Generaller de hizaya gelmeli; "Türkiye Irak"ta kaybetti mi?" ve Naipaul.

Selâhaddin Çakırgil

*GENERALLER HANGİ DİLDEN ANLARLAR?

3 general, açığa alındı.. Cumhuriyet tarihi boyunca değilse bile, son 60 yıl boyunca ilk kez karşılaşılan bir yürekli uygulamayla..

Kanun ise, o kanunlar her zaman vardı; yolsuzluklar yapan generaller ise, her zaman vardı..

Ama, o kanunlar kendilerini devletin sahibi zanneden, kimseye hesab vermek durumunda görmeyen üstünler taifesi olarak bilenlere uygulanamıyordu..

Çünkü, onların elinde silah ve idam ilmiği vardı.. O silah, ülkeyi savunsunlar diye ellerine millet tarafından verilmiş ve onlar da o silahı millete çevirmiş olsalar bile..

Haklarında terör veya darbe çalışmalarında bulunmak gibi ağır iddialarla tutuklama kararı çıkartıldığı için, Temmuz sonunda yapılan son Yüksek Askeri Şura"da, mevcud askeri  kanunlar gereği terfi ettirilmeyen 3 general, derhal soluğu (AYİM) Askeri Yüksek İdare Mahkemesi"ne, Askeri Danıştay"a müracaat etmişlerdi..

Halbuki, "YAŞ kararlarına yargı yolu açılmalıdır" diyen ve ordudan atılanların yargıya başvurmaşı hakkının bulunduğu şerhini koydukları için, Tayyib Erdoğan ve Abdullah Gül gibi isimler, yıllardır ağır eleştirilere maruz kalıyorlardı..

"Hakkari"de 6 askerin öldüğü mayınları biz döşemiştik" diye ızdırabını dile getiren Gen. Zeki Es 6 Kasım günü tutuklanmıştı..

Ve amma, bu 3 general ise, geçmişte "YAŞ kararlarına yargı yolu açılamaz"  diyen, başta Genelkurmay olmak üzere, bütün yüksek komuta heyetinin gözünün içine baka-baka, Askeri Yargı kurumlarında hak arıyorlar ve Askeri Danıştay da geçmişte bu gibi taleblere "görevsizlik"  kararı verirken, şimdi bu generallere, adalet adına kol-kanat geriyor ve YAŞ kararlarını by-pas ediyor,  bir üst dereceye terfi ettiriyor ve Hükümet de yargı kararına uymak gerekliliği  adına, onları bazı etkisiz görevlere vekaleten tayin ediyordu..

Komikliğin ötesinde bir durumdu..

Bu zamana kadar yüzlerce değil, hatta 2 binden fazla subay ve astsubayı  yargısız olarak ordudan atan zihniyet, yargının, güce göre yorumlama yapan anlayışına göre yeni bir vadide ilerliyorlardı ki..

Üç generalin, hem de sadece Bakan tasarrufuyla,  üç generalin açığa alındıkları, üniformalarının çıkartıldığı ve evlerine gönderildiği açıklanıverdi.. İçişleri Bakanı Beşir Atalay, emrindeki bir Jand.  tümgeneralini; Savunma Bakanı Vecdi Gönül de, aynı gün, kanunun kendilerine verdiği yetkiye dayanarak, birisi tuğamiral, diğeri korgeneral olmak üzere iki generali açığa aldı..

Böylece de, kanunen mümkün ve amma, fiilen çetin bir işin yapılabileceği de gösterildi.

Hem de, Hükümet Kararnamesi bile olmaksızın, "Bakan- Başbakan ve Cumhurbaşkanı"  üçlü kararnamesiyle..  Fiili engellerin aşılıp, bu yolun açılmış olması güzel bir gelişme..

Haber, medyada Cum. tarihinde "ilk"  diye değerlendirildi..

Hayır, ilk değil.. 1950"den önceki Cum. diktatörlüğü günlerinde bu gibi aziller, tardlar, sıradan şeylerdendi.. Ama, "Şef"lere kimse sesini çıkaramıyordu.. 

İlginçtir, daha geçen haftalarda, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül"ün verdiği Cumhuriyet Bayramı resepsiyonuna katılmayan yüksek komuta heyeti için, Hükümet"e, "yanlış yaptılarsa, azledin..."  çağrısı yapan CHP, şimdi bu gelişmeyi, "orduya karşı hukuk adına yapılmış bir sivil darbe.." diye nitelediler..

MHP sözcüleri de "Niçin, daha önce yapılmadı da, niye şimdi yapıldı?"  gibi, sathi mantık kurallarına göre doğru gibi gözüken, ama, Türkiye"de TSK"nın bir gizli devlet gibi hareket ettiğini ve gücün bu zamana kadar gösterilemediğini gizlemeye çalışan bir tavırla..

Genelkurmay"ın yaptığı açıklama ise, bu konuda kendilerinin herhangi bir taleblerinin olmadığı ve bir çalışma yapmadıkları yönündeydi..

Umulur ki, asıl gövdesini müslüman halkımızın çocuklarının oluşturduğu ve milletin hayatı, namusu ve inanç değerlerinin bekçiliğini yapmasını umduğu bu kurum (TSK), bir resmi ideoloji ikonunun gölgesine sığınarak millete silah çeviren bir güç odağı görüntüsü vermekten kurtulur..

Önemli bir tümsek aşılmıştır..

Buna karşı elbette bedeller ödetmek isteyen şerr güçleri olacaktır; ama, siyaset meydanına atılırken, iktidar koltuğundan önce, idam sehpasını göze alacak kadar kararlı olanların, elbette dikkatli bir zamanlamayla, bir çok engelleri aşabileceğinin ve yapılamaz zannedilen bazı uygulamaların devreye konulabileceğinin örnekleri, inşaallah daha da zenginleşir..

*Irak"da Türkiye kaybetti mi?

B. Amerika"nın Ankara"daki eski elçisi ve Amerikan Dışbakanlığı"nın etkili isimlerden birisi olarak bilinen Eric Edelmann geçen hafta, 17 Kasım günü, "Türkiye"yi fazla şımardı, kendisini Ortadoğu"nun supergücü kuruntusuna kapıldı, onu frenlemek gerekiyor.." kabilinden laflar etti..

Edelman, B. Amerika"daki bir düşünce kuruluşunda  Ortadoğu"ya yönelik bir panelde konuşurken, Türkiye"de, yargı, medya ve ordunun saldırı altında olduğunu ifade ederek, Türkiye"nin bir dizi konuda Amerika"nın  desteğine ihtiyaç duyduğunu vurgulamış ve özetle şunları söylemişti:  "Kendimiz için büyük siyasi ve ahlaki bir tehlike yarattık. AK Parti hükümetini şımartmaya son vermemiz gerektiğini düşünüyorum.. AK Parti"nin, ABD için, ABD"nin de AK Parti"ye olduğundan daha fazla önem taşıdığına inanmalarına izin vererek kendimiz için büyük siyasi ve ahlaki bir tehlike yarattık.

Bu saçmalık..

AK Parti hükümetinin Türkiye"yi AB"ye üyelik hedefinden uzaklaştırdığını, Davudoğlu"nun da‚ "Türkiye"nin Ortadoğu"da bir süpergüç olması gerektiğini düşündüğünü" söyleyen Edelman, "Türkiye"nin Ortadoğu"da bir süpergüç olma görüşü açıkça, yeterlilik kuruntusuna sahib birine aid olabilir.. Çünkü bir dizi konuda Türkiye kesinlikle ABD"nin desteğine ihtiyaç duyuyor."Ayrıca, Türkiye"nin komşularıyla sıfır politikasının da başarıya ulaşmasının zordur.." diye konuşmuştu.

*

"Türkiye"nin Ortadoğu"da bir bölgesel supergüç görüntüsü verdiği" veya "öyle bir kuruntu içinde olduğu" üzerinde çok şey söylenebilir, elbette..

Ancak, herşeyden de önce ap-açık olan şu ki, Ortadoğu"nun müslüman halkları, izzet, şeref ve haysiyetlerine emperyalistlerce yapılan saldırılardan öylesine bizar olmuşlar ve müslüman halkların inanç ve düşüncelerine ve ölçülerine ağırlık vererek bakan bir siyasetçi örneğine öylesine açlık çekmişler  ki;  (Amerikan emperyalizminin propagandalarıyla zaten düşman telakki ettikleri İran örneğine hiç itibar etmeyip), Tayyib Erdoğan"ın, neticede, kendisini kuşatan katı kemalist/laik bir rejimin başbakanı olduğu bile unutarak, onda kendi hayallerindeki bir siyasetçi profilini görmüşlerdir..

Ve bugün, direkt krallıkla veya (Mısır gibi) cumhuriyet adına fiilen krallıkla yönetilen arab ülkelerinin hemen herbirisinde, rejimler Başbakan Erdoğan"a kendi halklarının duydukları ve tasavvurları alt-üst eden sevgi halesinden korkmaktadırlar.. Çünkü, o ülkelerde bir seçim yapılacak olsa; neredeyse, en etkili ve sevilen müslüman lider olarak Erdoğan"ın çıkacağı  gibi bir hava esiyor..

Erdoğan"a Lübnan"da gösterilen muazzam sevgi, bunun son örneğidir.

Aynı durum Suriye için de geçerlidir.. Keza, İran"a karşı emperyalist dünyanın takındığı hasmane tutuma karşı, Türkiye"nin takib ettiği siyaset, İran halkı arasında da Erdoğan"a derin bir sevgi halesi oluşturmuştur..

Çünkü, İran halkının büyük ekseriyeti, Türkiye"den bu zamana kadar hiçbir siyasetçinin yapamıyacağı derecede, emperyalistlerin entrikalarına karşı kendilerine, dostluk, iyi komşuluk ve kardeşlik  ilişkileri içinde bu kadar uzun süren bir siyaset üretebilmiş bir başka TC Başbakanı örneğini hatırlamamaktadırlar.. Ve hatta, Irak"da da bugün, Türkiye, son 80-90 yıl içinde hiçbir zaman olmadığı derecede, itibarlı ve etkili bir durumdadır..

*

Bu tesbitlerden sonra, son günlerde, Türkiye"nin Irak iç siyasetinde kaybettiği iddialarına geçebiliriz..

Bu iddiada bulunanlar, aslında, 7 Mart 2010 günü yapılan seçimlerini, Başbakan Nuri el"Maliki"nin partisinin Irak Meclisi"nde kazandığı 89 sandalyeye karşılık, 91 sandalye kazanarak önde bitiren ve Amerikan işgalinin ilk yılında da Başbakanlık yapan ve amma, halka tabanı olmadığı için, kenara çekilmek zorunda kalan İyad Allavi"nin, 8 ay süren bir hükümet kurulamaması buhranı sonunda, başbakanlık iddia ve talebinden vazgeçmesinden hüsrana kapılanlardır..  Allavi, şii müslüman bir ailenin çocuğu olmasına rağmen, sırılsıklam Amerikan tarafdarı ve de laik olan bir kimseydi.. Kendilerini sünni blok olarak niteleyen arab kavminden kitleler de onun şii kökenli oluşuna değil, laik oluşuna oy vermişlerdi..

Irak"daki türkmenlerin de büyük çapta Allavi"yi destekledikleri biliniyordu..

Bu 8 aylık hükumet buhranı sırasında, elbette ki, Irak içinden ve dışından her güç odağı, kendi temenni ettiği bir hükümetin kurulmasını istiyordu.. (Bu satırların sahibi de, mevcud durumda Maliki"nin, yine de tercih edilebilecek birisi olduğunu, Mart seçimlerinden hemen sonra  yazmıştır..)

Suudiler, Kuveyt, Ürdün gibi direkt olarak Amerikan kumandalı rejimlerin Allavi"yi istedikleri biliniyordu. Ve o rejimlerin yayınları esasen bunu gizlemiyorlardı da.. Saddam dönemi güçleri ve Baas artıkları da, Allavi"nin başbakan olması için çırpınıyorlardı..

Çoğu şii müslüman olan türkmenler ise, İran"da İslam adına yapılan uygulamalardan ulema kesiminin hayatları üzerinde çok fazla sözsahibi olmalarına karşı bir tavır belirtmek için, İslami şahsiyeti bilinen ve İran"a da daha yakın olan Maliki yerine; Amerikan desteğini arkasında hissettiren ve kitlelere daha rahat ve huzurlu bir Irak vaad eden Allavi"yi destekliyorlardı.. 

İran ise, Allavi de, şii kökenli olmasına rağmen, temel değerler açısından kendisine daha yakın bulduğu Maliki"nin Başbakan olmasını istiyordu.. Ve bunun için de, geçen ay, Maliki, İran"a yaptığı gezide, geçtiğimiz yıllarda "terörist" olarak nitelediği Muqteda es"Sadr ile de görüştürülmüş ve onun da Meclis"deki küçümsenmiyecek sayıdaki sandalye desteğini de kazanmıştı..

Bu arada, komşu ülkelerin herbirisi gibi Türkiye"ye de, hükümet kurulmasında kendilerine destek verilmesi için pek çok geziler yapılmıştı, hem Maliki, hem Allavi ve hem de öteki siyasi liderlerce..

Erdoğan Hükümeti,  sanıyorum ki, durumun hassasiyetini, nezaketini bildiğinden, kimseye cebhe almadığı gibi, açık destek de vermedi.. Belki, bütün taraflara mavi boncuk gösterdi, Irak"daki kanunlar gereği kim Meclis"de güvenoyu alacak bir hükümet kurabilirse, onunla iyi komşuluk ilişkileri içinde irtibat kuracağını gösterdi..

Doğru olan da bu idi...

Böyleyken..

Bazı çevrelerin, "Türkiye Irak"da kaybetti.."  görüşünü yaymaya çalışmaları üzerinde durmak gerek..

Elbette her ülke, bir başka ülkedeki iş siyasi gelişmelerin kendi temenni ettiği şekilde şekillenmesini isteyebilir.. Ama, bu isteğin ötesinde, kendisinin o ülkedeki hedeflerini  gerçekleştirecek adımlar atmaya kalkışırsa, işte o zaman işin rengi değişir.. Çünkü, bir ülkenin, bir başka ve bağımsız ülkenin içsiyasetinde etkili olmaya kalkışması, kesinlikle doğru değildir..

Ve, ancak başka ülkelerin kendisinin içişlerine karışmasına alışanlar, "biz hep şamar oğlanı olarak mı kalacağız, biz de başkalarının içişlerine karışalım.."  mantığını geliştirebilirler..

"Türkiye, Irak"ta kaybetti.."  şeklindeki değerlendirmelere de bu açıdan bakabiliriz..

Bu noktada elbette Irak"ın da "ne kadar bağımsız bir ülke olduğu" da bir ayrı konudur. Çünkü, Irak"ın bağımsız bir ülke olmadığı, bağımsız olmamanın en açık delili olacak şekilde, açıkça, Amerikan emperyalizmi tarafından bir askeri işgal ve yıkıma uğradığını ve halen de onbinlerce Amerikan askerinin bu ülkenin ensesinde durduğunu unutmayalım.. 

Bu tabloyu gözönünde bulundurmayıp, "Türkiye"nin Irak"da kaybettiği" hayıflanmasını dillendirenler, yüzlerce yıl birlikte yaşamış müslüman halklarımızın değerler dünyasına itibar etmeyip, onlara bir emperyalist ülke gibi tahakküm hevesini taşıdıklarını yansıtmıyorlar mı? 

*

Türkiye"nin Irak"da kaybettiğini söyleyenlerin bayrakdarlığını kimlerin yaptığına dikkat edilirse, bu isimlerin, Bağdad"a gidince, hemen Celal Talebani"nin sofrasında yer bulabilen TC"deki bazı laik gazeteciler olduğu görülecektir.. Yeniden Irak Cumhurbaşkanlığı"na seçilen Talebani"nin, kendisinin seçiminin engellenmek istendiği gerekçesiyle Türkiye"ye kırgın olduğu şeklindeki bir iddiayı, ajanaslara düşmeden önce, TRT ekranlarından dillendiren ve sonra da Abdullah Gül"le birlikte Lizbon"a giden gazeteciler arasından aramak gerekir..

Talebani"nin (sonradan yalanladığı sözkonusu) serzenişine şaşıran Abdullah Gül, devlet ekranından böylesine gelişi-güzel konuşan kişilerin kimliğini ve onları ekranları çıkarmanın sorumluluğunu taşıyanlardan öğrenebilir..

*

Irak konusuna değinmişken, bir de Tarık Aziz için verilen idam hükmüne değinelim..

Saddam Huseyn döneminde 30 küsur yıl boyunca işlenen bütün cinayetlerde Saddam"dan sonra, ikinci derecede sorumluk taşıyan isimlerden birisi olan Tarık Aziz, Saddam ve nice yakın çalışma arkadaşları idam edildiği halde, sırf hristiyan olduğu için "insani himayeye layık görülerek" bu güne kadar korunabilmişti..

Bu kişinin asıl adının Tarık Mihail Juhanna Aziz ve kendisinin de hristiyan olduğunu 25 sene öncelerde yazanların, nicelerince çamur atmakla suçlandığı hatırlanmalıdır..

Bu yakınlarda, Aziz"in hakkında bir mahkeme daha, binlerce insanın katledilmesindeki suç ortaklığı dolasıyle tekrar idam hükmü verdi.. Tarık Aziz ise, "emirleri verenin Saddam olduğunu, kendilerinin bu emirleri yerine getirmekten başka bir çarelerinin olmadığını" söylüyordu.. Halbuki, devran-ı hükümetlerinde, bizzat işbu T. Mihail Yuhanna Aziz"in, başta Halebçe"de 5 binden fazla sivil ve savunmasız insanların korkunç şekilde katledilmesi olmak üzere, kimyasal gaz kullanımlarını, "vatanın korunması için gereken yapılır.." diye nasıl savunduğunu bu satırların sahibi, dün gibi hatırlıyor..

Talebani"nin "ben bir sosyalist olarak idam kararını imzalamam.." diyor.. Önceki idamlarda da öyle demişti Talebani, ama, ona vekaleten, Cumhurbaşkanı"nın öteki yardımcıları imzalamışlardı, bu kararları, Başbakan Maliki"nin baskısı üzerine... Şimdi de, aynı taktikten istifade edilmesi mümkündür..

Ama, "o bir hristiyan, onu asla feda edemeyiz.." diye, emperyalist güç odaklarının baskıları karşısında geri adım atılıp atılmayacağını yaşayanlar göreceklerdir..

Ne var ki, onun idamı önlenebilirse, şu anda zaten tükenmiş bir yaşlı T. Mihail Yuhanna Aziz"in utanç içinde biraz daha nefes alıp vermesi de ona bir şeref kazandırmayacaktır. Ayrıca,  bugün, her an idam olunmak korkusuyla yaşamakta oluşu da idamdan daha hafif bir durum sayılamaz herhalde..

*

*Size en ağır hakaretleri edene, şeref misafirliği verir misiniz?

*V. S. Naipaul üzerine..

Trinidad asıllı ve de Nobel edebiyat ödüllü Hind yazarı Naipaul gündemde bugünlerde..

Çünkü, 2010-Kültür Başkenti kabul edilen İstanbul"da bu günlerde yapılacak olan Avrupa Yazarlar Meclisi toplantısına  bu çerçeve dairesinde tertib olunmuş proğramlara katılmak üzere, Naipaul da davet olunmuş..

2001 yılında Nobel Edebiyat Ödülü alınca ünlenen Sir Vidiadhar Naipaul, "müslümanların‚ hiç bir şey üretemediğini, yenilginin tesiriyle öfkeden köpüren, parazit gibi yaşayan bir geri zekâlılar güruhu olduğu"  gibi saldırgan, aşağılayıcı nitelemelerde bulunmuştu.. Halbuki, kendi ülkesi Hindistan"da (o ülke nüfusunun 5"de biri nisbetinde)  200 milyona yakın bulunan müslümanların, o toplumun içinde hiç de kendisinin ileri sürdüğü gibi olmadığını gözlemleyebilirdi.  Naipaul, Hindutva"nin (Hindu fanatizminin) Müslümanlara karşı Hindistan"ın son kurtuluş umudu olduğunu da belirtmiştir, yazılarında.. (Bombaylı bir müslüman ailenin mürted çocuğu olan Selman Ruşdi"nin İslam"a ve müslümanlara hakaretler kitabı olan Şeytan Ayetleri isimli romanı üzerine İngiltere Sarayı"nca, Kraliyet Edebiyat Ödülü ile ödüllendirilmesinde olduğu gibi, bu kişinin "sir" unvanıyla taltif edildiğini de bu vesileyle bir daha belirtelim..)

*

New York Times gazetesinde, Naipaul"la  2001 yılında yapılan ve Adam Shatz imzasıyla yayınlanan bir röportajda, onun sadece düşüncelerini değil,  İslam ve müslümanlara yakıştırdığı alçakça yakıştırmaları ve hıncını da görmek mümkündür..  

"-" İslam hakkındaki yazılarınızda duyarsızlıkla ve Batı"nın önyargılarının tellallığını yapmakla suçlanıyorsunuz.

-Müslümanlarla ilgili yazmanın sorunlu tarafı bu. Sizi kasabadan kovmak isteyen üniversiteler dolusu insan var ve onlara bunun için para ödeniyor, yani gerçekte ne dediğinize hiç dönüp bakmıyorlar.

-Taliban"ı haşarat diye niteliyorsunuz.

-Hayır, bunu söyleyen eşim! Yıllarca köşe yazarlığı yapan Pakistanlı bir gazetecidir kendisi. Bu tür bir bakış açısıyla yazar.

-Usame bin Ladin"in Pakistan, Endonezya, Malezya ve İran gibi ülkelerde bulduğu destek sizi şaşırtıyor mu? İslam üzerine gezi kitaplarınızda anlattığınız ülkeler bunlar.

-Hayır, çünkü bunlar İslam"a sonradan geçmiş halklar. Daha kaba söylersek, Arap olmayan halklar. Din değiştirme nevrozunun bir parçası da kişinin kendisini sürekli kanıtlamaya mecbur kalmasıdır. Fransızların deyişiyle, kraldan çok kralcı olmak zorundadırlar. (Naipaul, arabların da sonradan müslüman olduklarını bilmiyor olmalı..)

-Öyleyse İslam"ın mesajının böyle güçlü karşılık bulmasını nasıl açıklıyorsunuz?

-Size sekizinci asırdan bir şey anlatayım. Hindistan"ın fethedilen ilk eyaleti, bugün Pakistan"ın parçası olan Sindh eyaletiydi. Sindh kralı çok sıkı direndi. Derken bir gün, işgalcilerin (yani, müslümanların) nasıl tek insanmış gibi dua ve ibadet ettiğini anlattıklarında kral korkuya kapıldı. Bunun dünyadaki yeni bir güç olduğunu anladı ve gerçekten de Müslümanların çok gurur duyduğu bir şeydir bu: İnsanların birliği. Bu birlik-kardeşlik düşüncesi çok kuvvetlidir İslam"da.

-Peki köktenci olmayan İslam?

-Bence bu bir çelişki. Boğmak ve ezmek yönünde her an harekete geçirilebilir. İslam düşüncesinde en mühim şey cennet. Kimse cennete gitmek isteğinde ılımlı olamaz. Ilımlı devlet fikri, oradan buradan biraz daha kredi koparmaya çalışan siyasetçilerin uydurması."

*

Evet, Naipaul"un İslam ve müslümanlara sadece düşmanlığını değil, derin nefretini ve korkusunu de yansıtan bu gibi yeni bir şey değil.. Naipaul"un bu seviyesiz saldırıları 2001 yılında bu satırların sahibince de dile getirilmişti; ama, o zaman kimsenin dikkatini çekmemiş olmalı.. Demek ki, duyuru kulesi yeterince yüksek değilmiş..

Bereket ki, konuyu Hilmi Yavuz, "Yazar dostlarımız, Müslümanları aşağılayan V.S. Naipaul"le yan yana oturmayı nasıl içlerine sindirecekler?" diye sorarak, yeniden gündeme getirdi, Zaman"da..  Şimdi bazıları Hilmi Yavuz"u suçluyorlar..

Hatta bazıları, Naipaul"u eleştirenlerin, onun kitablarını okumadan eleştirdiği gibi yazılar bile yazdılar, sanki kendileri onun bütün eserlerini okumuşlar gibi..

Kaldı ki, bir kimseyi anlamak ve eleştirmek için, bütün kitablarını okumaya da gerek yok..

Bazen bir kaç cümle ile bile kişinin çapı belli oluverir..

İlginç olan, İskender Pala gibi, belli bir değerler manzumesine bağlılığı bilinen bir akademisyen edebiyatçının da Naipaul"u daveti önce normal karşılaması...  

Neyse ki, Cihan Aktaş ve Beşir Ayvazoğlu gibi isimlerin alkışlanacak bir hassasiyetle, protestolarını yükseltmeleri ve "o gelirse, bu toplantılara katılmayacaklarını" açıklamaları ardından; tertib komitesinin Naipaul"a yapılan daveti geri çekmesi ve proğramlarını ibtal edip, yaptıkları hatayı kısmen de olsa telafi etmeye çalışmaları iyi olmuştur..

*

Daha önce de, Bosna"lı ünlü film yönetmeni ve de 250 bine yakın müslümanın sırf müslüman olduğu için katledildiği Bosna Trajedisi günlerinde, sırb cinayetkarların yanında yer alan ve kendi ailesinin müslüman köklerine karşı ahlaksızca suçlamalar yapmasıyla da şöhret bulmuş olan bir Emir Kusturica  da üç ay kadar öncelerde, Antalya"daki bir film festivaline Antalya Belediyesi"nce çağrılınca, itirazlar yükseltilmiş ve Kültür Bakanı E. Günay, Bosna "daki o korkunç katliama alkış tutan bir kişinin davet olunmasını protesto için sözkonusu festivale katılmayacağını açıklayınca.. Kusturica da, Kültür Bakanı"na ağır eleştiriler yönelterek ve can güvenliğinin de tehlikede olduğu gibi iddialarla Türkiye"yi apar-topar terketmişti..

*

Bu gibi toplantılara davet olunacakları belirleyenler nasıl olur da,  hassasiyet uyandıracak bu gibi isimlerin geçmişlerini bilmezler?

İslam"a  ve müslümanlara yakınlık duymayan, sıcak bakmayanlar kimse çağrılmasın denilmek istenmiyor.. Hınç ve kinleri, derin nefretleri olmayan, sadece bilgisiz ve ilgisizlikle malul kimselerin davetlerinden belki de bir fayda bile olabilir..

Ama, sizin inanç değerlerinizi, yani sizin asli kimliğinizi ve şahsiyetinizi oluşturan değerlere en aşağılık laflarla saldıran kimseleri  nasıl davet edersiniz?

Bu gibi yanlışların, hele de müslüman kimlikleriyle bilinen kimseler eliyle bir daha tekrarlanmaması umulur..

 

 

 

haksöz