Sonunda beklenen oldu ve AK Parti’nin Cumhurbaşkanı adayının Tayyîb Erdoğan olduğu açıklandı.
Bu süreci, Tayyîb Bey’in ilginç şekilde yönettiği söylenebilir. Çünkü, onun, medya mensublarının yoğun yorumları karşısında onlara, ‘Ters köşeye yatabilirsiniz..’ mesajı vermesi bile, kamuoyunda günlerce, ‘Yoksa, bir başkası mı olacak?’ sualini gündemde tuttu. Hele bazılarının, ‘Gül- Erdoğan arası bir kapışma’ beklentileri ise, mümin ferasetiyle, hamdolsun havada kaldı; birileri avuçlarını yaladı.
Erdoğan’ın 1 Temmuz günü yaptığı ve 'Âlemlerin rabbi Allah’a hamd olsun. Mülkün sahibi Allah’tır. Zaferin sahibi sadece ve sadece Allah’tır. Bu davayı bu hareketi bu mücadeleyi işte bugünlere eriştiren rabbime sonsuz hamdü senalar olsun. (...) Ya Rab sen ki kullarının hareketini takdir ettin, senin iznin olmadıkça hiçbir şey hareket etmez. Bizim hareketlerimizi doğruluk üzre kıl. Yarab bizim göğsümüzü genişlet, hayır işlerimizi kolaylaştır. (...) Bugün bir güzel yolculuğa hazırlanıyoruz. Bizi kibirden muhafaza et Yarabbi.. Bizi, ailemizi, bütün yol arkadaşlarımızı yolların tuzaklarından koru Allah’ım. Selçuklu Sultanı Alparslan gibi kefenimizi giyerek, Kudüs Fâtihi Selahaddin Eyyübi gibi zaferin kılıç ve atlarda değil Allah katında olduğuna inandık. Sen ki her şeye gücü yetensin, bu mübarek günde dileğimiz odur ki bu milleti bir kez daha zaferle müjdele ya Rabb. Bugün çıktığımız kutlu yolculuğu Türkiye için, milletimiz için hayırlara vesile eyle ya Rabb. Amin, amin, amin.. ’ duasıyla başlayıp; ‘Bu bir hâtime değil, inanıyorum ki bir Fâtiha’dır, bir açılıştır. Onun için diyorum ki, ’Esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın adıyla, o Rahman’dır, Rahîm’dir. Ancak Sana ibadet eder, ancak Senden yardım dileriz. Bizi doğru yola ilet. Bizi kendisine nimet verdiklerinin yoluna ilet. Gazaba uğrayanların sapkınların yoluna değil...’ niyazıyla, Fâtiha sûresinin türkçe meâlini okuyarak bitirdiği konuşmadaki, özellikle bu giriş ve bitiş cümleleri, daha önceleri, öyle bir makamdaki bir başka müslüman tarafından ve kolay kolay dile getirilecek cinsten değildi.
Nitekim, bir marksist kişi, ‘İddia ediyorum ki, laik cumhuriyet, Tayyib’in zamanında Osmanlı’dan daha İslamcı bir çizgiye geldi..’ diyordu, yazısında.. Bu değerlendirme, tartışılabilir, elbette, ama, ifadesi bile düşündürücü..
Esasen, nasıl bir ideolojik çizgide olduğu bilinen CHP Gen. Başkanı Kılıçdaroğlu’nun, bula-bula, Ekmeleddin İhsanoğlu’nda karar kılması da o zannın bir diğer yansıması.. Evet, düşündüler -taşındılar, kendi adaylarını gösterseler, alabileceği en fazla oy yüzde 30’ları aşamıyacak; o zaman, belki MHP ve Meclis’te temsil edilemiyen küçük partilerin kırıntı oylarıyla tabloyu değşitirebiliriz hayaline kapıldılar.
Tayyib Erdoğan’ı hele de son bir yıldır, özellikle de Gezi Hadiseleri’nden bu yana takındığı kararlı tutumundan dolayı diktatör olmakla suçlayan anamuhalefet lideri, en yakın çalışma arkadaşlarına bile sormadan, onların fikirlerini almadan ve Türkiye’nin sosyal bünyesinin dinî eğilimli veya en azından muhafazakâr bir yönde olduğunu hissetmiş olmanın etkisiyle, ve fakat bu kendi laik-solcu parti bünyesine kabul ettiremiyeceğinin korkusuyla olsa gerek; İhsanoğlu isminde karar kılmış ve onu gizlice MHP’ye teklif etmiş ve kabul görmüştür.
Bu açıdan bakıldığında, CHP’nin siyaset uğruna girmeyeceği kılık olmayacağını sergileyen Gen. Başk. Yardımcıları’ndan Muharrem İnce, İhsanoğlu’nun aday gösterileceği konusundan kendisinin de haberdar edilmediğini ve bu durumu eleştirdiğini dile getiriyor ve amma, ‘şimdi konu, İhsanoğılu’nun seçilmesi değil, Tayyib Erdoğan’ın seçilmesini önleme meselesidir’ diyordu.
Tam bir mizah, yani..
Hani, Temel ve Dursun’un ikisi de birbirlerinin yakınlarını öldürmek suçlamasıyla idâma mahkûm olurlar, hükmün infaz merhalesine gelinir.
Âdet olduğu üzere, Dursun’a, ‘Son isteğin nedir?’ diye sorarlar, Dursun ağlar ve ‘Anacuğumi cormek isterum..’ der.. ‘Tamam, o kolay..’ derler.
Sonra Temel’e sorarlar: ‘Senin son isteğin nedir?’
Temel de, ’Benim son isteğum da Tursun’in anacuğuni corememesidir!’ der.
Şimdi, Türkiye’deki muhalif parti ve grupların tek hedefi, Tayyib’in seçilmesini önlemek..
Laiklerin, halkımızın inanç dünyasıyla ilgilerinin seviyesine ve kültürel sefaletine bakınız ki, Mumcuzâde Ö.M. gibiler, bu duadan, ‘Tayyib Erdoğan’ın Allah’ı bile seçmen zannettiği’ zehabına bile kapılmışlar.
*
Ama, özellikle Penssylvania Şeyhi’nin müridleri, Tayyîb Erdoğan’dan âdetâ bir şeytan heykeli traş etme çabalarını sürdürüyorlar. Nitekim, o cemaatin uluslararası plandaki sesi olan bir ingilizce gazete, üç cumhurbaşkanı adayını tanıtmak bahanesiyle, öyle bir Erdoğan fotoğrafı kullanmıştı ki, düşmanlığın da bu kadar seviyesizine ‘Pess, yani..’ dedirttirecek cinstendi. Çünkü, İhsanoğlu ve Demirtaş’ın normal fotoğrafları kullanılmışken, Erdoğan için ise, sanki bir yerlere saldırmak isteyen, hınç, hırs, kızgınlık ve gerilim içindeki bir tip olarak resmeden bir görüntüyü kullanmayı tercih etmişti. Halbuki, o gazetenin genel Yayın Md. E. Dumanlı, sık sık, itidal tavsiye eden ve diken dillilikten şikayet ediyormuş gibi.. ‘Bu ne perhiz, bu ne turşu’ sözünü hatırlatacak şekilde ve sûret-i hakk’tan görünecek gözüken yazılar yazmakta.. Ama, gazetesindeki yazarlarından bazıları, açıktan, bazı sûfiyane tavırlarla, birilerinin ölümünü isteyerek, onların ölümünün, günahlarının artmaması için kendi lehlerinde olacağını bile isteyen yazılar kaleme alabiliyor.
Şimdi anlaşılıyor ki, Tayyîb Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçilmemesi için de vargüçlerini kullanacaklar ve bu yolda, hiç bir ahlâkî, şer’î hassasiyete aldırmaksızın saldırılarını sürdüreceklerdir.
*
Bu gibi saldırılar, siyasetin fıtratında var.
Deveye binen, çalının ardına gizlenemez.
‘Âsûde olam (rahat olayım) dersen eger gelme cihane../
Meydana çıkanın başı kurtulmaz seng-i kazâdan (kazâ taşından)..’
*
İhsanoğlu’na gelince..
Tarihçi Prof. Cemil Koçak’ın 28 Haz. tarihli Star’daki yazısını önce ağır buldum.
Çünkü, İhsanoğlu, (CHP’nin 1950’lerdeki Şemseddin Günaltay’ı)na benzetiliyordu.
1908’lerdeki 2. Meşrutiyet döneminin en ateşli İslamcılarından olan Prof. Şemseddin Günaltay, özellikle İslam tarihi konusundaki bilgisi açısından, sanırım, Cum. döneminin bütün siyasetçilerinden ilerde idi ve; 40 sene sonra, 1949’larda ise, CHP’yi kurtarabilir ümidiyle, İsmet Paşa’nın son başbakanlığına getirilmişti.
Yine de, ‘İhsanoğlu, bir Günaltay değildir.’ diye düşündüm. Ne var ki, aynı oyuna gelmek açısından aralarında bir benzerlik olduğunu anlamak için, Prof. Koçak’ın, özellikle, Nihat Erim’den aktardığı bir ‘günlük’ düşündürücü not, yetti.
Prof. Nihat Erim, 40 yıllık CHP’li iken, 12 Mart 1971 Askerî Darbesi’nden sonra, partisinden istifa ettirilip, ‘tarafsız’ (!) hale getirilip Başbakanlık makamına getirilmiş ve 9 ay kadar Başbakanlık yaptıktan sonra istifa etmek zorunda kalmış ve 1980 yazında da, marksist militanlar tarafından tarafından öldürülmüştü.
İşbu Nihat Erim’in 31 Aralık 1949 tarihli günlük notundan aktarılan görüşler ilginç.. Erim, o zaman Şemseddin Günaltay için şöyle yazmış imiş: “Günaltay’ın din adamı olarak tanınması da bizim için istifadeli oldu. Çünkü, esasında Günaltay inkılâpçılığı benimsemiştir. İçyüzü bu olunca, dıştan dindar gösterilmesi, memleketin dindar ve muhafazakâr zümresi -ki hâlâ kütleyi teşkil ediyor- üzerinde lehimize tesir yaratıyor. Bilhassa muhalefet gazeteleri Günaltay’ı böyle gösteriyorlar, karikatürlerini elinde tespihle yapıyorlar. Laiklik bahsinde hiçbir şey feda etmedik. Bilakis, laiklik mefhumunu tam ölçüsünde tatbike geçtik. Meselâ, bugün aynı zamanda kandil; Diyanet İşleri Başkanı’nın kandil için gazetelerde çıkan tebriğini akşam radyo gazetesinde söyleyeceğim. Ortodoks Patriği Athenagoras’ın yeni yıl tebriğini (…) radyo ajans haberlerinde söylettim. Yavaş yavaş tam ölçüye alışacağız. İngiltere’de, Fransa’da pazar günleri kiliselerden radyolar âyinleri naklediyorlar. Din, her zaman anlatmaya çalışıyorum ki, bugün dahi ihmal edilemeyecek bir sosyal vak’adır. Şahsen dindar değilim. Ama böyle bir sosyal vak’ayı ihmal edemeyiz. Hatta daha ileride halk kitlelerini medeniyette geliştirmek için dinden de faydalanacağız. İnönü’ye bunları anlattım ‘tamamen aynı fikirdeyiz’ dedi.’
Yani, Erim’in sıcağı sıcağına yazdığı o notlardan anlaşılıyor ki, Günaltay kullanıştı ve bu kullanılmışlığını anlayamamış, görememişti.
İhsanoğlu, kendisinin de aynı şekilde kullanılmak istendiğinin olduğunun farkına varamadı. İkisi arasındaki bu benzerlik hayıflandırıcı olduğu kadar öğreticidir de..
*
‘Değerlerine ihanet etmemek’ hassasiyet ve sadakati..
Gelelim, Tayyîb Erdoğan’ın adaylığının açıklandığı 1 Temmuz’daki konuşmasına.. O konuşmada, öyle bir hissî tablo daha var ki, Tayyîb Bey’i çoğu siyasetçilerden ayıran, halkın içinden birisi olarak karşımıza çıkaran temel özelliklerden birisi olsa gerek..
Bu bakımdan, onun, 1 Temmuz günü yaptığı konuşmasından özellikle bazı bölümleri özetleyerek de olsa aktarmak, tablonun bakılıp geçilmemesi açısından, sanırım gerekli.. Şöyle diyordu:
‘(....) 1994 yılıydı. İstanbul’da gece gündü koşturuyorduk. İstanbul’un her semtine ulaşmaya çalışıyorduk. Manşetlerin şevkimizi kırmasına müsaade etmiyorduk. Birileri günler öncesinden zaferlerini ilan ederken, biz milletin takdirinin farklı olduğunu hissediyor, koşturuyorduk.
İstanbul’un yoksul mahallelerinden birindeydik. Kalabalığın içinden 7-8 yaşlarında bir kız çocuğu yanıma geldi. Elini uzattı, elimi tuttu. Bunları annem gönderdi dedi. Annem, seçildikten sonra sakın bizi unutmasın dedi, deyip iki tane bileziği elime tutuşturdu. Daha ne olduğunu anlayamadan kendisi de o incecik bileğindeki oyuncak bileziği çıkardı, onu da elime tutuşturdu. Ben daha bir şey söyleyemeden, o yavrucak kaybolup gitti. (...) Ben o gözleri unutmadım. Aradan 20 yıl geçti, o gözündeki parıltıyı umudu unutamadım. (...) Attığım her imzada o gözler karşımdaydı. Gece yorgun başımı yastığa koyarken sabah uyanınca o gözlerindeki heyecan umut o parıltı beklenti hep karşımdaydı.
Ne o gözleri, ne de verdiği mesajı bir an olsun aklımdan çıkarmadım. Annesi seçildikten sonra bizi unutmasın demişti ya. Allah’a hamdolsun, o büyük emaneti, büyük mesajı hiçbir zaman unutmadık, unutmadım. Biz siyaseti işte o temiz yürekler için yaptık. (…) İstanbul’un işgal edildiğini duyunca, sofrasında yiyecek ekmeği dahi yokken, kolundaki bileziği, parmağındaki yüzüğü çıkartıp, Pakistanlı kadını hiçbir zaman unutmadık. İslam coğrafyasını hiçbir zaman unutmadık. Siyaseti hep onlar için yaptık. Biz siyaseti maden ocaklarında helal rızk peşindeki işçi kardeşlerimiz için yaptık. İstanbul Sultangazi’deki, Ankara Altındağ’daki, Diyarbakır’daki Türkiye’deki tüm kenar mahalleleri için yaptık. Dicle’nin kenarında koyunları kurtlar kapıyordu. O büyük emaneti omuzlamak için siyaseti yaptık.
Diyarbakır Cezaevi’ndeki işkencelerin, Metris’teki adaletsizliğin hesabını sormak için siyaset yaptık. Başörtülü olduğu için üniversiteli kapılarından döndürülen gözü yaşlı kızlarımız için siyaseti yaptık. Cezaevinde çocuğunu ziyarete giden, ana dilini konuşması yasak olan evladıyla sadece bakışarak sohbet etmek zorunda kalan ciğeri yanık anneler için siyaset yaptık.
Yoksul olduğu için insan yerine konulmayan adam gibi adamlar için siyaset yaptık. Okulda mahkemelerde itelenen o temiz yürekler için siyaset yaptık. Gurbette unutulan vatandaşlar için, Balkanlarda terk edilmiş vatandaşlarımız için, Filistin için, Mısır için, Somali için, Afganistan’ın mazlumları için siyaset yaptık.
(…) Daha ilk gençlik yıllarımızdan itibaren bizi anlamayanlar, anlamak istemeyenler, tahkir edici sıfatlarıyla bizi denklemin dışında tutmak istediler. İmam hatip’te okuyoruz diye bizi tahkir ettiler. Sizden ancak ‘ölü yıkayıcısı’ olur dediler. Bize ‘mürteci’ dediler. Namaz kılıyoruz diye ‘gerici’ dediler. Bu milletin içinden geliyoruz diye, evine ayakkabısını çıkararak girenlere, sofraya diz kırarak yemeğinin başına geçenlere, evet farklı gördüler ve ‘gerici’ dediler.
Bu toprakların değerlerini savunuyoruz diye farklı gözle baktılar. İnancının gereği başını örten eşlerimize, kızlarımıza, bacılarımıza hayatı dar ettiler. Mücadelemiz yükseldikçe saldırılarını artırdılar. Kimi zaman partimizi kapattılar, kimi zaman şiir okuduk diye hapsettiler. Muhtar bile olamaz diye manşet attılar. Başbakan olamaz dediler, cumhurbaşkanı seçemez dediler.
(…) Şunu bütün kalbimle ifade ediyorum. Biz başkalarının bize ne dediğine bizi nasıl tarif ettiğine bakmadık. Biz başkalarının kaplarında kalıplarında eriyenlerden olmadık. Yaranmanın kendimizi kabul ettirmenin derdine düşmedik.
Diklenmeden dik durduk. Ağır başlı olduk, soğukkanlı olduk sabrettik. Allah’ın yardımı ne zaman diye soruların sorulduğu dönemde, ’Sabredin, Allah’ın yardımı yakındır..’ diyenlerden ve buna inananlardan olduk.
Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer olduğuna inandık. Göklerin üstünde bir karar olduğuna inandık. Her yenilgiyle daha da bilendik. Onlar dışladılar, biz daha da azmettik. Her darbeyle daha da güçlendik. Tüzüklerle manşetlerle çarpışarak, darbelere göğüs gererek büyüdük. Kriterimiz her zaman hak oldu. Kimin ne dediğine değil milletin ne söylediğine baktık.’ (...)
200 yıldır bizi tarihimizden koparmak istediler. Ecdadımızdan koparmak istediler. İddialarımızdan vazgeçmemizi istediler. Herkesin karşısında el pençe divan durmamızı istediler. Bir kalıba girmemizi istediler. O kadar ileri gittiler ki, Türkiye’de gündem belirlemek, kibirle parmak sallamak istediler. İşte biz siyasi tarihimiz boyunca korkmadan çekinmeden siz kimsiniz sorusunu sorduk.
Evet, siz kimsiniz? İçerde ve dışarda siz kimsiniz? Bize tepeden bakma, kibirle bakma cüretini nereden buluyorsunuz? Biz halkız. Biz Alparslan’ın, Süleyman Şah’ın Osmangazi’nin torunlarıyız. Biz Fatih’in, Yavuz Sultan Selim’in mirasçısıyız.’ (...)
Türkiye Cumhuriyeti’nin 11’nci cumhurbaşkanını seçmeye hazırlanırken, karşımızda vesayetin ve statükonun soğuk yüzünü bulduk. Bize milletin partisine cumhurbaşkanı seçtirmek istemediler. Hukuku katleden yorumlarla seçimi bir kaos ve krize çevirmek istediler.
Cumhurbaşkanının meclis tarafından değil halk tarafından seçilmesi basit teknik bir değişiklik değildir. Bu sadece yöntemin değişmesi değildir. Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi bir tarihin vesayetler tarihinin bu ülkede kapatılmasıdır.’
*
Bu sözleri dinleyince, 1995 yılında, yurtdışındaki bir karşılamaşmamızda, birkaç gece, saatler boyu süren sohbetimizde, onun dile getirdiği sözleri ve o sözlerine sadakatsizlik göstermediğini bir daha hatırladım. Belki her istediğini yapamadı, yapamazdı da; ama, evet, o sözlerinin özeti olan şu cümlelere hep bağlı kalmak dikkatinde olduğunu hissettirdi: ’Ben hizmete varım, ama hizmetçiliğe hayır.. Eğer yaptığım hizmetlere, inandığım değerlerin mührünü vuramazsam, hizmetçi durumuna düşmüş olurum..’
*
Bugünler, Tayyib Erdoğan’ın o makamı hakettiğinin sıksa söylendiği günler..
Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta, herhalde, o makamın bir ikramiye veya lütuf makamı değil, bir liyâkat, sorumluluk ve vazife yapma makamı olarak görülmesi olmalıdır.
Nitekim, bizzat Erdoğan da şöyle diyordu 1 Temmuz konuşmasında:
’Bugüne kadar Türkiye’ye aziz milletimize karşı her türlü saldırıya karşı dik durduk. Şunu bilmenizi istiyorum. Bu mücadelenin aynı şekilde kararlılıkla hatta daha da güçlü şekilde süreceğinden kimsenin endişesi şüphesi olmasın. Bizim için cumhurbaşkanlığı makamına çıktığımız zaman orası bir dinlenme makamı asla olamaz, olmayacaktır. Çözüm sürecini bedeli her ne olursa olsun sürdüreceğimizi ifade ettim. Cumhurbaşkanlığımızda da çözüm sürecinin sekteye uğramasına asla müsaade etmeyiz.
Aynı şekilde paralel devlet yapısıyla mücadele, cumhurbaşkanlığımız döneminde çok daha güçlü süreceğini özellikle ifade etmek isterim. Milletin birliğinin yanında ulusal güvenliğimizi tehdit eden tüm girişimlere karşı cumhurbaşkanının birinci derece görevi vardır.(...) Rabbim izin verir, milletim takdir ederse, ülkemiz ve milletimize hizmetkarlıkta artık yeni bir sayfanın kapılarını aralıyoruz. Bir kez daha karar yetki söz ve mühür millettedir. (...)’
Ülkemiz, halkımız ve İslam Milleti için hayırlı bir seçim olur inşaallah..
*
’Tevbeye davet edenler, kendileri tevbe etmeyi niye düşünmezler?’
Bu gelişmeler olurken, Penssylvania Şeyhi ve müridleri ne yapıyor demekten de insan kendisini alamıyor. Çünkü, onlar çoğu kez, bizim inanç değerlerimize paralel bir çizgide geldiler. Ama, cemaatlerinin menfaatlerine dokunulunca veya iktidarı gizliden gizliye kendi ellerine geçirip, başka müslümanlara oyun oynamaya, onları kullanmaya kalkışınca, köprüler harab oldu, ne yazık ki.. Şimdi onların bir kısmı, kendi haklılıklarında ısrar edip, direnmeye çalışırken; diğer bazıları da aldatılmışlıklarını anlatmak sûretiyle, içlerinden çıktıkları ve yıllardır kendilerini ayrı hissettikleri büyük müslüman kitleden ayrı düşmemek için yeniden ana gövdeye dönmenin yollarını arıyorlar. Müsaid zamanda tekrar ortaya çıkmak için, kendileri kamufle etmeye çalışanlar da olacaktır elbette..
Ama, bu ortada özellikle de, Penssylvania Şeyhi tarafından üzeri çizilmiş birisi olarak, H. Gülerce, önemli bir figür.. Son aylarda aykırı, nisbeten mâkul sözler söylediği, hele de 30 Mart seçimlerinden sonra yaptığı açıklamalarla "Uslûbumuzu kaybettik, Hükümet’le savaşa girdik, dialogu bıraktık, çatışmacı dil kullandık!" demiş, sonra da kalemini bırakmak zorunda kalmış, gazetesinden ayrılmıştı. Şimdi, mezkûr kalem sahibi, açıkça, ’Ben de oyumla Erdoğan’ı destekliyeceğim..’ demekti.
Pekiy, Penssylvania Şeyhi ne mi yapıyor?
Birilerini tevbeye davet ediyor..
Bunda ne var, gaayet de güzel..
Amma, acaba kendisi ve müridleri de bu davetin içindeler mi? Bunu anlamak, o Cemaat’in kendi içinde geliştirdiği anlaşma usûl ve uslûbunu bilmeyi gerektiriyor.
Tevbe çağrısı yapanlar da tevbe etmiş midir?
650 yıl öncelerde Hâfız-i Şirazî, ’Bizi devamlı tevbeye çağıranlar, niye bir kez de kendileri tevbe etmeyi akletmezler?’ diyordu.
Ramazan’ın ilk günlerinde, Fethullah Bey’in, kendisine bağlı Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nca tertib olunan bir iftar davetine gönderdiği mesajda söyledikleri ilginçti:
‘(...) ne acıdır ki, bir hayli zamandan beri toplum olarak bir kere daha arzularımızın esiri ve nefislerimizin de köleleri haline geldik... Pek çoğumuz itibarıyla, birer sevgi otağı olan gönüllerimize, kötülük duyguları gelip taht kurdu. Ruhlarımızı nefret ve düşmanlık hisleri sardı..
Allah’a, ülkemize, insanlara saygısızlık ediyor ve affedilmeyecek günahlara giriyoruz. Hatta bazen, bütün bu yaptıklarımızın, bir hizmetmiş gibi alkışlanmasını bile bekleyebiliyoruz... Sanki müstatil bir cinnet içindeyiz ve toplumsal bir şizofreni yaşıyoruz. Adeta zulme doymuyor, tecavüzden utanmıyor ve sürekli günah işliyoruz... Artık bütün bu günahlardan tevbe etme zamanı gelmiş olmalı!... Şayet didaktik bir üslup kullanmak suretiyle hassas ruhları rahatsız etmeyeceksem şöyle seslenmek isterim: Gelin, şu ışıktan günlerin ufkumuzu sarmasını iyi bir vesile sayarak, bütün günahlarımızdan tevbe edelim ve bir arınma süreci başlatalım...
Hâlâ gönüllerimiz, az da olsa, insanî duygularla çarpıyor ve pazularımız da kuvvetli ise, gelin, o heyecan ve o güçle birbirimizi kucaklayalım...
İşin doğrusu, aylardır herbiri bir zıpkın gibi sineme saplanan onca yalan, onca tezvir, onca iftira ve onca şeytanî plân karşısında sükûtu tercih edişimin sebebi milletçe böyle bir tevbeye muvaffak olabileceğimize dair ümidimi koruyor olmamdır...’
Burada, yakınılan mücadeleyi ve nefret söylemlerini önce Fethullah Bey ve etrafı başlatmadı mı, diye sormadan edemiyor, insan.. Hem de gizliden gizliye.. O zaman, burada tevbe etme çağrısı, gerçekten de -kendisi ve cemaati de dâhil- herkese mi yapılmıştır; yoksa, kendilerine karşı çıkanlara yapılmış bir tövbe çağrısı mıdır?
Kalblerde olanları okumaya kalkışmaya gerek yok elbette, ama, kendisinin geçmişte açık beyanlarından, yanlış yaptığına, pişman olduğuna dair açık bir beyanı olmadığına ve müridleri de, hattâ her türlü İslamî hassasiyeti bir tarafa bırakarak Erdoğan’ı vurmak için ellerinden geleni yaptıklarına ve kendisi de onlara çeki-düzen vermediğine göre.. Bu tevbe çağrısı, kendisine karşı çıkanlara, muhalefet edenlere yapılmış gibi bir hiss uyandırıyor insanda..
Daha da ilginçtir, kendisine mânen bağlı gazete, bu mesajdaki, ’Gelin, şu ışıktan günlerin ufkumuzu sarmasını iyi bir vesile sayarak bütün günahlarımızdan tevbe edelim ve bir arınma süreci başlatalım..’ bölümünü vermemiş.. Herhalde ‘yer darlığı’ gibi bir mazerete sığınmazlar. Ama, her cümlesinde keramet aranan bir zatın sözlerinin sadece o kısmının makaslanmasını çok mâsumane bir tasarruf olarak görmek mümkün olmasa gerek..
haksöz