Haklar diskurunun paradoksal bir dil üzerinden okunması tesadüfi değildir. Önce nasıl bir dilden bahsettiğimizi açıklayalım. Evrensel insan hakları söylemi, herkesin aynı haklar ve imtiyazlar üzerine doğduğunu, bu dünyaya gelmekle başlayan bir “garanti edilmişler” öldüğünü iddia eder. Buna göre, her bir yaratılan insanın, hayatta kalma, hayatını idame ettirme, haysiyetiyle yaşama, sığınma, savunma, güvenlik ve hayatın akla gelebilecek her alanında hakları vardır. Amerikan sisteminde bunlara kopartılamaz, yok varsayılamaz haklar denir ki, anayasalarında Allah vergisi ifadesiyle birlikte kullanılırlar.
Bu teorik perspektif herkese eşit, aynı miktarda haklar pastasını paylaştırırken sanal dünyadan gerçekliğe geçişte bu adaletliliğini muhafaza edemez. Zira reel olan teorikten çok daha karmaşık ve kaygan bir zemindedir. Teoride çizdiğiniz semaları, şekilleri çok düzgün sınırlarla çizerken mesela, gerçek dünyada bunu başaramazsınız. Teoride kullandığınız kalın ve diğerinden ayrıştırıcı hatları, gerçek dünyada kalem çizgileriyle ifade edemezsiniz. Teoride renkler ve kalınlıklar kullanabilirseniz de gerçeklikteki duygu ve kokuyu yansıtamazsınız. İnsan olmadan kaynaklanan merhamet, anlayış, müsamaha, öfke, gerginlik ve acı gibi ruh hallerini teoride hangi mizanda kaç kilo, gram olarak ölçebilirsiniz ki…
Teorik olarak vaaz ettiklerimiz pratikte uygulanamaz. İşin özü budur. Teori teorik olduğu için teorikte kalır zaten. Gerçekle arasında hep bir mesafe olacaktır. O zaman teori ne işe yarar diye düşünenlerimiz olabilir, haklı olarak. Ona cevap şudur: teorik olan gerçek olanı yani reeli, hayatı anlamamıza, daha iyi idrak etmemize bir miktar katkı sağlar, öğrenmemizi kolaylaştırır, prensiplere bağlı bir yapısal formata oturtur. Bu nedenli faydalıdır, o ayrı bir konu, ama bu iş böyledir.
Şimdi hayatı bize zehir etmek demekle, haklar diskurunun ne alakası olduğunu izah edeyim. Bu dilin paradokslar içerdiğini söylemekle aslında hakların herkese “eşit” olarak verilemeyeceğini de kabullenmiş oluyoruz. Şöyle bir dünya yok mesela: herkes bütün istediklerini, istedikleri miktarda yahut diyelim ki, eşit miktarda alıyor ve aynı oranda da mutmain oluyor. Oysa teoride tam da böyle olduğu iddia ediliyor.
Bunun en basit güzel örneğini, içinden geçtiğimiz yaz aylarında akşam vuran serinlikte gidilen bir çay, kahve, restoran ortamında içeride oturmak yerine dışarıyı tercih eden birçoğumuzun hayatında görebilirsiniz. Sigara içmeyen “Bizler”, ağzına sigara koymamış “Bizler” sağdan, soldan, yukarıdan, aşağıdan dört bir taraftan sarıp sarmalayan sigara dumanıyla boğulmaktan ne yediğimizi, ne içtiğimizi, ne de ettiğimiz iki çift lafı anlayabiliyoruz. Öksürük, üstüne öksürük de cabası… Bunun bir diğer adı da insanı içeri hapsetmek...
yeniakit