Hani; "Yediğin içtiğin senin olsun, hele gördüklerini anlat" derler ya; ben "gördüklerime" geçmeden önce, "yediklerim"den söz etmek istiyorum.
Malûm, Güney Kore'de "köpek eti" revaçta...
O kadar revaçta ki; Seul'ün bir çok yerini dolaşmamıza rağmen, sokaklarda bir tek "köpek" veya "kedi" göremedik.
"Eyvah" dedik; biraz sonra yiyeceğimiz "öğle yemeği"nde, önümüze "köpek eti" koyarlarsa ne yaparız?..
Neyse ki; "balık" yemeye karar verdik de, o "risk"ten kurtulduk.
Ne yalan söyleyeyim;
Gerek "balık çorbası", gerek "balık kızartması" son derece güzel ve bizim damak tadımıza uygundu.
Yemek öncesi, şehrin görülmesi gereken yerlerini, Sinan Öztürk'ün rehberliğinde dolaştık... Sinan Öztürk'ü bilenler bilir... 2002 Dünya Kupası sırasında ve 2007-2009 yıllarında Şenol Güneş'in menajerliğini yapmış... Şu anda da Mr. Kebap ve Kervan adlı lokantaların işletmeciliğini yapıyor... Kervan o kadar ilgi görmüş ki, "4 şube" birden açmış... Eğer Seul'e yolunuz düşerse, "Ne yiyeceğim?" diye düşünmeyin... Mr. Kebap veya Kervan'da, rahatlıkla karnınızı doyurabilirsiniz.
Ama biz, Seul'e gelmişken "yerel yemekler" yemeyi tercih ettik ve biraz önce dediğim gibi, "güveçte balık çorbası" yedik.
BUDİSTLERİN İBADET ŞEKLİ
Kaldığımız otelin tam karşısında, Seul'ün en büyük "Budist tapınağı" vardı...
Hem tapınağı gezdik, hem de "ibadet"lerini yerinde gördük.
Enteresandır, Budistlerin ibadet şekilleri, biraz bizim "namaz"lara benziyor, yalnızca "rûku" yok... Doğrudan "secde"ye gidiyorlar... Eğer "rekât" olarak ifade etmek gerekirse, bir defalık ibadette, "tam 104 defa" secdeye kapanıyorlar...
"Haftada 5 bin secde" yapanlar varmış... Tabiî, "kıble" yok...
Nerede "boş" yer varsa, "yön"üne hiç bakmadan orada ibadet ediyorlar.
Tapınağın bir duvarında "Buda heykeli" var...
Ne isterlerse, Buda'dan istiyorlar.
Nüfusu "50 milyon" olan ülkede "Budist"lerin oranı "yüzde 25" civarında...
"Yüzde 25'i de Hırstiyanlar"dan oluşuyormuş... Geri kalan yüzde 50, "Agnostik"miş!..
Ülkedeki "Amerikan ağırlığı", insanların Hıristiyanlığa meyletmesinde önemli rol oynamış... Şehrin birçok yerinde "kilise"ler var...
Amerika, ülkede "üs"ler kurmakla kalmamış, buraya "din"ini ve "kültür"ünü de taşımış.
MERKEZ CAMİİ'NDE NAMAZ
Güney Kore'deki "Müslüman" nüfusun sayısı, maalesef "50 bin" civarında...
Türklere karşı "özel bir sevgi"leri olmakla birlikte, "İslâm"a karşı maalesef bir "önyargı"ları var...
Bunda, "ABD ve Batı propagandası"nın büyük rolü olduğu ifade ediliyor.
Yine de, Seul'ün en güzel yerinde, bir tepe üstünde "Merkez Camii" var ki; "toprağın altın değerinde olduğu" ülkede, Merkez Camii'nin arsasını Kore yönetimi bağışlamış...
Caminin bakımını ve çevre temizliğini "Koreli Müslümanlar"ın yaptığını görünce, değişik duygular yaşadım...
Öğle namazlarımızı Merkez Camii'nde kıldık ve Seul'de yaşayan Türklerden ilginç bilgiler aldık.
KONSERVE KUTUSUNDAKİ 4 BEZELYE
Malûm, 1950'deki "Kore Savaşı"na, ABD başta olmak üzere, Türkiye ve birçok ülke katıldı...
Güney Kore'nin Kuzey Kore'ye karşı savaşında, Türkiye, "721 şehit" vermiş.
İşte o savaşta "öksüz ve yetim" kalan bazı Korelilerin anlatımlarına göre; o zamanlar "henüz 8-10 yaşlarında" imişler ve karınlarını, askerlerin konuşlandıkları çadırların civarındaki "çöplük"lerden doyuruyorlarmış.
Bir defasında, "4 çocuk", yaklaşılması yasak olan ABD askerlerine ait "çöplük"te bir "konserve kutusu" bulmuşlar... İçinde de, "sadece 4 tane bezelye" varmış... O dört bezelyeyi aralarında paylaşmışlar.
Bir defasında da, "Türk askerleri"nin bulunduğu çadırların yanındaki çöplüğe yaklaşmışlar!..
Aaa, o da ne?..
Nöbetteki Türk askeri onları görmüş ve eliyle "gelin" işareti yapmış... Çadırlara yaklaşmak "yasak" ya, "Eyvah" demişler; "Herhalde kurşuna dizecekler!"
Mecburen gitmişler.
Bizim asker, almış onları, götürmüş çadıra... Bir güzel karınlarını doyurmuş, banyo yaptırmış ve saçlarını traş etmiş...
O günden sonradır ki;
"Türk askerinin insanlığı" dilden dile, nesilden nesile anlatılmış.
İşte, Türklere duydukları sempatinin kaynağı, budur... Ne var ki, Kore Savaşı'ndan sonra, "ihmal" etmişiz Kore'yi... Doğan boşluğu da "ABD ve Batı ülkeleri" doldurmuş... Hem "din"lerini taşımışlar Kore'ye, hem de "kültür"lerini!..
"Kültürel işgal" hâlâ sürüyor...
ULUSLARARASI 4 MARKA
Yalnız, burada üzerinde önemle durulması gereken nokta şu:
Biraz önce dediğim gibi;
1950'lerdeki "savaş"ta çoğu "öksüz ve yetim" kalan, dolayısıyla "çöpteki konserve kutusu"nda buldukları "4 tane bezelye" ile bayram eden Kore halkı, bugün nasıl bir "dünya devi" haline geldi?..
Düşünebiliyor musunuz;
1950'de "4 tane bezelye"ye muhtaç olan bir halk, bugün "4 şirket"lerini "dünya markası" haline getirmişler.
Evet, Hyundai'den bahsediyorum.
Kia'dan bahsediyorum.
Samsung'dan bahsediyorum.
LG'den bahsediyorum.
Bu "dört" marka, "Kore'yi ayakta tutan 4 sütun" gibi... Hepsi de "dünya markası" ve hepsi de "teknoloji yarışı"nın en ön sıralarında...
Daha da ilginci;
Hepsi de, "40 yıl önce", yani "1970'li yıllarda" atağa geçmiş ve bugün ABD ile yarışıyor.
BİZ NİYE BAŞARAMADIK?
İnsan, "boyları küçük" bu insanların "büyük atılım"larını görünce, sormadan edemiyor: "Dün onlara kan veren, can veren Türkiye, bugün niye onların çok çok gerisinde?"
Bunun sebebi; "inançsızlık" mı, "kendine güvensizlik" mi, yoksa "tembellik" veya "zekâ seviyesi" mi?..
Hayır, hiçbiri değil... Çünkü; gittiğim bütün ülkelerde bizim halkımız kadar "çalışkan"ını ve "zeki" olanını görmedim.
Bana öyle geliyor ki;
Bizim sorunumuz "insanımız"dan değil, "yönetici"lerimizden kaynaklanıyor... İnceleyince göreceksiniz ki; "geri kalmış bütün ülkeler"de; "devletin, milletiyle kavgası" vardır...
"Milletiyle kavgalı bir devlet"in de, "atılım" yapması mümkün değildir... Bir "devlet" ki; bütün "enerji"sini; "halkın değer ve inancı ile mücadele"ye ayırıyorsa, "kalkınma"ya elbette güç bulamaz!..
Biraz önce dediğim gibi;
Kore halkının yüzde 25'i Budist, yüzde 25'i Hıristiyan...
Geri kalan yüzde 50'lik çoğunluk ise "Agnostik"lerden oluşuyor... Ama devlet, bunlarla mücadele halinde değil!..
Bizde ise, hâlâ "CHP kafası" hüküm sürüyor... İşte gördünüz; "28 Şubat Darbesi'nin ürünü" olan "Kesintisiz Eğitim" kaldırıldı ve yerine "4+4+4 Eğitim Sistemi" getirildi diye, CHP, yine "iptal" için Anayasa Mahkemesi'ne gidecekmiş!..
Niye?.. "İmam Hatip'lerin orta kısımları yeniden açılıyor" diye!.. Niye?.. "Kur'an-ı Kerim ve Hz. Peygamber'in hayatı seçmeli ders oluyor" diye!..
Söyleyin Allah aşkına;
Bu tavır, "milletin değerleri ve inancıyla kavga" değildir de, nedir?..
"Milletle kavga" eden bir "CHP kafası"nın, Türkiye'yi ne hâle getirdiğini tartışmaya herhalde gerek yok.
İşte bu "CHP kafası"dır ki; Türkiye'nin, "uluslararası bir marka" oluşturmasını hep engellemiştir.
Güney Kore dediğimiz "99 bin 392 kilometrekarelik bir ülke", son 40 yılda Hyundai'sini, Kia'sını, Samsung ve LG'sini "uluslararası bir marka" haline getirdiyse, bir "yerli otomobil" bile yapamayan Türkiye'nin durumunu tartışmalı değil miyiz?.. Bu "geri kalmışlık"ta "CHP'nin cuntacı kafası"nı masaya yatırmalı değil miyiz?..
Bereket ki; Tayyip Bey geldi de, hiç olmazsa "ufuk"ları açmaya ve "teknolojik hedefler" göstermeye başladı.
İnşaallah bir "sıçrama" yaparız da, Türkiye'yi, hakettiği yerlere getiririz.
Güney Kore, bu işi "50-60 yıl"da başarmış, biz ise son "80 yıl"ımızı bir yandan "halk"la, bir yandan "terör"le savaşarak geçirmişsek, artık "uyanmalı" değil miyiz?..
Biz hâlâ "rahat" etmeye ve "konforlu yaşama"ya çalışırken, unutmayalım ki, Kore halkının böyle bir lüksü de yok...
Düşünebiliyor musunuz;
"100-120 metrekarelik bir daire"nin fiyatı "2-3 milyon dolar" civarında...
Bu evler; hele de şehrin ortasından geçen "Han Nehri"ne bakıyorsa, fiyatı "4 milyon dolar"a kadar çıkıyor!..
Yani, ekonomileri "büyük" ama, kendileri "küçük" evlerde yaşıyorlar!..
Evet, evleri küçük,
Ama idealleri büyük.
Hem de;
"Kuzey Kore tehdidi"ne rağmen!..
GÖRÜŞME NİYE ERTELENDİ?
Malûm; "6 günlük gezi"nin son iki gününü İran'da geçirdik...
Tahran'da 2 gün kalıp, ikinci günün öğle vakti Meşhed'e uçtuk.
Bu vesileyle, bir durumu açıklığa kavuşturmakta yarar görüyorum.
Başbakan Tayyip Erdoğan'ın, İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad'la görüşmesi, "Çarşamba gününün akşam saatleri"nde gerçekleşecekti...
"Sadabad Sarayı"ndaki bu görüşmenin ardından; Ahmedinejad, biz "gazeteciler" de dahil, bütün heyet üyelerine "akşam yemeği" verecekti.
Ne var ki;
Son anda gelen bir haberle, Ahmedinejad'ın "rahatsızlandığını" öğrendik...
Bu rahatsızlık, "gerçek bir rahatsızlık"tır... Gerçekten de, Ahmedinejad'ın tansiyonu fırlamış ve görüşme bu yüzden ertelenmiştir.
Yani, Bay Kemal Kılıçdaroğlu'nun iddia ettiği gibi; ortada "Türkiye'nin onurunu incitecek bir tavır" yoktur!..
Böyle bir tavır olsaydı;
"Bir daha da Davos'a gelmem" deyip, masayı terkeden bir Tayyip Erdoğan, herhalde Tahran'ı da terkederdi.
Ama, dediğim gibi;
Ortada "onur kırıcı bir tavır" yok... Böyle bir tavır olsaydı, o görüşme, herhalde hiç yapılmazdı... Oysa, Erdoğan-Ahmedinejad görüşmesi Perşembe günü öğle saatlerinde gerçekleşti ve "1.5 saat" sürdü...
NEVRUZ VE MEŞHED
Bu görüşmenin ardından da, "Nevruz" dolayısıyla Meşhed'de bulunan İran Dinî Lideri Ayetullah Ali Hamaney ile görüşmek üzere Meşhed'e uçtuk.
"Nevruz" dedim de, aklıma geldi... Bizde, "Ramazan" ve "Kurban" bayramlarında nasıl ki büyük şehirler boşalır, İran halkı da, "Nevruz tatili"ni fırsat bilip, Meşhed'de bulunan "8. İmam Rıza'nın türbesi"ni ziyarete gidiyormuş... Tahran trafiği, bu yüzden çok rahattı...
Yeryüzü Müslümanlarının; "umre" veya "hac" için Mekke ve Medine'ye akın etmesi gibi, İran halkı da, fırsat buldukça Meşhed'e akın ediyormuş...
Ki, "12 İmam"dan sekizincisi olan İmam Rıza'nın türbesini ziyaret için, "binlerce kişi" gelmiş Meşhed'e... Müthiş bir kalabalık ve müthiş bir izdiham... "Türbeye el sürmek" isteyenler, adeta birbirlerini eziyordu...
Türbenin bulunduğu mekân, sadece "cami" olarak değil, aynı zamanda "molla"ların yetiştiği bir "medrese" olarak da hizmet veriyor... Son derece debdebeli, son derece geniş... Kimi "namaz" kılıyor, kimi "dua" ediyor, kimi "türbeye el sürmeye" çalışıyor!..
Sayın Başbakan'ın, Ayetullah Hamaney'le, bu mekânda yaptığı "2 saatlik görüşme"den sonra, doğrudan ANA uçağına gittik ve 3 saat 40 dakika süren bir yolculuğun ardından Ankara'ya indik, oradan da İstanbul'a döndük...
Bu vesileyle;
"6 günlük gezi" boyunca, ANA uçağında bizlere hizmet veren ve bir an olsun "güleryüz"lerini eksik etmeyen, başta Hande Çokoksen olmak üzere, Jülide Çakır, Burak Olcay, Ahmet Taner Demirci ve Sevyeter Aydın adlı kabin görevlilerine, arkadaşlarım ve kendi adıma hassaten teşekkür ediyorum.
İşte bir gezi böyle geçti... "İzlenim"lerim ve "gözlem"lerim böyle...
Dilerim, faydalı olabilmişimdir...
CHP'nin Kur'an karşıtlığı!
CHP Genel Başkanı Bay Kemal Kılıçdaroğlu, dün, partisinin "Antalya İl Başkanlığı"nı ziyaret etmiş ve burada yaptığı konuşmada demiş ki; "Zorunlu eğitimi 12 yıla çıkaran kanunun anayasaya aykırı gördüğümüz maddelerini, doğal olarak Anayasa Mahkemesi'ne taşıyacağız!"
Neymiş o aykırılık?..
Her zaman olduğu gibi; "arkadaşlar çalışıyor"muş ama, Kılıçdaroğlu, konuşmasının bir yerinde, bu "aykırılığı"(!) ağzından kaçırmış; "Bu yasanın içinde Kur'an-ı Kerim'in ne işi var?"
Bay Kılıçdaroğlu haklı!!!.. Gerçekten de, "Kur'an-ı Kerim"in bu yasanın içinde ne işi var?!?.. "Müslümanlık" dediğin "caminin içi"ne hapsedilmeli, Kur'an-ı Kerim de; "evlerin duvarlarında, torbalar içinde asılı kalmalı" değil mi?!?..
AK Parti İktidarı da, kalkmış; Kur'an-ı Kerim'i duvardan indirip, üstelik okullarda "seçmeli ders" hâline getiriyor!.. Eee, bu durum, elbette "CHP Anayasası"na aykırıdır ve bir an önce Abdullah Gül tarafından "veto" edilmelidir!.. Aksi halde, Anayasa Mahkemesi'ne gidecekler... Zaten, Anayasa Mahkemesi'nin önünde, bir CHP'li sürekli "nöbet" tutuyor ya, anında başvuru yapacaklar!..
Kusura bakmasınlar ama; bu "Kur'an ve Peygamber karşıtlığı" ile, bırakın "iktidar" olmayı, eğer "yüzde 25" oy alabilirlerse, öpüp de başlarına koysunlar!..
Bu "beyin"den "salata" bile olmaz!..
yeniakit