Hazım Koral / Terk Edilen Allah'ın Ayetleri ve Sahipsiz Gazze İslami Analiz.com
"Aksa Tufanı" operasyonu ve akabinde başlayan soykırım bütün dünyada farklı bir yankı uyandırdı. Dünya kamuoyu eşi benzeri görülmemiş bir şekilde mazlum Gazze halkının uğradığı insanlık dışı vahşete tanık oldu. Aynı şekilde maşeri vicdan, bu barbarlığı yapan Siyonist katil sürüsünü ve koalisyon güçlerinin acımasızlığını gördü ve tepkisini dile getirdi. Dünyanın hemen hemen bütün ülkelerinde mitingler düzenlenip protesto gösterilerinde bulunuldu. Hâlâ bu protestolar devam etmektedir.
Aslında işgalci Siyonist katiller 75 yıldan beri düşük yoğunlukta da olsa kesintisiz bir şekilde Filistin halkına yönelik barbarca soykırım yapıyordu. Bu barbarlığı zamana yayarak yaptıkları için dünya kamuoyunun pek dikkatini çekmiyordu. Fakat bu sefer "Aksa Tufanı" operasyonunu mazeret olarak öne sürerek ve "Savunma hakkımızı kullanıyoruz" diyerek en acımasız bir şekilde saldırıya geçtiler. Oysa 75 yıldan beri hep saldıran taraf kendileri olmuşlardı.
Batı Şeria'da işgal, zulüm, tutuklama ve rastgele ateş açıp öldürme olayları kesintisiz bir şekilde devam ettiği esnada Hamas ve bileşen diğer güçler Aksa Tufanı operasyonunu devreye soktu. Yani bu iş ortalık sükunet içerisindeyken ve durup dururken olmadı. Orantısız bir şekilde zulüm ve saldırılara "karşı koyma hakkı" olarak misilleme girişiminde bulunuldu... Yani bu operasyon bazı art niyetlilerin yorumladığı gibi değil...
Ayrıca bu saldırı ve zulümler sadece Batı Şeria ile sınırlı değildi. Öteden beri orantısız olarak her fırsatta Gazze'ye saldırmaya devam ediyorlardı.
Olayın bir boyutu da, bu işgalci vampirler 2005 yılında terk ettikleri Gazze'yi hiçbir zaman unutmadılar. Öyle ki, belirli aralıklarla yaptıkları gibi oraya yönelik büyük bir saldırı hazırlığı içerisindeydiler ama gafil avlandılar. Bu fiyasko ile MOSSAD'ın Batı nezdindeki efsanevî itibarı beş paralık oldu....
2008'de, 2009'da, 2012'de, 2014'te ve son yıllarda ise hemen hemen her Ramazan ayında Gazze'ye saldırmışlardı. Bu acı gerçeğe rağmen bazı aklı evveller kalkıp, "İşte efendim Hamas büyük bir strateji ve taktik hatası yaptı" diyerek bu kutsal savunma cihadına gölge düşürmeye çalışmaktadırlar. Öncelikle bilmiş olalım ki, her ne kadar zahiren öyle gözükse de Aksa Tufanı operasyonu saldırı değil, savunma savaşıdır. Zira işgal altındaki topraklarınızı veya esirlerinizi kurtarmak için girişimde bulunduğunuz her eylem sizin doğal hakkınızdır. Hatta uluslararası anlaşmalarda ve Birleşmiş Milletler manifestosunda da bu böyledir. Eğer sizin topraklarınız işgal altındaysa ve insanlarınız düşman tarafından esir alınmışsa her türlü silahlı girişiminiz sizin "meşru müdafaa" hakkınızdır. Batılı siyasîler, bu saldırı ve katliamlar için sıklıkla dile getirdikleri üzere " İsrail'in meşru müdafaa hakkı var" diyebilmektedirler. Bunu Siyonist çete liderleri de ifade etmektedir. Oysa uluslararası anlaşmalara göre işgalcinin meşru müdafaa hakkı yoktur, çünkü kendisi haksız bir şekilde işgal amacıyla saldırıp katliamlar yapmaktadır. Bir darb-ı meselde geçtiği üzere, "Yavuz hırsız ev sahibini bastırırmış." Siyonist işgal çetesinin ve hamilerinin de yaptığı bundan ibaret... Dışişleri Bakanı Sayın Hakan Fidan'ın dile getirdiği gibi, adamların evlerini, barklarını, bağ ve bahçelerini gasp edip çalacaksınız, sonra da size bir tokat vurulduğunda ortalığı velveleye vereceksiniz ve bununla da yetinmeyip evlerini/ topraklarını gasp ettiğiniz insanları en acımasız yöntemlerle soykırıma tabi tutacaksınız. Bu olayın meşru müdafaa tarafı olabilir mi? Bunu hangi akılla izah edeceksiniz? Bu yaklaşım dünya kamuoyunu/maşeri vicdanı aptal yerine koymak değil midir? Elbette ki, böylesi küstahlık onların tıynetinde var. Tarih buna şahittir. Şu hâlde beşli çetenin inisiyatifine terk edilmiş Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu'ndan veya Uluslararası Ceza Mahkemesi'nden/Lahey Adalet Divanı'ndan soykırımı sonlandırma girişimini ve suçluların cezalandırılmalarını beklemek safdillikten ve gafletten başka bir şey değildir. Rabbimiz bizi bu konuda uyarıyor: "Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları veli edinmeyin. Onlar birbirlerinin velileridir. Sizden kim onlara velâyet yetkisi verirse şüphesiz o da onlardandır. Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez." (Maide: 51) Başka ayet-i kerimelerde ise Müslümanların kendi aralarında birlik olmaları emredilmektedir. Aksi takdirde ise gücün yitirileceğinden ve düşman karşısında zelil duruma düşüleceğinden söz edilmektedir. (Bakınız: Al-i İmrân: 103; Enfâl: 46) Ne yazık ki, bugün İslâm ümmeti birlik içerisinde olmadığı için zelil ve zillet durumuna düşmüş vaziyette. Yüce Rabbimiz Al-i İmrân Sûresi'nin 110'ncu ayetinde biz İslâm ümmetine yeryüzünün garantörlük hakkını vermiş. Ancak bunun ön koşulunu birlik olmamıza bağlamış. Bu hüküm yerine getirilmediği için 2 milyara varan ve 57 parçaya bölünmüş olan ümmet 8 milyonluk katil sürüsüne karşı bir varlık gösteremiyor ve mazlum Gazze halkına sahip çıkamıyor. Bu nedenledir ki, Peygamberimiz mahşer günü biz ümmetini Allah Teâlâ'ya şikayet edecek. "O gün peygamber der ki, 'Ey Rabbim! Bu ümmetim Kûr'ân'ı mahcûr bıraktı." (Furkan: 30) Kûr'ân'ın mahcûr/terkedilmiş bırakılması demek, sayfalarının mahcûr bırakılması değil, hükümlerinin terk edilmesi demektir. Çünkü terk edilen Kûr'ân hükümleridir. Örneğin, Kûr'ân-ı Kerim'de Rabbimiz bizlere birlik olmamızı emrediyor ama bu emir terk edilmiş, kulak ardı edilmiş. Müslüman ümmet olarak sormak/sorgulamak zorundayız, birliğin tesisi için çaba sarf eden siyasîler nerede? Ümmet olarak biz bu konuda sivil inisiyatif sahibi olarak baskı grupları oluşturmak zorundayız. Zira siyasîler o makamlarda vekâleten bulunmaktadır... Müslüman birey vekâlet vereceği siyasîden beklentisi ne olmalıdır onu bilmek zorunda. Bizim önceliğimiz kendi aidiyet değerlerimize uygun bir toplumsal düzenin oluşturulmasıdır. Şu hâlde toplumsal taleplerimizi karşılayacak siyasîleri seçmek zorundayız. Bu yüzden 1996 senesinde mütedeyyin halkımız Merhum Erbakan'ın partisini iktidara taşıdı. O da Müslüman halkımızın talepleri doğrultusunda icraatlara girişti. Erbakan Hocamız ve ekibi söz konusu ilâhî vecibe için çabalayıp girişimlerde bulundu. Bunlar nelerdi? Erbakan Hocamız Müslüman halkımızın beklentisi doğrultusunda D-8, D-60 ve D-160 projeleri ile bir taraftan İslâm Birliği'ni tesis etmek, diğer taraftan Birleşmiş Milletler'e alternatif (ilâhî buyruklar muvacehesinde) yeni bir "Dünya Düzeni" oluşturmak istiyordu. Öncelikli olarak kalkınmakta olan Müslüman ülkelerden Türkiye, İran, Mısır, Nijerya, Endonezya, Malezya, Bangladeş ve Pakistan ile D-8'i kurup ekonomik ve askerî alanda güç birliğine gitmek istiyordu. Bunu formüle edip dile getirirken daha rahat anlaşılsın diye "İslâm NATO'su" metaforunu kullanıyordu.15 Haziran 1997 tarihinde söz konusu 8 ülke liderleri Çırağan Sarayı'nda bir araya gelerek "D-8" tesis edildi. Erbakan Hocamız bundan sonrasında ise bütün Müslüman ülkeleri bir araya getirip D-60 bünyesinde daha geniş kapsamlı olarak "İslâm Birliği"ni tesis etmek istiyordu. Akabinde ise anti emperyalist ülkelerle konsorsiyum oluşturarak yeni bir "Dünya Düzeni" kurmak istiyordu. Erbakan Hocamız'ın bu projelerinin hayata geçmesi demek, nice zamandır mahcûr bırakılan/terk edilen Kûr'ân hükümlerinin ete-kemiğe bürünüp hayatiyet kazanması demekti. Ancak ne yazık ki, ("Peygamber Ocağı" bilinen) Türk Silahlı Kuvvetleri'nin içerisine sızmış olan ABD ve Siyonist çetenin piyonu Çevik Bir ve şürekâsı tarafından yapılan 28 Şubat Darbesi ile D-8 ve dolayısıyla diğer projeler akamete uğratılmış oldu. Sonradan rütbeleri sökülüp hapse atılan Çevik Bir darbe öncesinde ABD'ye ve işgalci İsrail'e gidip yapacağı darbe ile ilgili efendilerinden talimatlar almıştı. Nitekim darbe sonrası, "Biz 28 Şubat Darbesi'ni İsrail'in güvenliği için yaptık" diyerek itirafta bulunmuştu. Nitekim Merhum Erbakan başbakan olduğunda Siyonist çeteye ait gazete ve diğer yayın organları, bu durumdan Türk Silahlı Kuvvetleri'nin rahatsız olacağını ve en kısa zamanda bu hükümetin sonlandırılacağını yazıp söylüyorlardı. Aslında bu bir emri vaki talimattan başka bir şey değildi. Nitekim o günlerde gereken mesajı alan Türkiye'deki ana akım güdümlü medya, "Asker Rahatsız" manşetleri atmaya başlamıştı. Hızını alamayan söz konusu medya organları bazı generallerle yaptıkları röportajların akabinde, o generaller adına gözdağı vermek için, "Gerekirse Silah Kullanırız" manşetlerini atıyorlardı. Şu Siyonizm seviciliğine, şu piyonluk sadakatine bakar mısınız? Gerekirse silah kullanacaklarmış! Nitekim böyle bir niyet ve kararlılıkla bizzat Çevik Bir ABD ve Siyonist çeteden aldığı talimatla tankları Sincan sokaklarına indirmişti. Peki Sincan'da ne olmuştu ki tankları sokağa indirdiler? Bildiğiniz üzere, Refah Partisi Sincan Belediye Başkanı Sayın Bekir Yıldız ve Kültür Daire Başkanı Sayın Hüseyin Avni Yazıcı birlikte organize ederek belediye bahçesinde Mescid-i Aksa maketinde bir çadır kurup "Kudüs Günü" etkinliğinde bulunmuşlardı. "Vay sen misin, Kudüs'ü gündem eden, vay sen misin mazlum Filistin halkının uğradığı zulümleri dile getiren?" diyerek melunca düğmeye bastılar. Sonuç olarak, REFAHYOL Hükümeti'ni devirdiler. Doğal olarak bu süreçte D-8 projesi akamete uğramış oldu. Sonradan gelen sözde Erbakan'ın öğrencisi başörtüsü yasağı vs. yapmış olduğu müspet icraatlara rağmen D-8'i bir türlü aktive edip hayata geçiremedi. Eğer Merhum Erbakan Hocamız'ın projeleri hayata geçirilseydi bugün Kûr'ân mahcûr bırakılmış olmayacaktı. Çünkü o projenin "İslâm Birliği" ve "İslâm Savunma Gücü" gibi önceliği ve ön koşulları vardı. Eğer bu projeler İslâm coğrafyasında hayatiyet kazansaydı, Gazze asla naçar kalmayacaktı. Bebekler, çocuklar, kadınlar, kısacası her yaştan insanlar siyanür gazlarıyla ve yeni icad edilmiş toplu imha silahlarıyla katledimeyecek ve bu barbarlık, bu vahşet ve bu acılar yaşanmayacaktı. Bizim en büyük eksiğimiz ümmet olarak birlik olmayışımızdır. Allah Teâlâ'nın birlik olmamızla ilgili ayetleri terk edilince bakın neler oluyor? Mahşer günü Sevgili Peygamberimiz'in şikayetine maruz kalmak ne kadar acı bir hadise. Bugün Müslüman ülkelerin başındaki siyasîler öncelikli olarak büyük bir vebâlin altındalar. Onlar bulundukları makam itibariyle yönetim yetkilerini, siyasî sorumluluklarını kullanarak İslâm Birliği için çaba içerisinde olmak zorundalar. Eğer bu ilâhî vecibe için uğraş ve çaba içerisinde değillerse şunu bilmeliler ki, hem Allah Teâlâ'nın dinine ve hem İslâm ümmetine karşı ihanet içerisindedirler. Bu yüzden Müslüman ülkelerin başındaki siyasîler, mahşer günü öncelikli olarak Peygamberimiz'in şikayetine muhatap olacaklardır.