlerinde ‘alikıran-başkesen’ havasındaki konuşmalarıyla tanınan em. Org. İlker Başbuğ’un bile son zamanlarda cezaevinde şiir yazmaya başladığı ve medyada yer alan bu denemelerinde;

‘(...) Kimilerine göre bu yol azap yolu

Ne büyük yanılgı!

Aslında günahsız insanlara açılan bu yol sabır yolu..

Eğer bana sorarsanız

Azap yoluna taş döşeyenlerin gidecekleri yolu

Derim ki,

Allah büyük, tek doğru gerçek değil mi bu?..’

gibi mısralarla ‘ilahî adâlet’e sığınan duygularını dillendirmesi ilginçtir.

Ama, bu kesimlerden bazıları var ki, hâlâ, kendilerini dokunulmaz ve hattâ, devletin aslî sahibi ve yöneticisi gibi görüyorlar, geçen asırlardan kalan bir hastalıklı Yeniçeri mantığıyla..

Bu konudaki son bir örnek.. Donanma Komutanı iken birkaç ay önce istifa eden bir em. oramiralin, cezası kesinleşen bir arkadaşının koramiral arkadaşının babasının cenazesine katıldıktan sonra söylediği ve 12 Ekim günlü medyada yer alan sözler, bu mahiyette ve üzerinde durulmayı gerektiriyor.

Balyoz ve İzmir'deki casusluk dâvalarını gerekçe gösterip, Donanma Komutanlığı'ndan istifa eden Nusret Güner, Yargıtay kararıyla ilgili olarak Genelkurmay’ı suçlayarak şöyle diyordu: ’(...)Suçlu bile olsalar sahip çıkacaksın evlatlarına. Bu kadar mâsum temiz insana sesini çıkarmıyor. Yazıklar olsun. Beni kim savunacak? Beni önce kendi adamım (Genelkurmay) savunacak. Çünkü benim ne kadar mâsum olduğumu o biliyor. Ben niye istifa ettim, işte bunun için... Hepsinin mâsum olduğunu biliyorum. Ancak elimden birşey gelmiyor. Ben personelimi koruyamazsam kim koruyacak? Kimse yargının arkasına sığınmasın, yetkililer bunun hesabını verecekler. Hiçbir yerde veremezlerse ilahi adalete verecekler bunun hesabını. (…)’

Tekrar hatırlayalım ki, bu sözleri söyleyen, sokaktaki sıradan insanlar değil, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na gelmesi düşünülürken istifa eden bir oramiral idi ve şecaat arzedeyim derken, çaldıklarını söyleyen kişi durumuna düştüğünün bile farkında değildi..

Görülmektedir ki, bir taraftan, gücetaparlığı ve laikliği bir din gibi algılayan anlayışları benimserken; diğer tarafdan da ilahî adâlete sığınmaktan söz eden bu gibi kişiler, yine de, suçlu bile olsalar, Genelkurmay’ın, bu asker kişilere, bu generallere sahib çıkması gerektiğini söyleyebiliyorlar. Mantığı böyle olan bir kimseler, kimbilir, nice suçlu askerleri korumuşlardı, geçmişte..

Bu açıdan gelinen merhale, ülkenin normalleşmesi açısından, acı olsa bile son derece hayırlı bir gelişme olarak değerlendirilebilir.

*

Pişmanlık izharı da bir fazîlettir..

Songünlerde, Başbakan Erdoğan’ın açıkladığı yeni düzenlemelerin içinde geniş kitleleri en çok ilgilendiren konuların başında herhalde, inancının gereğince örtünen hanımların kamu alanında çalışma hakklarının iade edilmesi; ve de sabahları okullarda, milyonlarca çocuğa 80 yıldır tekrar ettirilen ve insana, devlet’e ve resmî ideolojilere fedâ olmayı telkın ettiği için, faşizmden başka bir kelimeyle tanımlanamıyacak olan bir and’ın kaldırılması oldu.

Sadece türk olmayanların değil, türk kavminden çocukların da, hayalî bir türk varlığına armağan edilmesi anlayışının körpe dimağlarda nasıl bir saçmalık etkisi bıraktığı nihayet görülmüş ve o komik ve zorbaca telkın tarzı terkedilmiştir.

Denilebilir ki, Tayyîb Erdoğan, 11 yıldır iktidarda iken, bunları yeni mi farketmiştir?

Evet, bu da söylebilir, ama, siyaset, bir zamanlama san’atıdır da.. O zamanlamasını, başkalarının telkınlerine göre değil, elbette ki kendi hesabına-kitabına göre yapmalıydı. Çünkü, bedelini tek başına ödeyecek olan, o idi.

Hatırlayalım ki, Adnan Menderes, 27 yıllık Birinci ve İkinci Şef Diktatörlüğü’nden sonra, 10 yıllık ve büyük çapta başarılı başbakanlığı sırasında, büyük kitleler tarafından coşkun sevgi gösterilerine muhatab olurken, dârağacına tek başına gitmiş ve o milyonlar ona sahib çıkmayı akıl bile edememişlerdi. Bu bakımdan, geçen Haziran boyunca Taksim Hadiseleri sırasında ortalığı viraneye çeviren vandallara, sosyete haytalarına karşı, ilk kez büyük kitlelerin, ‚geçmişteki gibi davranmıyacağını belirtmek için, ’Menderes’i astınız; Özal’ı zehirlediniz, ama, bu kez, Tayyib’i yedirtmeyiz!.’ ibaresini bayrak yapmaları, özellikle mânâlıydı.

Sadece, 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi’nden sonra değil, önceki ve sonraki bütün darbelerde de, halk kitleleri maalesef kuzu-kuzu sessiz kalmışken; Mısır’da, 3 Temmuz 2013 günü gerçekleştirilen askerî darbeye, müslüman kitleler aylardır, yüzlerce- binlerce kurban vermek pahasına da olsa direnmelerini sürdürüyorlar. Bu bakımdan, onyıllardır, ’üzerlerine ölü toprağı mı serpildi? diye eleştirdiğimiz Mısır müslümanlarının, onca sessizlikten sonra böylesine bir başkaldırı tavrı sergilemesinin hem ülkemizdeki halk kitlelerine ve hem de bütün müslüman toplumlarına bir örnek olması temenni olunur. (Bu açıdan tekrarlayalım ki, Mısır müslümanları, bu darbeyle zâhiren yenilgiye uğratılmış gibi gözükseler bile; ilk olarak, çok çetin bir mücadeleye, kendilerine idrak ve izzet bahşeden bir haysiyetli dik duruş tavrı sergileyerek karşı çıkmakta olduklarından, gerçekte, şimdiden geleceğin muzaffer yarınlarını inşa etmektedirler.)

Bugün, neredeyse bir asırdır müslüman halkımıza kan kusturan bu uygulamaların kaldırılmasının toplumda ne kadar büyük bir rahatlık ve hoşnudluk meydana getirdiği şuradan anlaşılabilir ki, başka zamanlarda ortalığı velveleye verebilecek olan fitne odaklarının hemen hiç birisi, kendilerinde bir fiilî itiraz / protesto sergilemek gücünü bile bulamamışlardır. Bir fakültenin dekanı olan bir dost, geçen gün, bu konuya değinirken, ’Doğrusu ben bu kadar beklemiyordum.. Bizim şehrimizde, meğer, kamuda çalışan yüzlerce hanım varmış ki, bu yasak kalkınca, hiç bir zorlama olmaksızın, hemen gaayet dikkatli ve yabancısı olmadıkları şekilde örtündüler, âdetâ susamışcasına.. Bu hanımların bu zamana kadar, bu zorbalıklarla, bu yasaklamalarla neler çektiği düşünülmüş müydü? Bu yolda karar alanlara, sadece onların hayır-duaları bile yeter..’ diyordu.

Sahiden de, bu zorbalıkları savunanlar, bu acıları yüreklerinde hissetmişler midir ve yüreklerinde bir sancı, bir sızı hissetmişler midir?

Merhûm Âkif, bir şiirinde: Utandım ağlayarak, ağladım utanmayarak..’ diyordu.

Böyle bir pişmanlık izharı ve suçluluk itirafı da bir fazilettir ve herkese nasib olmaz.

Öyleleri, hiç değilse, İsmet Berkan’ın, Hürr. gazetesindeki 5 Ekim yazısında dile getirdiklerini okusalar.. Utanmak nimetinden nasibleri varsa, belki utanırlar..

Berkan o yazısında şöyle diyordu:

’Sanki başörtülülerle aynı ülkede yaşamıyoruz

Bu konuda yapılan bütün araştırmaların bize gösterdiği şu: Türkiye’de kabaca 10 kadından 7’si başını örtüyor.

Örtme çeşitleri arasında fark var, (…) ama başını örten kadınlara ‘Neden örtüyorsunuz’ diye sorulduğunda tamamı ‘İnancım nedeniyle örtünüyorum’ diyor.

On kadından yedisi, yani kadınların yüzde 70’i başını örtüyor ama bu yüzde 70’i ‘beyaz yakalı’ karaktere sahip işlerin hiçbirinde göremiyoruz.

Neden göremiyoruz? Cevabı çok basit: Ayrımcılık yapıyoruz ve o kadınları görünmez kılmaya çalışıyoruz da ondan.

Devlet ayrımcılığı açık açık yapıyor, başı örtülü kadınların o halleriyle devlet memuru olmasına izin vermiyor. Bir seferinde Danıştay, iş yeri dışında, özel hayatında başını örten bir anaokulu öğretmeninin işten atılmasına onay vermişti; onlara özel hayatlarında bile karışıyoruz yani.

Özel sektörün ayrımcılığı ise üstü örtülü. Eğer kol işçisi olacaksa, konfeksiyonda dikiş dikecek, temizlik yapacaksa kadının başının örtülü olup olmamasının önemi yok. Ama diyelim bankada müşteriyle karşılaşacaksa, bankada genel müdürlükte uzman veya müfettiş olarak çalışacaksa, istediği iyi üniversiteden mezun olsun başörtülüye yer yok.

Beyaz yakalı nitelikteki işlerde kadın sayısı artıyor belki ama bunlar arasında kadınların yüzde 70’ini oluşturan başörtülülerin yeri yok.

Daha düne kadar o kadınları üniversitelerde öğrenci olarak da göremiyorduk zaten.
Şimdi hükümet bu eşitsizliği, bu açık ayrımcılığı en azından devlet içinde çözmek, bitirmek istiyor. Bunun ne kadar büyük bir toplumsal eşitsizlik sorunu olduğunu görmüyor, görmek istemiyor bazıları.

Bunun ‘Ak Parti kitlesini ilgilendiren özel bir sorun’ olduğunu söylüyorlar en fazla. Oysa rakamlar ortada: Kadınların kabaca yüzde 70’i başını şu veya bu biçimde örtüyor.

Demek bazıları kadın deyince yüz kadından 30’unu görüyor ve dikkate alıyor sadece. Kadınların her alanda eşitliğini savunan kişi ve örgütlerden tek bir söz yok, ‘Başörtüsüne sadece devlette izin vermek yetmez, özel sektördeki ayrımcılık da bitmeli’ diyen yok.
Sanki başörtülülerle aynı ülkede yaşamıyorlar.’

Evet, bu görüşlerde, millete 100 yıla yakındır zamandır kendi hayat tarzlarını dayatan ve milleti aşağılayan, ezen yabancı hayat tarzlarının meftûnu olan kesimlerin zorbalığının, vandallığının itirafı vardır.

*

Ne kadar ibret vericidir ki, bu yeni düzenlemelerden sonra, aynı gazetenin 20 yıl kadar Genel Yayın Yönetmenliği’ni yapan ve AK PARTİ + MHP’nin oylarıyla anayasa 411 oyla değiştirildiği zaman‚ ’Kaos’a kalkan 411 el’ diye kocaman başlıklar atarak darbecilere hizmet sunan E. Özkök bile, şimdi, geçmişte getirilen yasakların komikliğini farketmiş gibiydi.

Ne var ki, o, yine de, -YARGIDA, ORDUDA BAŞÖRTÜSÜ YASAĞI Doğru buluyorum. diyor, dolaylı olarak başı örtülü bir hâkim ve savcının adâleti uygulamasına güven duyamıyacağını, ’Yargıda, savcı veya hâkimin inancı, ideolojisi ile ilgili sembollerin bulunmasını yanlış buluyorum.’ sözleriyle dile getiriyordu; örtüye riayet etmeyenlerin de o halleriyle, milletin büyük ekseriyetini düşman bilen ideolojilerin sembollerini zımnen taşıdıklarını görmezlikten gelerek..

Halbuki, Tayyîb Erdoğan, o sınırlamaların da kesin olmadığını, adım adım ideale ulaşılacağı ümidini dile getiriyordu.

Yine de, sözkonusu kişinin 4 Ekim tarihli yazısının bir bölümünde, geçmişteki uygulamaları komik olarak nitelemesi bile ileri bir merhaledir. Çünkü, bu uygulamaların komik ve saçma olduğunu, 80 -90 yıllık uygulamaların 20 yılında bizzat kendisi bayrakdarlık yapmıştır. Özkök, şimdi ise şunları söylüyordu:

’Yahu bu komiklik diyeceğim ama diyemiyorum, çünkü...

-GÜLECEĞİM AMA GÜLEMİYORUM Q, X ve W harflerinin kullanılması serbest bırakılıyor.

Bu çağda böyle bir komikliğe demokratikleşme diyebilmek... Kahkahalarla güleceğim ama gülemiyorum.

Çünkü geçmişte birileri bu komikliği ciddi ciddi kanunlara koymuş.

Dolayısıyla gülemiyorum, alkışlamak zorunda kalıyorum.

-NE KADAR GEÇ KALMIŞIZ Kamuda başörtüsü ile çalışmanın serbest bırakılmasını bütün kalbimle destekliyorum.

Meğer bunu yapmakta ne kadar geç kalmışız.

21'inci yüzyılda böyle bir şeyin hâlâ önemli bir demokratikleşme adımı olarak kabul edilmesi ne hazin.

Kabul edelim ki, bu da bu ülkenin seküler insanlarının ayıbı.’ (...)

-HAYAT TARZLARINA SAYGI Bu yüzyılda hâlâ böyle bir şeyi konuşuyor olmamız, hepimiz için ayıptır.

Böyle bir şeye ihtiyaç duymamız, hâlâ birbirimizin hayat tarzına karşı şüphelerimiz olduğunu gösteriyor. (…)’

*

Şimdi bu görüşleri dile getirerek, mâkul bir görüntü vermeye çalışan bu gibi sekuler/ laik kesimlerin ve savundukları sistemin daha ne saçmalıkları var ki, jakoben / tepeden inmeci ve karşı çıkanların kellelerinin uçurulacağını söyleyerek ve hattâ uçurarak yapılan ’devrim’ler hâlâ da savunuluyor.

*

Nitekim, Mahmut Tanal isimli bir CHP m.vekili, Hükûmet’in bu konudaki son düzenlemelerinin ibtali için, Danıştay’da dâva açmış..

CHP merkezi, ’kendi adına açtı..’ diyerek, sorumluluğu üzerinden atmak için, safça bir kurnazlık sergiliyor.

Halbuki, Kılıçdaroğlu daha kısa süre önce, m.vekillerine, ’Meclis’de kendi başınıza gündemdışı konuşma yapamazsınız, partinin yetkili kurullarının haberi olmadan kendi adınıza,kanun teklifi veremezsiniz..’ demiyor muydu?

Seçim arefelerinde, çarşaflı hanımlara parti rozeti takan, hediye olarak başörtüleri dağıtan ve son Ramazan’da, İstanbul’da bir iftar proğramında Kılıçdaroğlu’nun ağzından, ’Yıllarca kızlarımızı başları örtülü diye üniversitelerde okutmadık. Bu bir zulümdü.. Bakınız şimdi bu engeller kaldırıldı, herkes okuyabiliyor. N’oldu sanki?’ kabilinden görüşler dile getiren bu partinin, şimdi yeniden Danıştay’a dâva açmasına nasıl bir isim vermek gerekir? Ki, o iftarda hazır bulunup, Kılıçdaroğlu’nun bu sözlerini samimî bir itiraf zannedip, hemen onu öğen bir takım ’müslüman’ kalemlerin şimdi bu gelişmeler karşısında olsun, dünlerde övdükleri o kişiyi uyarmaları gerekmez mi, o da bir ayrı konu..

*

’Şu saçma yasaklar, toptan yasaklanmalı!’

Bir takım yasaklar kaldırıldı ya, daha ne saçma yasakların olduğu da yavaştan yavaştan hatırlanmaya başladı.

Buna ilginç bir örnek olarak, kendisinin de bir sufî olduğunu söyleyen Musa Dede’nin 6 Ekim tarihli Hürriyet’te yazdıklarına bakmakta da fayda olsa gerek. İnsan, bu yazıları okuyunca, daha neler-nelerin, nice saçma konuların yasak konusu yapılıp, hakkında kanunlar çıkarıldığını düşündüğünde, müslüman halkımıza yapılan mezalimin boyutlarını daha derinden anlamak imkanına kavuşabilir..

Düşünelim ki, inkilab / devrim kanunları denilen dayatma metinlerin insan hak ve hürriyetlerine aykırılığının iddia edilemiyeceği, anayasalarda bile hüküm altına almıştır. Tek başına bu durum bile, bu kanunların insan hak ve hürriyetlerine aykırı olduğunun ve amma , bunun ileri sürülemiyeceğinin itirafıdır, yani tam bir zorbalık örneği!.

Ve unutulmasın ki, 28 Şubat 1997 Zorbalığı günlerinde Genelkurmay’dan yargıya verilen brifinglerde söylenen sözün özü de, ’yargının vazifesi, adâletin ortaya çıkmasıdır, adâlet ise, kemalist devrimlerin, laikliğin korunmasıdır..’ şeklindeydi.

Sufî olduğunu söyleyen M. Dede de sözkonusu yazısında şunları söylüyordu:

’Ben bir sufiyim... (…) Tasavvuf kurumlarının iade-i itibarının ülkemiz için artık, yasaklı olmasından daha faydalı olacağına inanıyorum. Bölücülüğü değil birleştiriciliği merkeze aldıkları için. İnsanı, sevgiyi, hoşgörüyü merkeze aldıkları için.. (…) Bunun nasıl olabileceği tartışılsın, denetim mekanizmaları gerekiyorsa kurulsun, hakikisi ve sahtesi ayrışsın, bu ikiyüzlülük son bulsun! (…) Bir yandan (…) birçok mutasavvıfa sahip çıkar gibi görünüp, hatta onlardan nemalanıp, tasavvufu yaşamanın yasaklı olması vefasızlıktır. Bu öğretiyi yaşamak felsefi boyutunun ötesindedir. Üç beş kitapla, müzeyle, turistik gösterilerle geçiştirilemez.’

M. Dede daha sonra, kendisine de ’fakir’ imzasıyla gönderilen bir bildirideki, fakir ifadesinin kendisini de içine aldığını belirterek;

‘Ben bir sufiyim, ustamdan incinmemeyi ve incitmemeyi öğrendim.

Ben bir sufiyim, ustamdan benden farklı olanlara saygı göstermeyi ve ‘yaratılanı Yaratandan ötürü’ sevmeyi öğrendim.

Ben bir sufiyim, ustamdan gönlün dilini öğrendim ve gönlün aşkı, sevgiyi, merhameti ve muhabbeti istediğini öğrendim.

Ben bir sufiyim, ustamdan açı doyurmak, yoksulu giydirmek, yolda kalana yardım etmek, ihtiyacı olana dost olmak gerektiğini öğrendim.

Ben bir sufiyim, ustamdan kendimden önce başkalarına hizmet etmenin neden önemli olduğunu öğrendim.

Ben bir sufiyim, ustamdan görüşler, fikirler, düşünceler, ideolojiler ya da inançlar arasında bir anlayış olabileceğini ve yepyeni yollar kurulabileceğini öğrendim.

Ben bir sufiyim ve ustamdan bütün âlemin aşk üzere kurulu olduğunu öğrendim.

Ben bir sufiyim ve hem ben hem de bütün bunları bana öğreten ustam bu ülke topraklarında yasaklıdır.’ şeklindeki cümleleri aktardıktan sonra şöyle bitiriyordu yazısını:

’Temel olarak insanın ruhani gelişimini kendi sistemi içinde gerçekleştirmeyi öngören tasavvuf anlayışı, hiçbir bireye dayatılmaz, ancak talep eden kişiler bu öğretiye dahil olabilirler. Temel kıstas insana hizmet etmek ve insanı ait olduğu yüce olgunluğa eriştirmektir. (…) Ne yazık ki dergâhlar, 1925’te çıkarılan Tekke ve Zaviyeler ile alakalı kanun gereği yasaklanmıştır. (…) bu çağda, bu yasanın hâlâ geçerliliğini koruması inanç özgürlüğünü tehdit eden bir içerik taşımaktadır. (…)’

*Evet, hangi sosyal kesime dokunsanız, Hitler veya Stalinvari, tek tip kurşun asker tipi üretmeyi esas alan 1930’lardaki felsefi anlayışa uygun olarak geliştirilen ateizmle yapışık kardeşler halinde gelişen laisizmin ve kemalist jakobenliğin izleri karşımıza çıkmaktadır.

O halde, yeni sosyal düzenlemeler, evet, yetmez, ama, mâdem ki sosyal hayatın yaniden tanzim edilmesinde, inqılabçı yol ve metodu deneyecek bir güce, geleneğe ve kültüre sahib bulunulmuyor; uzlaşmacı metodla da olsa, en azından, halkımızın bütün kesimlerinin biraz rahat nefes almasına yardımcı olacak adımların atılmasına da destek verilmelidir.

Ve, unutulmamalı ki, henüz yolun başında bulunuluyor. Toplumumuz ve ülkemiz esaslı bir restorasyon dönemi geçirmedikçe, son yüzyılların, hele de son bir asrın zorbalıklarının sosyal bünyemizde meydana getirdiği travmalarının etkisini gideremez.