İslamî kimlikleri diğer özelliklerinden önce hatırlanan kalem erbabı arasından niceleri son zamanlarda, öyle hallere giriftar oldular ki, şaşırmamak elde değil..
Ki, bazıları da bu satırların sahibi için aynı şaşkınlıklarını ifade ediyorlardır, elbette..
Buna, hadiselerin rüzgârıyla savrulmak diyenler de olabiliyor.
Ama, pergel örneğini hatırlamak iyi bir çare..
Bir ayağı, aslî değerlerine raptedilmiş durumda, diğer ayağıyla dünyayı dolaşmak ve dünyada olup bitenleri bu şekilde yorumlamaya çalışmak..
Bu durum herhalde, her türlü eleştiri veya tavsiyeye kapanıp, kemikleşip kalmaktan daha iyi..
Bir eski arkadaşımız ki, geçmişte, ’Böyle, salya-sümükle İslam mı anlatılır?’ diye yazıya döktüğü ağır eleştirilerle karşı çıktığı bir kişiden şimdi bir ayrı ve yüksek şahsiyet yontmakta..
Ve bu arkadaş, C. Başkanı Abdullah Gül’ün geçen ay İtalya’ya yaptığı gezi sırasında, Gül’e söylediğini belirttiği önerisini 10 Nisan tarihli yazısında da dile getirdi.
Şöyle diyordu:
’... Türkiye hâlâ resmi düzeyde darbecileri kızdıracak işler yapmanın dışında bir şey yapmıyor. Roma gezisinde Sayın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e ‘devlet adına’ ve ‘devlet başkanı sıfatı’yla Mısır’a gezi düzenlemesini önerdim. Hükümet tansiyonu biraz düşürür de Cumhurbaşkanı bölgenin iki kardeş ülkesi ve devleti adına Kahire’ye bir ‘iyi niyet’ gezisi düzenlerse bu hem darbe sürecini hafifletecek hem Müslüman Kardeşler’e bir ümit ışığı yakacaktır. Ortadoğu’da otokrat liderler, diktatörler çok acımasızdır, bir kere geldiler mi kolay kolay gitmezler, zulümlerini katmerleştirerek sürdürürler. Suriye’de yaşanan vahşet, Mısır’daki dram bunun göstergesidir. Hiçbir bölge ülkesiyle iletişimi kalmamış Türkiye, bu tutumuyla bölgede daha büyük acıların yaşanmasına sebebiyet veriyor. Dış politika dün İttihatçı zihniyetin provokasyonuna maruz kalmıştı, şimdi dünyayı ‘Obama, Putin ve Erdoğan’ yönetecek deliliğine teslim oluyor.’
Evet, gelinen nokta bu.. Nasıl değerlendirirseniz, değerlendiriniz..
Hayret ettirici bir durum..
Düşünebiliyor musunuz?
T.C. devlet başkanı, Mısır’da, bir askerî darbeyle iktidara gelen bir darbeci generalin ayağına gidecek ve onunla durumu normalleştirmenin yollarını konuşacakmış.. Kendisini Mareşal ilan ettiren ve darbesini demokrasinin tamiri diye kutsayan Amerika tarafından teyid edildiği için, Amerikancılığı da açık olan bir darbeci generale gidip, onunla görüşmekten meded uman bir anlayış..
Böyle bir teklifi dile getirecek kadar diplomasiden habersizliği bir tarafa bırakın, bir müslümanın izzetine ziyan getirecek böyle bir davranışın nasıl dile getirilebildiğini ve bunun için hangi maslahatın gözönünde bulundurulduğunu anlamak da, zorun zoru..
Aynı anlayışla, yarınlarda, Gül’e, ’Beşşar Esed’e git, ona Türkiye’nin yanlış yaptığını söyle, özür dile..’ de demiyecek midir?
Geçelim..
*
Bir diğer hayreti de Hayri Hoca yaşattı, nicelerine..
Hayri Kırbaşoğlu, daha çok da ’Ankara Okulu’ diye anılan ve aynı çizgideki ilâhiyat prof.ları arasında, en dikkatli, ağırbaşlı ve en temkinli birisi olarak bilinir(di).
Hayri Bey, hakkındaki bu hüsn-i zannı 13 Nisan akşamı HT’de katıldığı ’İslam ve Ahlâk’ konulu bir proğramda, ’kendi eliyle parçaladı’ denilse yeridir. Çünkü, orada söyledikleriyle, epeyce bir kafa karışıklığı içinde olduğunu sergiledi. Güney Kore, İskandinavya ülkeleri vs. gibi, ekonomik açıdan doygunluk içindeki coğrafyaların toplumlarını, yolsuzluk, rüşvet ve benzeri konulardaki uygulamalara bakarak, müslüman coğrafyalarındaki toplumlardan daha ahlâkî göstermesi ve müslüman coğrafyalarının tepesine çöreklenmiş olan fâsid ve fısq’u fücûr içindeki yönetici kadrolara, krallara, meliklere, hanedanlara, şeflere, diktatörlere, zorbalara bakarak, o ülkelerin bütün müslüman halkları hakkında, ’daha geri bir ahlakî hayat tarzı içinde oldukları’ mânâsını taşıyan bir genelleme yapması şaşırtıcı ve temelden yanlıştı.
Kırbaşoğlu’nun, sözünün daha girişini bölümünde, (merhûm) Ali İzzet Begoviç’ten ’bilge müslüman’ diye değil de, -merhûmun herhalde hiç hoşlanmıyacağı bir deyimle- ’bilge kral’ diye sözetmesinin de yadırgatıcı olduğunu ifade etmeliyim.
*
Proğramın diğer konukları Hamza Türkmen ve Prof. Caner Taslaman idi. Sunucu ise, Pelin Çift isimli hanım idi. (Bu hanım, zaman zaman ilginç konuları, ilginç kişilere tartıştırıyor ve kendisi de epeyce bir hazırlık yaptığını sergiliyor. Ancak, en azından ele aldığı konuların ciddiyet ve ağırbaşlılığına paralel bir kıyafet kullanmayı ve hattâ göğüs dekoltesini sergilemek gibi yanlışlardan sakınmayı akledememesi tuhaftır. Bunu herhalde kendisi de hissetmiş olmalı ki, ahlâk mevzuu tartışılırken, üzerindeki yarı şeffaf bluzu göstererek, ’Giydiğim bu bluz bile, ahlâksızlık olarak nitelendirilebilir..’ diyordu. Bunu bizzat kendisinin, önem vermezcesine dile getirmesinden, bu konuda, ele aldığı konulara gösterdiği kadar bir ciddiyetinin olmadığı da çıkarılabilirdi; bunu gözönünde bulundurması gerekirdi.)
*
Sözün daha başında Kırbaşoğlu, hem ’kimin müslüman olduğuna veya olmadığına karar vermeye kimsenin yetkili olduğunu düşünmüyorum’ derken, hem de Türkiye’de geçmiştekilerin ’müslüman olmadıkları’nı imâ edercesine, müslümanların iktidara geldikleri ve geçmişte kendilerine baskı ve zulüm yapanlara mukabil bir zulüm uygulamaları yaptıkları’ mânâsını yansıtacak şekilde sözler etmesi ilginçti. Onun, Türkiye’de ’müslümanların iktidarı’ dediği bu dönemde, ateistlere ve alevîlere baskı yapıldığını söylemesi provokatif merkezlerin propagandalarının tekrarından başka bir şey değildi, yazık ki.. Çünkü, geçmişte olmayıp da, şimdi ve devlet siyaseti olarak yürütülen bir siyasetin gereği olarak böyle bir baskıdan sözedebilmek, gerçekten de mümkün değildir. Ama, Hayri Bey’in ’müslümanların iktidarı’ diye nitelediği bu dönemin hele de ilk 8 -10 yılında bile müslüman insanların inançlarına nasıl baskılar yapıldığını hatırlamaması, ve bırakınız başka örnekleri, bizzat Başbakan Erdoğan’ın refikası Emine Hanım’ın bile, askerî mekanlara ve GATA gibi askerî hastahanesindeki bir hastayı ziyaretine, sırf tesettürlü olduğu için alınmayışı yaşanmışken; ateist ve alevî denilen kimselere bir baskı ayırım uygulandığından sözetmesi, gerçeklerini çarpıtılmasından başka bir şey değildir.
Keza, Kırbaşoğlu’nun Mısır’da bir yılı bulmadan askerî darbeyle devrilen İkhwan-ul’Muslimîyn ve Muhammed Mursî yönetiminin de, kendileri gibi olmayanlara bir çok baskılar uyguladığını iddia etmesi, açık bir bühtandan başka bir şey değildi. Nitekim, Hamza Bey’in ’Hangi baskılar uygulandı?’ şeklindeki itirazını duymazlıktan gelerek geçiştiriyordu.
Hayri Bey, İslam ve müslümanların farklı olduklarını unutarak, değerlerle olgular arasındaki farkı görmezden geliyor, ’dinde zorlama yoktur..’ âyetine rağmen, müslüman olmayanlara ağır baskılar yapıldığından sözediyordu.
*
Prof. Caner Talasman’ın ise, bir çok müslüman ülkesinde, ulus-devletlerin kuruluş sürecinde, sekülerleşleme hareketlerinin tepeden inmeci olduğuna dikkati çekip, o toplumlara bazı yasaların zorla dayatılmasına değinirken, Tunus gibi örnekleri (herhalde Habib Burgiba zamanı Tunusu’ndan sözediyordu) zikretmesi ve o zorbalık uygulamalarının Türkiye’de de kısmen görüldüğünden sözetmesi çok ilginçti.
Ne demek ’kısmen..’?
Hiç bir müslüman toplumunda, toplumun temelden değiştirilmek istenmesi konusunda Türkiye’de gerçekleştirilen kemalist-laik zorbalıklar derecesinde bir jakobenist- tepeden inmecilik örneği yok iken, ve hemen bütün müslüman coğrafyalarındaki diktatöryal çözümlere örnek teşkil eden Türkiye’deki bu zorbalıkların ’Kısmen..’ diye bir hafifletme cümlesiyle geçiştirilmesi gerçekten tuhaf ve ilginçti.
*
Kırbaşoğlu’na dönelim yine.. Hayri Bey, alevîlik konusunu sözün başında kendisi açmışken, ve konu Suriye Buhranı’na gelince, Hamza Bey’in, -’Dersim Katliâmı’na katliâm diyen alevîler hariç,- ’Türkiye’deki alevîlerin tamamının Suriye’de Beşşar Esed’in destekçisi olduğu’ şeklindeki sözleri üzerine, Kırbaşoğlu’nun, Hamza Bey’i, ’sünnîcilik yapıyorsunuz..’ diye suçlaması, konuyu mezheb tartışmalarına çekmesi daha bir ilginçti.
*
Hamza Bey’in görüşlerine de elbette bir takım eleştiriler getirilebilir belki, ama, herhalde ona mezhebçilik suçlaması yapılması, onun fikrî yapısı açısından, son derece tutarsızlık sayılır.
Bu vesileyle belirtmeliyim ki, bir sosyal gruba, sırf şiî veya alevî olduğundan dolayı düşmanlık ve zulüm yapılıyorsa, onları savunmak şiîlik veya alevîlik sayılamıyacağı gibi, bir sosyal gruba da sırf sünnî olmaları hasebiyle düşmanlık yapıldığında onları savunmak da sünnîlik sayılmaması gerekir. Kezâ, müslüman olmayan ve hiç kimseye zararı olmayan ve saldırmayan kimseler için bile, bu ölçü geçerli kabul edilmelidir, herhalde.. O gibi kimselerin dahi savunulması durumunda, bir müslümana, ’Sen filan gayrimuslim kişi veya grubu savunuyorsun, o halde sen de onlardansın..’ denilemiyeceği açıktır.
Suriye Buhranı konusunda ise.. Bu konuda aslolan sünnîlik veya alevîlik değildir.. Hele, şiîlik hiç değildir. Çünkü, Suriye’de ’alevî’ denilen kesimleri, herkesten önce şia, asırlarca, müslüman bile saymamaktaydı. Çünkü, onlar ’12 İmam’ silsilesine kail olmayan ve 6’ncı İmam Cafer-i Sâdık Hz.lerinden sonra, ’7’nci İmam’ olması beklenen oğlu İsmail’in öldüğüne inanmayıp, ortada hileli bir durum olduğunu iddia ettikleri için, 12 İmam / İsnaaşeriyye şiasından uzak düşen ve İsmailîyye diye anılan ve Hz. Ali’ye nubûvvet ve hattâ ulûhiyet nisbet ettikleri için (12 İmam şiası’nca müslüman sayılmayan, aliyullahi diye anılıp necis kabul edilen ve) -Suriye’de ise, Nusayrîlik diye anılan- bir taifedir. Yine de Suriye’deki konu, bu taifenin varlığı değildir ve onları yoketmeye yönelik bir durum yoktur. Çünkü onlar orada asırlardan beri vardı ve bir temel problem oluşturmuyordu.
Suriye’deki bugünkü mes’ele, ’sosyalizm + arab kavmiyetçiliği’ temelleri üzerinde şekillenen ve Baas-Diriliş/ Rönesans diye anılan katı laik resmî ideoloji ve bu ideolojiye göre şekillenmiş olan Baas Partisi’nin 1963 yılından beri, yani 51 yıldır süren kanlı tahakkümüne, diktatörlüğüne karşı bir başkaldırıdır. Bu diktatörlüğün son 45 yılında, (Baba/Oğul) Hâfız - Beşşâr Esed’lerin Suriye Devlet Başkanlığı’nda oturmakta olup, onlar da ülke nüfusunun sadece yüzde 12-15 kadarını oluşturan Nusayrî alevîlerinden olduklarından, ülke yönetiminin hemen bütün yüksek komutanlıklar, bürokratik kadrolar ve Baas Partisi’nin milis güçlerini oluşturan Şebbiha gibi etkin gençlik kuruluşları bu kesimin kontrolündedir ve bu yüzden, Baas diktatörlüğüne karşı meydana gelen ayaklanmaların herbirisi gibi bu son ayaklanma ve iç-savaş durumu da sanki nusayrîlere karşı imiş gibi bir durum ortaya çıkarmıştır. Yani, Baas Partisi kadroları bu mezhebin kontrolünde olmasaydı da, o ayaklanma yine olacaktı. Bu bakımdan, geçmiş ayaklanmaların ve bugünkü iç-savaş’ın nın özü, nusayrîlik değil, ideolojik ve siyasî diktatörlük olup, konunun bir mezheb savaşı gibi gösterilmesi temelden konunun çarpıtılmasıdır.
Evet, bu yanlışa yazık ki, niceleri gibi, Hayri Bey de düşmüştür.
Ülke içinde ve dışında, meydana gelen gelişmeler karşısında belki de herkes bir diğerini savrulmakla suçlayacak.. Ama, doğruda olmanın, kendisini kesin olarak doğruda görmenin ölçüsü ne?
*
Öte yandan Hayri Bey’i, Suriye’de savaşan rejim Baas rejimine yönelik olarak savaşan muhalif gruplar arasında CIA ajanlarının olduğundan söz etmesi de şaşırtıcıdır. Çünkü, dünyada ve hele de Ortadoğu’da sözsahibi olmak isteyen her güç odağı, bu gibi iç buhranlarda da daha bir şevkle sahnede gizli veya açık olarak yer almak isterler. Bu bakımdan, CIA ajanlarının yalnızca muhalif gruplar arasında değil, her yerde olması kadar tabiî bir şey yok iken, konuyu sadece onlara tahsis etmek, son derece yanıltıcıdır. Orada, CIA vardır da, Rusya, İngiltere, Fransa, İsrail rejimi, Almanya, Çin, Türkiye, İran, Suûdi, Mısır, Irak, Ürdün vs. ülkelerin, AB’nin gizli elemanları, ajanları yok mudur?
’Ortadoğu’da veya dünya mes’elelerinde ben de söz sahibiyim..’ diyen veya demek isteyen her gücün her yerde bulunduğu veya bulunmak isteyeceği bir dünyada değerlendirmeler yaparken, geçmişte aynı safta oldukları düşünülenlerin bile farklı noktalara gitmeleri ya da savrulmalarına çok da şaşırmamak gerekir. Yine de birbirimizi anlamaya çalışmak dikkatimizi yitirmemek, herhalde en gerekli olan bir usulümüz olmalı..
haksöz