İnat ve kibir; hem sahibini, hem çevresini yakar. “Öfke”, inat ve kibrin kardeşidir. Ve öfke baldan tatlıdır. Fakat, sonunda öfkeyle kalkan zararla oturur. Biz kendimize yol arkadaşı olarak; sabır, tevazu, merhameti seçelim. Biliyorsunuz, “Asra yemin olsun ki, İman edenler, iyi/salih işler yapanlar sabredenler ve sabrı tavsiye edenler müstesna herkes hüsrandadır”. Burada şifre sabır ve “salih amel”, yani “sulheden işler”, bozgunculuk yapan değil. İnsanın aklı ile vijdanını barıştıran, insanı insanla, insanı fıtratla/tabiatla, hava, su, toprak, bitki, hayvanla barıştıran akıl, ki bu “sulh” bizi Allah’la barışa götürecektir. Değilse insan Allah’la savaştadır. İslam bu anlamda sulhe giden yoldur. Varacağınız yer de selamdır. Ancak o zaman dünya “Dar-üs Selam”a yaklaşır. Selamın yokluğu savaş halidir. O insanların kafasında, kalbinde, vijdanında başlar ve sonra savaşlara, teröre uzar, daha sonra hayvanları öldürür ve ekinlere zarar verirler. Dünyayı cehenneme çevirirler.
Bunları yaparken de bunlar sanki “gökyüzünün orduları kendi emrindeymiş gibi”, “gökyüzünün hazinelerinin anahtarı kendi ellerindeymiş gibi” davranırlar. İnsanları kahredecekleri ve onları ihya edeceklerini zannederler. Yaptık-ettik, yapacağız-edeceğiz, “biz-biz” diye böbürlenir dururlar.
Allah şöyle buyurdu: “Allah’ın dilemesine bağlamadıkça (inşallah demedikçe) hiçbir şey için ‘Bunu yarın yapacağım.’ deme. Bunu unuttuğun takdirde Allah’ı an ve: ‘Umarım Rabbim beni, doğruya bundan daha yakın olan bir yola iletir’ de.” (Kehf, 18/23-24.) Olup bitenleri kendinden bilenlerin vay haline. Allah rızgı dilediğine verir. Kader, rızık ve ecel kimsenin elinde değil. “Şu kaderimiz değil, kaderini değiştireceğiz” gibi sözler, haşa Allah’ın öfkesini celbeder. Gerçek olan şu ki Allah bizi mallarımız, canlarımız ve sevdiklerimizle kimi zaman artırarak, kimi zaman eksilterek imtihan edecektir. Servet, iktidar, zafer, güç böyledir. Bunu unuttuğumuzda ise, o bize hayır gibi gelen şeyler şer’e, şer gibi gelen şeyler hayra dönüşebilir. Çünkü yoksulluk gibi servet de insanları yoldan çıkarabilir. Buyurun bunu okuyun: “Andolsun ki sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile deneriz. (Ey Peygamber!) Sabredenleri müjdele! (Bakara 155)
İnsanlara sürekli vaad ederseniz ve onlara sorumluluk yüklemeden ve hep bir ihsan, atıfet gibi ikramlar sunacak olursanız, İlahi ikazı unutur ya da unutturursanız, unutmayın ki, hayalin kışkırttığı beklentileri hiçbir gerçek karşılayamaz.. Ve gün gelir devran döner. O zaman anlarsınız ki, bu şekilde kaçtığınızı sandığınız şeye doğru koşuyormuşsunuz!
Sürekli yapılanlardan söz ederseniz ve bu olanlarda onun hiçbir dahli yoksa, o hep daha fazlasını isteyecektir. Doyumsuz talepler, tatminsiz toplumları üretir. İsterseniz bunu kendi çocuğunuzda, yanınızda çalışanlarda deneyebilirsiniz.
Uzun zamandan beri birçok teşkilat yapısında, yerel yönetimlerde, merkezi hükümette, bürokraside ciddi bir değişim beklentisi vardı. Ve yöneticiler mesajın alındığı ve gerekenin yapılacağı mesajı verdi hep. Bu sözlerin gereğinin yapılması ya unutuldu ya da sürekli ertelendi. Yapılan mevzi değişiklikler yeterli görülmedi
“İstanbul sözleşmesi”nden çekilme kararının ardından beklenen yeni adımlar gelmedi. Ne zaman gelecek o da belli değil, yeni süreci kim yönetecek? O konuda bugünkü süreçte belirsizlik hakim. 2021’deyiz, sayılı günler çabuk geçer. 2022 yılı seçim sürecinin başlayacağı yıl olacak. 2023’de seçim var. O zaman bugünkü kadrolar, 2023’ü belirleyecek kadrolar olacak. 2023 beklentisi de yine yüksek bir beklenti. Ama bugünden şikayeti olanların, bugün karşılaştıkları gerçekler, gelecek beklentisi açısından geniş yığınlar için sükut-ı hayale sebeb olabilir.
Her şeyden önce bir zihniyet değişikliği gerekli idi.
Erol Yarar’ın geçen aylarda devrimden söz eden bir açıklaması oldu. “Tek yol devrim” derken, aslında Great Reset sürecinde, eski normların yerine yeni normlardan, yeni bir dünya düzeninden söz edenlere karşı, kavram ve kurumları ile yeni bir dünyanın inşasında devrimci inisiyatifin gerekliliğine vurgu yapıyordu.. Kavram ve kurumları ile tarih yorumu, yaşadığı zamana ilişkin değer yargıları ve gelecek tasavvurunun yeniden yapılandırılması gerekiyor. Yani Mehmet Akif’in “Asrın idrakine söylemek İslamı” tezindeki bakış açısına vurgu yapıyor sanki.
Bu kadroların böyle bir devrimci akla sahip olup olmadığına siz karar verin.. Bakın sadece siyaseti hedef alan bir devrimden söz etmiyorum. Önce bir zihniyet devrimi gerek. Camide de, cemaatte de bu devrime ihtiyaç var. Kendi hayatımızdaki putlaştırdığımız ne varsa onları da İbrahimi bir duruşla kırmamız gerek. Herkes kendi nefsine taht kurup oturan Şeytanları taşlamakla başlayabilir bu işe. Siz, bu anlamda parti, vakıf, dernek, oda, sendikalarla Genel Merkez’den taşra teşkilatlarına beklenen heyecanın yakalanmasının çok mümkün olacağını sanıyor musunuz?
Bana kalırsa siyasetin de, Medianın da dili değişmeli. Akademinin de değişmeli. Bu parmak sallayan akademisyen dili de yeni çıktı.. Dayandığımız kavram ve kurumlarla olmuyor bu iş. Ötekilerin beceriksizlikleri üzerinden kendi kadrolarını ve icraatlarını yüceltme çok sağlam bir zemin değil. Orta vadede bu dil söylendiği zamandaki etkisini kaybeder. Hatta, toplumun kafasındaki suali mukadderler eğer cevabını bulmamışsa söz konusu söylemin, bazı gerçeklerin üstünü örtmek için kullanıldığı kanaati hasıl olmaya başlar geniş kitlelerin hafızasında.
Eczanenizde binlerce ilaç da olsa, kapıdan giren müşterinin ihtiyacı olan çok basit bir ilaç yoksa, eczanenizdeki o binlerce ilacın o kişiye bir faydası yoktur. Sivil ya da siyasal, dindar ya da laik, piyasada genel manzara şu: İnsanların çoğunun basit ihtiyaçlarına cevap veremiyorsanız diğer sunumlar onlar için fazla cazip gelmeyebilir. Ya da sunulan hizmetlerin satın alınması, insanların imkanlarını zorluyorsa, özellikle maliyet fiyatları hemen yolsuzlukla açıklanacaktır. Hele lüks arabada, trafikte bir grub delikanlı, kokain çekip bunu sosyal mediada paylaşıyorlarsa bunun toplum zihninde sebeb olduğu dalgalanma, saf zihinlerde güven duygusunun yara almasına sebeb olduğu gerçeğini görün, sadece o genci cezalandırmakla bu sorunu çözemezsiniz, bu olayı yaşayan ailelerin ve gençleri beyinlerinde kopan fırtınanın sebeb olduğunu tahribatı, depremin yaralarını nasıl tedavi edeceksiniz?
Herkes birbirini suçluyor bu kötü gidişat sebebiyle. Herkes herkese haddini bildirme çabasında. “Bomba haberler”in muhtevasında herkesin birbirine tokat attığını, haddini bildirdiğini görüyoruz. Sadece ülke içinde değil devletlerarası ilişkilerdeki dil de buna döndü. Bu gidiş hayra alamet değil.
Alın size Bolu merkezli iki haber: Sahi şu Bolu tünelini patates deposu yapma hikayesi ne öyle!? O bilgileri kimler nasıl servis ediyor? Ya da “yabancı” diye ülkemize sığınan yurtlarından çıkarılmış insanlara hayatı daha da yaşanılmaz kılacak şartları dayatmaktan söz eden akıl nasıl bir akıl? Bu kafayla nereye kadar gidebiliriz.
Ülke genelindeki gerilimi, tansiyonu indirin, CoVID bahanesi ile yapılan baskıları indirin, egonuzu indirin, sesinizin tonunu indirin.
Dili yok kalbimin ondan ne kadar bizarım.
Selâm ve dua ile.