Öylesine sıradan bir gün/Haset için hasat günü/ Fatma Barbarosoğlu/ Yenişafak
Hava yağmurlu ve soğuk. Avrupa yakasında kardan nasibini alan semtler oldu ama, Anadolu yakası çatılara serpilen un misali nasiplenebildi 2019’un ilk karından. Yağmakta olan daha ziyade sulusepken. Yağmura ve soğuğa rağmen çiçekçi Şenay, tezgahının başında bekliyor. Yüzünde bitimsiz tebessüm. Bir elinde telefon var, öteki eli parlak balonları tutuyor. Konuşmasına ara verdiğinde “Oğlun yok mu yanında?” diyorum. “Evde bıraktım, hava soğuk.” Evlerini, evde bıraktığı oğlunu, oğlunun gün boyu nasıl vakit geçirdiğini hayal ediyorum.
Yürüyorum. Ne zaman böyle soğuk bir günde yürüsem merhum Necip Fazıl’ın “Kaldırımlar” şiiri zihnimi istila eder.
Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum/Sanıyorum her köşe başını kesmiş devler.
Köşe başında kim bilir hangi iç darlanması ile kendini dükkanın önüne atmış, elindeki kırmızı kupadan kahve içen; kahvesine sigarasını katık eden; sigarasını, yalancı emziği öfkeli bebek misali geveleyen adam... Halini hatırını soranlara “N’olsun, iş yok” diyor. “Bir de hava soğuk oldu mu?”
Çöp kutusunun kenarındaki, devasa salyangozu görüyor, başına inatla kapüşon takmayan 12-13 yaşlarındaki çocuk. Kulakları soğuktan morarmış. Annesinin “Kapüşonunu tak” ikazını umursamaz bir eda ile savuşturuyor. “Bi şey olmazzz anneeee.” Üçüncü bişeyolmazzzı yarım kalıyor. “Hiç bu kadar büyük bir salyangoz görmemiştim. Fransızların pişirip yediği bu mu?”
“Sen nerden duydun salyangoz sever Fransızları!?” diyor anne.
Kadının “Sen nereden duydun Fransızları?” cümlesini duyan bir grup lise öğrencisi, ğ harfi barındıran kelimeleri sıralıyorlar art arda. “Fığansığları heğkez duğdu. Duğmağan kağmadı.” Bir söyleyip bin gülüyorlar.
Çocuk heyecanla tekrarlıyor. “Hiç bu kadar büyük salyangoz görmedim şimdiye kadar.” Yere çömelip yakından bakmaya çalışıyor. “İyi öyleyse” diyor annesi “sen ve devasa salyangozun burada bekleyin, bişey olmaz.”
Çocuk kapüşonunu başına takarken bağırıyor “Tamamanneeee.”
“Tamamanneee” dendiğine göre bir şey isteyecek belli. Yanılmıyorum. İstek geliyor. “Anne bu salyangoz benim olabilir mi? Yani benimle eve gelebilir mi?”
Anne her dakika her yerde stand up yapan acemi tiyatrocu performansına hiç ara vermiyor. “Akşama tarhana çorbası var de. Belki gelmek istemez. Belki daha özel şeyler yiyeceği bir yere gitmek ister.”
Annesi ile oğlunu salyangoz pazarlığının başında bırakıp balıkçıya doğru ilerliyorum.
İki balıkçının önü de tenha. Bir kaç hafta önce, bu aralar balık restoranlarının müşterisi azaldı mı ne diye düşünürken... Herkes balığını evinde mi pişiriyor acaba diye sorarken; bugün balıkçının başında in cin top oynuyor. Geçen yıl bu vakitler balık restoranlarının önünde kuyruk olurdu. Soğuğa rağmen kuyrukta beklerdi insanlar. Sanki bedava dağıtılıyormuş gibi.
Balıkçı ile yeşillikçi yan yana. Malum balık alan ille roka, tere, turp, kıvırcık alır. Kıvırcık almak için beklerken bir İngiliz aile dikkatimi çekiyor. 70’li yaşlarını süren karı-koca ve 25-30 yaşlarında, kızları olduğunu tahmin ettiğim hamile bir kadın. Yüzlerindeki ifadeden, hayat hikayelerini, burada ne aradıklarını bulacakmışım gibi iz sürmeye çalışırken yakalanıyorum. Londra’da bu meraklı bakışın bir adının olduğunu öğrenmiştim: Türk bakışı. Uzun yıllar İngiltere’de yaşamış arkadaşım uyarmıştı. “Öyle gözünü dikip bakma.”
Kaderde “Türk bakışı” ile yaşadığım semtte yakalanmak varmış. Yaşlı kadına tebessüm etmeye çalışıyorum. Görmeyen bakışlarla bakıyor. Sanki bana bakmaz gibi. Peki öyle olsun.
Yürüyorum ama şairin dediği gibi değil. Dört bir tarafıma bakarak yürüyorum. Bir marketin önünde mola veriyorum. Küçük bir kızın “Aa anne domates ne güzel” diyen sesi beni domateslere yönlendiriyor.
Annesi, bilinçli anne! “HAYIR, domates alamayız. Mevsimi değil!” “Sağlıklı nesiller, bilinçli anneler” diye bir cümle, reklam spotu gibi dönüyor zihnimde... Derken, anne karpuzları görüyor tezgahta. “Aaa karpuz çıkmış. Biz taşıyamayız ama, çok büyükler. Babana telefon edelim o gelirken alsın.”
Domatesin mevsimi değil, ama karpuzun tam mevsimi! Bilinçli annenin bilinci kendi sevdiği şeyle karşılaşıncaya kadarmış meğer.
Yukarıdaki tanıklığımı sosyal medya hesabımdan paylaşıyorum akşamın geç bir vakti. Sosyal medya hesabı olan herkesin haftanın bir kaç günü “ulusal kahvehane kültürü”ne dahil olma saatleri var. Birlikte yaşamanın dijital versiyonu diyebilir miyiz sosyal medya hesabına? Cevabımızın olumlu ya da olumsuz olması, hesabın sahibi ve takipçileri ile yakından alakalı.
Yıl 2019, aylardan Şubat, günlerden Pazartesi, bir kaç saatin tanıklığı “sıradan bir gün” olarak böylece geçmiş olsun kayıtlara diye düşünürken, gökyüzüne bakmadığım geliyor aklıma.
Gökyüzüne bakmadan yattığım günler kabus görüyorum. Gün ile son vedamı gökyüzüne bakıp yapacakken, hediye gönderilmiş kitapların yer aldığı koli çarpıyor gözüme. Gözümü kapatıp bir kitap seçiyorum. Seçtiğim kitaptan rast gele bir sayfa açıyorum. Kitabın adı Birlikte Yaşamak Ahlakı, yazarı Prof. Dr. İbrahim Hilmi Karslı. Rastgele açtığım sayfada karşıma çıkan bahis: Cömert olmak.
Cömertliği öldüren nedir? Cevap veriyorum: “Paylaşmak”. Nasıl oldu da “paylaşmak” cömertliği öldüren bir şey oldu? Sosyal medya ile.
Yediğini-içtiğini, aldığını-sattığını, dost ziyaretini, ana-baba duasını, eşine muhabbetini, çocuğuna şefkatini ve ilgisini “paylaşanlar”, israf kalesinin burcunu bayraklarla donatıp haset için hasat hazırlıklarına gark oluyorlar.
Prof. Dr. Karslı, “Cömertlik insanları birbirine yaklaştırır, cimrilik uzaklaştırır” diyor.
Sosyal medya günlerinde birbirimize yaklaşa yaklaşa uzaklaşıyoruz. Bu yeni bir uzaklaşma türü. Ne ki fark etmiyoruz.