Halebçe’den Çanakkale’ye ve İç Siyasî Tartışmalara..

Selâhaddin Çakırgil

1- Halebçe Katliâmı’nın yıldönümünde..

(22 Eylûl 1980 tarihinden itibaren 8 yıl devam eden ve her iki taraftan bir milyondan fazla insanı eriten-yutan ve her iki ülkenin bütün tarihî ve maddî zenginliklerini de tahdib eden) İran-Irak Savaşı’nın hassas anlarından birisi daha yaşanıyordu.

İran güçleri, onbine yakın bir Irak birliğini yenilgiye uğratıp, binlerce esir alarak Irak sınırındaki Halebçe şehrini ele geçirmişti.

Yabancı bir ordunun bir şehre girişi sırasında en fazla korunmaya muhtaç olan genç kızlar, gelinler başta olmak üzere, bütün bir sivil halk, gizlenmek bir yana, bir de evlerinin kapıları önünde yığışıp, İran güçlerinin şehre Allah’u Ekber’ diye girişlerini sevinçle karşılıyorlar ve onlar da aynı şekilde Allah’u Ekber!’ nidâlarıyla karşılık veriyorlar ve sevinç gözyaşı döküyorlardı..

Çünkü, Halebçe halkının hemen tamamı kürd idi ve Saddam rejimi tarafından bir düşman unsur olarak görülüyordu. Ve bu halk, hemen tamamiyle Ehl-i Sünnet mezhebine mensub olmasına rağmen, büyük çapta şiî olan İran ordusunun şehirlerini ele geçirmesini sevinç gözyaşlarıyla karşılıyorlardı. Saddam rejiminin, Baas rejiminin zulmünden bu kadar acı çekmişlerdi.

Saddam Huseyn Halebçe halkının İran güçlerini böylesine sevinçle karşılamasına seyirci kalamazdı. Nitekim, yardımcılarından -daha sonraları, Kimyasal Ali diye meşhur olan ve Amerikan işgalinden sonra ise, idâm olunan- bir zâta emir vererek Halebçe üzerine hardal ve sarin gazı vs. kullandırtmış ve o kimyasal bombardıman neticesinde 5 binden fazla insanın, oyuncaklarıyla oynayan çocuklar, annelerini emen bebekler, ya da tehlikeyi görünce çoluk-çocuğunu kucağına alıp, hemen şehrin dışına doğru kaçmaya çalışan kadın-erkek, binlerce insan, ciğerleri kavrularak yere kapaklanmışlar, ânında can vermişlerdi. Bu arada, İran askerleri de kavrulmuştu, ama, onların sayısı, bu sivil kayıplarına dahil değildi..

Ortaya çıkan manzara, korkunç kelimesiyle bile anlatılamıyacak derecedeydi.

Bu korkunç sahneler İİC televizyonu tarafından dünya haber ajanslarına, o facianın hemen ardından, sıcağı sıcağına servis edildiği halde, emperyalist dünya, bu durumun, o savaşta, dünya kamuoyunun eğilimini Saddam aleyhine  kaydırabileceği endişesiyle, o korkunç sahneleri dünyaya duyurmaktan dikkatle kaçınmış ve dünya o korkunç sahnelerden, ancak Saddam’ın Kuveyt’i işgal etmesi ve buna Amerikan emperyalizminin şiddetle karşı çıkmasından sonra haberdar edilmiştir.

Evet, Halebçe Katliâm ve Faciası unutulmamalı; benzerlerinin bir daha yaşanmaması için, hâfızâlarda canlı tutulmalıdır. Bu bakımdan, Halebçe Faciası üzerine yapılan anma toplantıları önemlidir. Ancak, bu anmalar yapılırken, fırsattan istifadeyle, konunun çarpıtılmasına da âlet olunmamalıdır.

Ne var ki,  bu noktada, maalesef bir takım çarpıtmalar zaman zaman görülmekte.. Daha da acı olan şu ki, uzuuun yıllar birlikte olduğumuz, o günleri birlikte yaşadığımız bazı kardeşlerimiz, Halebçe Katliâmı’nın, ‘kurulmasından korkulan Kürdistan devleti yüzünden’  işlendiğini iddia etmeye başlamışlar.. Van’da geçtiğimiz hafta yapılan bir anma toplantısında bu beyanın açıkça dile getirildiğini görüyoruz.

Saddam, Halebçe’ye, İran güçlerinin Halebçe’yi ele geçirmesi ve Halebçe halkının da bu durumu sevinçle karşılamasını cezalandırmak  için saldırmış, öfkesini kimyasal gazlar halinde kusmuştur; o kadar.. Yani, İmam Khomeynî’nin Ordusu, Halebçe’ye herhalde, bir Kürdistan devleti kurulması için girmemişti. Nasıl olabilir ki, o amansız savaş sürerken bile, İran güçleri bir taraftan da İran Kürdistanı’ndaki ayrılıkçı unsurlara karşı da çetin bir mücadele vermezdi. Ve o zaman, Halebçe’de bir takım kimselerin iddia edildiği üzere öyle bir niyet taşımış oldukları düşünülse bile, ekseriyetinin o niyetle örgütlendiği ve öyle bir hedef peşinde olduğuna dair hemen hiç bir ciddî işaret de yoktu.

Kaldı ki, o günlerde kendi aramızda da böyle, filanca kavim adına da bir devlet kurulması gibi  söylemler asla gündeme gelmezdi. Her bir müslümanın taşıması gerektiğine -bugün de inandığım şekilde- bütün dünya müslümanlarının birliği idealinin gerçekleştirilmesi  yönünde kafa yorulurdu.. Bugün bazıları başka anlayışlara bağlanmış olabilirler. Ama, o gibilerin, bundan dolayı geçmişi de bugünkü geldikleri noktaya göre değerlendirmeye çalışmaları yanlış olsa gerek..

Hemen eklenmeli ki, bugün müslüman coğrafyalarında etnik unsurlar, kavimler adına kurulan yığınla devletlerin olması karşısında, kürd kavmi adına da bir devletin kurulması istenebilir elbette.. Öteki etnik unsurlar adına devletler kurulurken ve onlara karşı çıkmazken, kürd kavmi adına böyle bir devletin kurulması fikrinden yüksünmemek gerektiğini bu satırların sahibi on yıllar öncesinden beri hep dile getirmiştir. Şifa, müslümanların etnik unsurlar adına ve o isimlerle devletler kurmayı zihinlerinden temizlemelerinden geçer.

Ama, İslam inancına ve o inancın dünya çapında yücelmesi idealine gönül vermiş olanların asıl hedefi, bütün müslümanların o dünya sahnesinde, uluslararası diplomaside, İslam Milleti  anlayışı halinde ortaya çıkılması idealine indekslenmiş olmalıdır, herhalde.. Elbette, etnik unsurlar veya coğrafî zarûretler üzerine kurulu ayrı ayrı mahallî hükûmetler de olabilir; ama, bu durum, müslümanların dünya çapında tek bir irade etrafında ve tek kalb ve tek yumruk halinde birleşmeleri idealini bertaraf edememelidir.

Bizim dâvâmız ve idealimiz, bugün de, hiç bir etnik- kavmî- ulusal devleti kutsamadan, -elbette realiteye de gözümüzü kapamadan- ideal olanı istemek noktasına kilitlenmelidir.

*

2- Çanakkale, yeni bir ‘ulusal kutsal’a dönüşürken..

1915- Çanakkale Deniz Zaferi’nin yıldönümü, her yıl olduğu gibi, bu yıl da, 18 Mart günü büyük törenlerle kutlandı. Gelecek yıl, 100. yıl dönümü için daha büyük törenlerin düzenleneceği tahmin edilebilir.

Çanakkale (dünyada bilinen ismiyle, Dardanel) Deniz Muharebesi,  muhakkak ki,  Birinci Dünya Harbi’nin, neticeleri çok önemli merhalelerinden birisini oluşturur.

250 bin şehid verildi’ denilir, ama, Genelkurmay Başkanlığı, kayıpların 80 bin civarında olduğunu resmen açıklamıştı, birkaç yıl önce.. Bundan hedef, Çanakkale’de can veren müslüman askerlerin aziz hatıralarını küçültmek değildir. Ama, isteyen, istediği rakamı söyleyememelidir, herhalde..

Asıl üzerinde durulması ve düşünülmesi gereken nokta herhalde şudur ki, Çanakkale Savaşları, M. Kemal’in tarih sahnesine etkili şekilde çıktığı düşünülerek büyütülmekte ve bu durum, hele de son yıllarda belli çevrelerce daha bir vurgulanmakta; 90 yıldır yüceltilen ve putlaştırılan tek kişiyle ilgili o siyaset  kâfi gelememişcesine, bir ‘ulusal kutsallık’ türetilmeye çalışılmaktadır. Orada yüzlerce-binlerce zâbit ve onbinlerce müslüman asker can verirken.. Bu savaşı sadece, o savaşlarda binbaşı veya yarbay rütbesinde olan yüzlerce subaydan sadece birisi olan M. Kemal’i yüceltmek için kullanıp yaldızlamanın mantıkî bir izahını yapmak zor.. Kaldı ki, kişi için mîzan/ ölçü, son en son halidir.

Konunun karşı çıkılması gereken noktalarından birisi, budur.

*

Üzerinde durulması gereken ikinci nokta; Çanakkale  Deniz Muharebesi’nin Alman ve İngiliz generallerinin savaş hünerini sergiledikleri bir savaş olduğu gerçeğini unutulmaması olmalıdır, herhalde.. (Muharebe diyoruz, çünkü, o savaşlar, Osmanlı’nın da ağır şekilde yenildiği ve parçalanmasıyla ve tarihten silinmesiyle neticelenen I. Dünya Savaşı’nın sadece küçük bir bölümünden ibaretti.)

Çanakkale/ Gelibolu’daki Osmanlı Ordusu’nun başkomutanının alman generali Liman von Sanders  olduğu unutulmamalıdır. (Bütün Osmanlı Ordularının Başkomutan Vekili ise, Enver Paşa’dır, Padişah’a vekaleten..) 

M. Kemal, Gelibolu’da Enver Paşa tarafından vazifelendirilen binbaşı - yarbay rütbesindeki yüzlerce Osmanlı zâbitinden / subayından sadece birisidir. Alt rütbelerdeki bir komutanın da, elbette savaş içindeki bir başarısı veya başarısızlığı bütün bir savaşı da etkileyebilir, ama, bir savaşın ve hele de zaferin, tek kişinin yüceltilmesi için ona mal edilmeye çalışılmasının başka bir hedefi vardır.

*

Üzerinde durulması gereken üçüncü nokta, TRT yayınlarında bile, Çanakkale’deki askerlerin türk askeri olduğunun ısrarla vurgulanması..

Yahu, o zaman, resmî söyleme göre,  ‘türk askeri’ diye bir savaşçı güç yok, çeşitli etnik ve hattâ farklı dinî unsurlardan ‘Osmanlı askerleri’ var.  Bunların çok büyük bir kısmı, müslüman, elbette.. Ama, bir kısım gayrimuslim askerler bile var.. Ayrıca, müslüman coğrafyalarının her bir yanından gelmiş gönüllü müslünan askerler de bulunuyordu, bu orduda.. Anadolu’nun her bir köşesinden gelenlerden ayrı olarak Medine’den, Bingazi’den, Bağdad’dan, Musul’dan, Bakû’dan, Kırım’dan, Bosna’dan, Şumnu’dan, İskeçe’den, Kalkandelen’den, Gostar’dan, Mostar’dan, Üsküb’den, Kıbrıs’dan, Manastır’dan, Tunus’dan, Şam ve Haleb’den, Mısır şehirlerinden, Gazze’den, Cezayir’den, hattâ Senegal’den, Hind diyarlarından vs. yüzbinlerce asker.. Bunların hepsi de mi türk kavminden idi?

Buna şimdi, kemalist-laik-türkçü 90 yıllık rejimin oluşturmaya çalıştığı mantığa uygun olarak, sadece ‘türk askeri’  isimlendirmesi yapmak, komik değil mi? 

*

Düşünülmesi gereken dördüncü nokta, bir kısım subaylara veya sivillere, hattâ gencecik kimselere, bu törenlerde, ‘Çanakkele geçilmez..’ diye nutuklar attırılması..

Hamâset de bir yere kadar gerekli sayılabilir belki, ama, acı gerçeklerin görülmesine engel olmamalıdır, bu nutuklar.. 1915’de Çanakkale’den geçemiyenler, üç sene sonra, daha da beter şekilde, Osmanlı’nın 465-70 yıllık başkentine, İstanbul’a girmişlerdir. O zaman, o ‘Çanakkale Geçilmez!’  nutukları havada kalmıyor mu?

1918’de İstanbul’a girenler nasıl gelmişlerdir ve hiç savaşmaksızın, niçin ve nasıl gitmişlerdir? Bu sonuçta, kendilerinin yapmak istediklerinden daha fazlasını yapacak, bir müslüman halkın inancıyla, kültürüyle, bütün ulvî hayat değer ve telâkkileriyle savaşacak ‘yerli’ ; ama kafa ve kalbiyle emperyalistlerin değerlerine ayarlanmış birilerini kendi yerlerine bıraktıklarını görerek ve bunu planlayarak gitmemişler midir? Son 90 yıllık tarihimiz bunun acı ve utanç veren bir şahidi değil midir?

*

Üzerinde düşünülmesi gereken ilginç bir nokta da, Çanakkale Zaferi’nin yıldönümlerinde  M. Kemal’in, saldırgan devletlerin Çanakkale’de ölen  askerlerini için, o askerlerin devletlerine veya ailelerine hitaben söylediği, ‘Evladlarınız bu topraklar için savaşmışlar ve burada yatmaktadırlar, artık, bizim misafirlerimizdir. Burada huzur içinde yatmaktadırlar..’ gibi tuhaf  ya da diplomatik bir atraksiyon gereği söylenmiş sözlerin, çok matah bir şeymiş gibi devamlı tekrarlanması.. Bunu, bu 18 Mart kutlamalarında da gördük.

Bunun insanseverlikle ne ilgisi var?

Bir düşman ki, bizim vatanımıza, bizim canımıza kasdediyor, onla savaşıyoruz, öldürüyoruz, öldürüyoruz; sonra da, ‘Onlar da bu topraklar için savaştılar, can vardiler. Artık onlar da burada bizim misafirimizdir, evladımızdır; huzur içinde yatmaktadırlar.’  gibi lafları, kendi ülkemizde, rejime karşı isyan etmiş insanlarımız için de kullanabiliyor muyuz?

Saldırgan düşman askeri, bizim vatanımızda öldürüldüğünde, niye bizim aziz misafirimiz olsun ve saygı ile anılsın ki..

‘Kemalist-laik-türkçü’  rejimin 90 yıllık şefleri, kendi ülkelerinin halkından nicelerine bugün bile, o saldırgan müstevlilerin, emperyalistlerin askerleri için söylenen sözlerin yüzde birini söyleyebilmekteler mi?

*

Bu vesileyle üzerinde durulması gereken bir diğer nokta da, seçim atmosferinde topluma gaz vermek için olabilir denilse bile, Başbakan Erdoğan tarafından sık sık, bayrak vurgusu yapması..

Bayrak, nihayet bir semboldür ve bir devlet hâkimiyetinin sembolü olarak ona saygı gösterilmesi de istenebilir. Ama, âdeta bir bayrak fetişizmine varacak şekilde bir kutsanmasını anlamak zordur. Erdoğan, hemen her seçim mitinginde, bayrak vurgusu yapıyor, ve ‘Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır, / Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır..’ mısralarını okuyor ve bu mısraları bir de, ‘hilal ve yıldız şu demektir..’ diye şerh ediyor, kendince.. Kaldı ki, üzerinde kırmızı kan renginin olmadığı bayrak sayısı pek azdır. O halde, bu gibi sözlerin toplumda revaç bulmasına yol açmanın da ayrı bir sorumluluğu vardır.. Çünkü,  bir toprağı ele geçirmek için kan döken başkaları da olabilir. O zaman, ‘onlar da vatan için savaşıyorlar, ya da, bir toprağı vatan yapmak için kanlarını ve canlarını fedâ ediyorlar..’ diye, onlar için de saygılı ifadeler mi kullanılacaktır?

*

3- ‘Komplo yok!’, nasıl denilebilir? Ve de, Arınç’tan inciler..

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, son zamanlarda içerde yaşanan gelişmelerin dış güçlere bağlanmasına, bu konuda bir dış komplo olduğundan söz edilmesine ihtimaline karşı çıkmış, bunun doğru olmadığını söylemiş, Kopenhag’da, 18 Mart günü..

Yapmayın Allah aşkına, Abdullah Bey!.

Hele de emperyalist dünyanın medya kuruluşları, aylardır, Tayyîb Erdoğan’ı, onların Türkiye’den besleyicisi durumunda olan malûm cemaatin sözcülerinin ve Pennsylvania Şeyhi’nin bütün dünyaya yansıyan çılgınca beddualarına paralel olarak, ‘Cihadist, eEl’Qaideci,  İkhwan’cı, Neo-Osmanlıcı.. vs.’ diye emperyalist ve sionist odaklara ispiyonlarken, bu entrikalar sizi hiç mi düşündürtmüyor mu?

İst.-Taksim-Gezi Hadiseleri’nde başına bir nesne çarpıp yaralanan ve  9 ay komada kaldıktan sonra geçenlerde ölen 14-15 yaşında bir çocuk hakkında, New York Times gazetesinde binlerce dolar verilerek yayımlanan ölüm ilânı da mı sizi düşündürmüyor, bir komplonun varlığı konusunda.. 

*

Ya, Bülend Arınç’a ne demeli?

Yine problemli bir hissîlik- duygusallık.. ..

‘Hocaefendi'yi ayrı bir yere koymak gerek!.’  demiş, 19 Mart günü, Bursa’da bir tv. kanalına verdiği mülâkatta..

Başbakan Erdoğan’ın hemen bütün seçim mitinglerinde ve konuşmalarında son iki aydır devamlı olarak, ‘devletin emniyet, istihbarat ve yargı gibi en önemli organları içine sızmış’ bir paralel yapıdan ve örgütten bahsedişi, bazen sıkıcı noktalara kadar bile gelmiş olabilir. Hele de, F. Gülen’in çok eskilerdeki sözlerini yeni duyuyormuş gibi şimdi eleştirmesi, hiç de hoş olmayan politik bir tavır.. Çünkü, o, o sözleri söylerken, Erdoğan bu konuları bilmiyor değildi, ama, karşı çıkmıyordu.. Ama, şimdi, o, sözünü ettiği paralel yapı ile, örgüt ile neredeyse tek başına mücadele ederken, onların o eski yanlışlarını da yeni yeni gündeme getiriyor.. (Tabiatiyle, onlar da, Erdoğan’ın eski sözlerini F. G. lehindeki sözlerini çıkarmakla meşguller..)

Erdoğan’ın uslûbundaki kızgınlık ve kırgınlık da, belki, sadece iyiniyetinin suistimal edilip, arkadan hançerlenmiş duruma düşürülmüş olmasından değil, yakın arkadaşlarından bile tam destek bulamamış olmasından da kaynaklanıyor

Sözkonusu Cemaat’in adına hareket ettiğini söyleyenlerin elindeki gazete ve tv. kanallarının ve de ‘abla’lar ve ‘abi’ler denilen kalburüstü isimlerin ağız birliğiyle Tayyîb Erdoğan’ı, ne yapıp edip zayıflatmak ve iktidardan uzaklaştırmak için amansız bir mücadeleye girdikleri ve bu yolda yalan-yanlış herşeyi kendi hedeflerine varmak için mübah bildikleri ortada..

Erdoğan, evet, tek başına direnmeye çalışıyor..

Ve en yakınındaki yardımcılarından, bile gerekli desteği göremiyor.. Ve o arkadaşları, bir taraftan da, Tayyîb Erdoğan’ı direkt olarak suçlamıyorlar veya yanlış yaptığını söylemiyorlar. Ama, F. Gülen’in rencide edilmemesinde neredeyse hemfikirler..

Halbuki, F. Gülen ve çevresindekilerle onları planlayanlar, diledikleri gibi at koşturuyorlar ve ve hattâ, Zaman Gen. Yy. Md. E.Dumanlı 19 Mart akşamı, AK Parti dışındaki partilere oy verilebileceğine dair görüşlerini net olarak söyledi, CNNturk’de, C. Özdemir’in proğramında..

Böyleyken, şimdi de Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, ""Bunu söylemek doğru mu bilmiyorum, ama,  ... bugüne kadarki konuşmalarıyla, yaşantısıyla, tarzıyla Hocaefendi'yi bir kenara koymak ve onun üzerinden bir şeyler yapmamak gerektiğini düşünüyorum" demiş, sözkonusu tv. kanalında..  Üstelik de Arınç, F.Gülen’in kendileri hakkındaki son beyanlarını da okuduğu halde; ‘Şimdi beddua etmiş yine veya lanet okumuş. Duygusal bir insandır Hocaefendi, daha evvel de buna benzer bir şey yaptı ve belki de kırılma noktası o..’ ... Biz her şeyi yok kabul etmiyoruz ki..  'Bu da geçer ya hu' diyoruz. Burada yanlış, hata yapanlar cezasını çekecek. Çünkü bilerek hata yapıyorlar. Bilerek kötülük yapıyorlar, hata yapmıyorlar. Başbakanımız da arkadaşlarımız da ona çok üzüldü. Onlar, 'İslam'da bunun (beddualaşmanın)  yeri vardır' diyorlar. Mülaane diye bir şey. Ben de ilk defa duydum, belki de vardır. Yani 'Kendimizi de işin içine koyarak lanet veya beddua okuyoruz, Peygamber de böyle yapmıştı' diyorlar. Ben orasını bilmem,  ama lanet okumaya gerek yok. Niye lanet okuyorsun?"  diye eklemeyi de ihmal etmemiş.. Arınç, bunları söylerken, Hz. Peygamber (S)’in o gibi durumları müslümanlara karşı değil, müşriklere ve diğer gayrimuslimlere karşı yaptığını hatırlatmamış.. (Kaldı ki, bizzat F. Gülen, daha 6-7 ay öncelerdeki bir konuşmasında, beddua etmenin kabul edilemezliğini belirtip, bedduaların gayretullah’a dokunacağını, dönüp kişiyi vuracağını da söylemek gibi kendisinin bugünkü haliyle yaman bir çelişkişe düştüğünü göstermiş ve bugün, aklına gelen ilk sözün neredeyse beddua etmek olduğunu hatırlamıyacak bir kin sarmalı içine içine düşmüş iken..)

İşte bu noktada, Arınç’ı anlamak zor.. Hatırlanacağı üzere, daha iki hafta öncelerde de, ‘Muhterem hocaefendi, bir konuşma yapsa, memlekete huzur gelir..’ diyerek, kendisine aid vazifeyi başkalarından bekleyen ve bir yönetici açısından, ancak acziyet ilâmı sayılabilecek ve annesi tarafından dövülen çocuğun, dövüldükçe anasına sığınması gibi bir tuhaf tavır..

Hem, yine beddualar ettiğinden söz edeceksin, hem de onu tartışmaların içinde tutmamak gerektiğini söyleyeceksin..

Anlaşılır şey değil.. Erdoğan ise, ‘Ben böyle bir insana saygımı kaybettim; böyle bir insana saygı duyarsam, kendime saygısızlık yapmış olurum..’  demekte.. 

Arınç, hâlâ, ‘hocaefendi’sinden, "Söyleyecek tek cümle var, 'Bu tuzakları kuranlar bizden değildir, bu dinlemeleri yapan, iftiraları atan, bu montajları yapan bizden değildir. Bizim hükümetle bir meselemiz yoktur. Biz Türkiye'nin selametini istiyoruz ve kim ki bize mensub olduğunu iddia ederken bu işleri yapmışsa onu reddediyoruz' dese, mes’ele kalmayacak bizim açımızdan. Ama, bu yapılmadı." demeyi de ihmal etmiyor. Hâlâ, boş ümidler, ham-hayaller.. Ve de ülkenin huzurunun sağlanmasını, en hafifinden bir klinik vak’a olan kişinin dudağından çıkacak sözlere bağlayışlar..

Erdoğan, 11-12 yıllık başbakanlığının ancak son üç senesinde, -o da ancak, anayasa değişikliğiyle kanûnî zeminleri oluşturduktan sonra -  biraz biraz insan hak ve özgürlükleri konusuna eğilmek imkanı bulabilmişken; Arınç’ın ’Hocaefendi’si ise, tam da bu son üç seneyi insan hakları ve özgürlüklerinin kısıtlandığı dönem olarak niteleyebiliyor, siyaset mühendisliğine soyunmuşluğunu tekrar sergiliyor ve “Demokratik talepler, çevre duyarlığıyla masumane bir şekilde başlayan eylemler oldu. Hoşgörüyle yaklaşılabilirdi. Gidilip nabızları tutulup dertleri dinlenebilirdi. Tam tersine şiddetle bastırıldı. Oraya yapılacak bir AVM, bir damla kan eder miydi?” ifadelerini kullanabiliyor; ve, ya, o oyunun niçin ve nasıl tezgahlandığını bilmiyor; ya da bilmezlikten geliyor, konuyu bir AVM mes’elesi olarak göstermeye kalkışıyordu..

Mâdem ki öyle, demezler mi insana; ’Efendi, siz İsrail’i otorite olarak kabullenmişken ve geçmişte, generallere selâm durup, okullarınızı, dershanelerinizi devlete vermeye amâde olduğunuzu açıklamışken; şimdi n’oldu da, bir örgütünüzün veya hattâ Cemaatinizin maslahat ve menfaatleri için, 80 milyonluk dev nüfuslu bir ülkeyi böylesine gerilimlere sürüklemekten çekinmiyorsunuz. Allah huzurunda sorumluğunuzu düşünmüyor musunuz?

Bir müslümana fir’avun ve tımarhanelik benzetmesi yaparken, en ağır bedduaları ederken, geçmişte kimlerini önünde nasıl eğilip büküldüğünüzü hatırlamadınız mı?

Ve değer miydi, 90 yıllık kemalist-laik rejim boyunca hep ağır baskılar altında kalmış müslüman bir halkın ilk kez, 10 yılı aşkın bir süredir, sırf müslüman olduğundan biraz rahat edebildiği bir döneme böylesine karşı çıkıyorsunuz ve cemaatinize de, bu millete 90 yılın bütün laik baskılarını yaşatmış olan partileriyle işbirliği yapmaları ve onlara oy / destek verilmesi çağrıları yapabiliyorsunuz, değer miydi?’

Evet, böyle denilse, ne derdiniz, F. G. Bey!!..

*

Yâ Rabb, aklımızı Sen koru!.

haksöz