Mücahit Gültekin İslami Analiz
Kudüs’ün Kılıcı savaşında varılan ateşkesin ardından İsmail Heniyye bir konuşma yaptı ve İran İslam Cumhuriyeti’ne “silah ve finans” desteğinden dolayı teşekkür etti. Heniyye’nin İran’a teşekkür etmesi, Türkiye’de konuşmanın bu bölümünden haberdar olan kimi çevrelerde “hayal kırıklığı” ve “şaşkınlık” oluşturdu. “Haberdar olan” diyorum çünkü Filistin direnişinin İran’a yönelik teşekkürü ilk değil. Direnişin liderleri yıllardır bunu tekrar ediyor. Ama bu “teşekkürler” genelde görmezden geliniyor. Dahası, direniş gruplarının Şam’ı ziyareti ve HAMAS siyasi büro üyesi Usame Hamdan’ın direnişe verdiği destekten dolayı Suriye’ye teşekkür etmesi sözünü ettiğimiz çevrelerdeki hayal kırıklığı ve şaşkınlığı daha fazla arttırdı. Bunun muhtemelen ilerleyen zamanlarda Filistin direnişine ilişkin psikopolitik sonuçları olacaktır.
Peki neden böyle oluyor? Neden Türkiye ve dünyadaki kimi çevreler “Mescid-i Aksa” gibi bütün Müslümanları etrafında toplayabilecek bir davada, Siyonizm’e karşı mücadele veren direniş gruplarıyla böylesine ayrışabiliyor? Bu yazıdaki amacım politik psikoloji çerçevesinde buna cevap vermeye çalışmaktır. Yazıya devam etmeden önce şu hatırlatmayı yapmak faydalı olacaktır: Politik psikoloji ya da diğer ismiyle siyaset psikolojisi yeni bir disiplin. Ülkemizde de maalesef yeterince bilinmiyor. Her bilimsel disiplinde olduğu gibi politik psikolojinin de siyasal olayları çözümlemek için kullandığı kendine özgü kavramlar var. Bu kavramların teknik tanımlarını ayrıntılı olarak yapmak hem yazıyı uzatacak hem de okuyucuyu yoracaktır. O yüzden değerlendirmemizi yaparken politik psikolojinin “siyasal inanç sistemleri”, “siyasal şemalar”, ve “kalıpyargılar” gibi anahtar kavramlarını kısaca tanımlayacağız. Bu kavramların ve diğer kavramların daha ayrıntılı tanımlarını merak edenler “Türkiye-ABD İlişkilerinin Psikolojisi” isimli kitabımıza bakabilirler.
*
Bilindiği üzere yanlış algılama ya da yanlış/hatalı bilgiyle verilecek kararların, yapılacak eylemlerin de hatalı ve yanlış olma ihtimali yüksektir. Klasik bir örnek verecek olursak, yanlış teşhis yanlış tedaviye yol açacaktır. Dolayısıyla “tedavi” adına yaptığımız müdahale sorunu çözmek bir yana hastalığı daha fazla arttırabilecektir. Siyasi olaylarda ve uluslararası ilişkilerde bu durum sıklıkla söz konusu olabilmektedir. Son operasyon ve Heniyye’nin teşekkürü “Türkiye”, “İran”, ve “Filistin direnişi” hakkındaki algılamalarımızı yeniden düşünmeyi gerektiriyor. Peki bugüne kadar süregiden algılarımızın arkasında yatan psikopolitik dinamikler nelerdir?
Siyasal İnanç Sitemleri, Siyasal Şemalar ve Kalıpyargılar
Ele aldığımız soruyu cevaplayabilmemiz için öncelikle politik psikoloji literatüründeki “siyasal inanç sitemleri”, “siyasal şemalar” ve “kalıpyargılar” kavramlarını kısaca da olsa tanımlamamız gerekmektedir.
Siyasetçiler ya da siyasal konum/pozisyon belirleyen kişiler dünyada meydana gelen siyasal gelişmeleri/olayları “siyasal inanç sistemlerine” dayanarak algılar ve yorumlar. Kararlar üzerinde etkili olan siyasal inanç şöyle tanımlanmaktadır: "İnançlar, karar alıcı konumunda bulunan liderin, dünya hakkında sahip olduğu (bu nedenle doğru oldukları varsayılan) anlayışlarından ve algılamalarından ibarettir. İnançlar, kişinin çevresindeki dünyanın nasıl işlediğine dair yorumlarını ve bu dünyadaki dengeler arasındaki nedensel ilişkiler hakkındaki çıkarımlarını da içermektedir.". (Erişen ve ark., 2013).
Siyaset Psikolojisi kitabının yazarı Houghton da, Vertzberger'in (2015) "Bir bireyin inanç sistemi kendisinin mantıklı olduğuna inandığı hipotezler ve kuramlar ortaya koyar." düşüncesini aktarmaktadır. Siyasal inanç sistemleri politik dünyadaki olayları “tarama, seçme, filtreleme, ilişkilendirme, sorgulama ve organize etme” süreçlerinde etkin bir rol oynamaktadır. Gerçekte inanç sistemleri dinamiktir ve yeni gelen verilerle sürekli bir etkileşim halinde olması gerekir. Ancak yeni gelen bilgilerin inanç sistemlerini değiştirmesi için inanç sistemiyle uyumlu olmayan bilgiye de açık olması gerekmektedir. Eğer inanç sistemi kapalıysa, yeni gelen bilgi politik grupların çıkarıyla ya da ihtiyaçlarıyla uyumlu bir şekilde yorumlanabilir.
Siyaset psikolojisinde kullanılan bir diğer önemli kavram “siyasal şema” kavramıdır. Şema "Bir kavram ya da bir tür uyaran hakkındaki bilgiyi, onun özelliklerini ve bu özellikler arasındaki ilişkileri de kapsamak üzere temsil eden bir bilişsel yapı.". şeklinde tanımlanmaktadır. Şemalar gerçekte doğal, sosyal ve siyasal evreni tanımlamak için kullandığımız bir çeşit kısayollardır. Örneğin hepimizin zihninde bir “köpek” şeması bulunur. Bir arkadaşımız, “Köpek en sevdiğim hayvandır” dediğinde zihnimizdeki “köpek şemasına” ait ortak özellikler (tüylü, dört ayaklı, havlayan, görece saldırgan vb.) harekete geçmekte ortalama bir köpek aklımıza gelmektedir. Aynen bunun gibi siyasal aktörlerin ve seçmenlerin zihninde de “Sağcı”, “Solcu”, “Liberal”, “Doğu”, “Batı” gibi şemalar bulunmaktadır. Örneğin “Batı” şeması Türk siyasetçisinin kafasında uzun yıllar “gelişmişlik, medeniyet, zenginlik, özgürlük” gibi ortak özellikleri içermiştir. Şemalar hayatımızı kolaylaştırır ve bir bakıma kaçınılmazdır. Fakat şemalar önemli hatalara ve yanlış algılamalara da neden olabilir. Örneğin penguen kuş şemasına tam olarak uymamaktadır. Penguenlerin kanatları olmasına rağmen uçamazlar ama yüzerler. Penguen’in kuş şemasına yerleştirilmesinden dolayı uçabileceğini düşünmek hatadır. Bu hataların siyasi alanda yapılmasının önemli bedelleri olabilir.
Son olarak “kalıpyargı” kavramını da tanımlayalım: "Kalıpyargılar, sabit zihinsel imajlar olarak bireyin, dış grup olarak tanımladığı bir gruba ait üyelerin tümünün paylaştığına inanılan özellikler üzerine sistemli biçimde oluşturduğu inançlar olarak belirtilmektedir. Gruplararası yanlılığın bilişsel bileşeni olarak görülen kalıpyargılar, genellikle bir grubu tanımlarken bazı özelliklerini abartılı olarak vurgulama yönünde işlev gösterirler.". (Güler, 2013).
Kalıpyargılar olumlu ya da olumsuz olabilir. Japonlara, İtalyanlara ya da zencilere yönelik geliştirilen kalıpyargılarımız olabilir. Örneğin, Japonlar için “çalışkan ve geleneklerine bağlı” şeklinde bir kalıpyargımız olabilir. Yine mesela ABD’de zencilere ilişkin “hırsız, saldırgan, tembel, yasadışı eylemlerle ilişkili” şeklinde özetlenebilecek kalıpyargı yaygındır. Kuşkusuz zencilerin içinde böylesi kişiler vardır ama zencilere ilişkin geliştirilmiş bu kalıpyargı pek çok zenciye haksızlık yapılmasına, polis tarafından şiddet görmesine ve hatta haksız yere öldürülmesine neden olabilmektedir.
Dolayısıyla siyasal inanç sistemleri, siyasal şemalar ve kalıpyargılar bir ülkenin ya da siyasal olayın yanlış algılanmasına, yanlış yorumlanmasına ve yanlış siyasal konum belirlenmesine neden olabilir. Aslında bu üç kavram da dışarıdan gelen bilginin “sahihliği/doğruluğu” ile ilişkilidir. Üç seçenek vardır, ya siyasal bir bilgiyi/olayı göremeyebiliriz; ya olduğu gibi görüp algılayabiliriz, ya da inanç sistemlerimiz, siyasal şemalarımız ve kalıpyargılarımız o bilgiyi “dönüştürerek/değiştirerek” algılamamıza neden olabilir.
*
Heniyye’nin teşekkürünün “hayal kırıklığı” ya da “şaşkınlık” yaratmasının en önemli sebeplerinden biri duygu, düşünce ve davranışlarımızı sahih bilgi üzerine bina etmememizden kaynaklanmaktadır. Özellikle Türkiye olarak “kendimize”, “Filistin direnişine” ve “İran’a” ilişkin geliştirdiğimiz “siyasal inanç sisteminin”, “siyasal şemaların” ve “kalıpyargıların” bunda önemli bir payı var.
Uzun süredir pek çok kişinin kafasında Türkiye’ye ilişkin “ümmet bizi bekliyor” şeklinde özetleyebileceğimiz bir inanç sisteminin oluşturulduğunu söyleyebiliriz. Basınımız ve sosyal medyada yüzbinlerce takipçisi olan kanaat önderleri bu inanç sistemini var edecek ve pekiştirecek paylaşımlar yapıyor, yazılar yazıyor. Bu inanç bir defa oluştuktan sonra dış dünyada gelişen olaylar bu inanç sistemiyle uyumlu hale getirilerek “seçici” bir şekilde algılanıyor. Bu da gerçeğin ya bir kısmının görülmesine ya da var olan gerçeğin abartılarak verilmesine/görülmesine neden oluyor. Evet, Türkiye halkının gerçekten Filistin duyarlılığı takdire şayandır. STK’larımızın duyarlılığı takdire şayandır. Ama sorun “Filistin’e en büyük desteği Türkiye veriyor” ya da “Filistin’in tek destekçisi Türkiye” gibi argümanların üretilmesidir. Bu doğru değil. Son operasyonda da gördük ki, Glasgow’dan Detroit’e, Dakka’dan Paris’e, Sana’dan Bağdat’a kadar dünyanın dört bir yanında 10 binler-100 binler Filistin için ayağa kalktı. Dahası bugün Filistin’deki sol örgütler de Filistin için kan ve can veriyor. Maalesef sorun kendimizi Filistin mücadelesinin bir parçası değil, “lideri” görmek istememizden kaynaklanıyor.
Diğer taraftan İran’ın Filistin direnişine silah vermesi, Türkiye’de İran hakkında uzun süredir oluşturulmuş kalıpyargılarla uyuşmuyor. Bu kalıpyargılardan en önemlisi “İran hep Müslümanlarla savaşmıştır, hiç gavurlarla savaşmamıştır.” kalıpyargısıdır. Dolayısıyla İran’ın Filistin direnişine silah ve finans desteği vermesi bu kalıpyargıyla çatıştığı için üç seçenek vardır: Ya inkar edilecek, ya İran’ın Filistin’i desteklediği ve “gavurlarla” savaştığı kabul edilecek ya da kalıpyargılarla uyumlu hale gelecek şekilde bu veri yeniden yorumlanacaktır.
Burada direnişin liderleri bunu deklare ettiği için “inkar” seçeneğini kullanmak pek mümkün değildir. Eğer kalıpyargılar korunmak isteniyorsa üçüncü seçenek tercih edilecek ve İran’ın silah vermesinin arkasında başka bir gerekçe aranacaktır. Örneğin “Filistin’i Şiileştirmek için silah veriyor” denecektir. Bu yorum kalıpyargıların korunmasına hizmet eder ve gerçek amacı “gavurlarla savaşmak” olarak değil, İran’ın “mezhebi yayılmacılığı” olarak yeniden yapılandırdığı için kalıpyargılar korunur. Kudüs’ün Kılıcı operasyonundan sonra kalıpyargılarını korumak isteyenler muhtemelen bu üçüncü seçeneğe yönelecektir.
Ancak İran’ın silah yardımını bu şekilde yorumlamanın “HAMAS’ı ve Filistin direnişini dışlamak” gibi daha ağır bir sonucu olabilir. Çünkü bu durumda HAMAS ve Filistin direnişi, Filistin’in Şiileştirilmesi için “aracı” rolü oynamış olurlar. Eğer hem İran hakkındaki kalıpyargı hem de HAMAS ve Filistin direnişine ilişkin olumlu düşünceler korunmak isteniyorsa, HAMAS’ın ve Filistin direnişinin İran tarafından “kandırıldığı” yorumu yapılacaktır. Ancak bu da Filistin direnişini “küçülten” ve “tahfif” eden bir yaklaşım olacaktır. Bu durumda HAMAS’ın ve Filistin direnişinin “kandırıldığına” ikna edilmesi gerekmektedir. Eğer Filistin direnişi buna ikna olursa kalıpyargı sorunsuz işlemeye devam eder ama ikna olmaz ise kalıpyargıların korunması için “dışlama” zorunlu sonuç olacaktır.
İran’a ilişkin kalıpyargıları ve HAMAS’a ilişkin olumlu düşünceyi koruyan bir diğer yorum ise Filistin direnişi “mecburen İran’ın silah yardımını kabul etmiştir” şeklinde ifade edilebilecek “zorunluluk” yorumudur. Bu da “önemli durumlarda” İran ile dayanışmaya girilebileceğini gösterir ki, “mezhebi yayılmacılık” argümanı doğru kabul edildiğinde, bu argümanı ikincilleştirir ve mezhebi yayılmacılığa rıza gösterilebileceğini sonucunu doğurur.
İran hakkında sahip olduğumuz şemalar da gerçeği olduğu gibi görmemizi engelleyebilir. İran denildiğinde “takiyye”, “acem oyunu”, “sahabeyi tahkir” gibi şemalar harekete geçmektedir. Şüphesiz bu şemalar kendiliğinden oluşmamıştır, dışsal ve tarihsel gerçeklikleri vardır. Ama buradaki sorun, bu şemaların bütün İranlılara teşmil edilmesi ve bu şemalarla uyuşmayan bazı özelliklerin görülmemesidir. Dahası İran hakkında basında ve kitaplarda işlenen konuların genelde bu şemaları besleyecek örneklerden seçilmesidir. Halbuki bu şemaların tersine pek çok örnek bulunmaktadır. Örneğin, “sahabeyi ve Ehl-i Sünnet’in değerlerini tahkir” İran’ın en üst düzeydeki yetkilileri ve alimleri tarafından yasaklanmaktadır. Bu biraz FETÖ’ye ya da Vahhabilerin özelliklerine bakarak Ehli Sünnetle ilgili şemalar oluşturmaya benzemektedir. Diğer taraftan bu algılama biçimi “mezhebi farklılıklar, siyasal ittifaka engeldir” varsayımına dayanmaktadır. Kuşkusuz Şiilik ve Sünnilik arasında farklar bulunmaktadır. Bu farklar Ehl-i Sünnet mezhepleri arasında da bulunmaktadır. Hatta mezhepler arasındaki farklılıklar/benzerlikler kullandığımız ölçüte göre değişmekte; bazen Caferilik ve Hanefilik arasındaki benzerlik, Hanefilik ve diğer Ehl-i Sünnet mezhepleri arasındaki benzerlikten daha fazla olabilmektedir. Burada temel nokta benzerliklerin mi yoksa farklılıkların mı merkeze alınacağıdır. Diğer bir önemli soru da, önemli farklılıkların (Örneğin ilk halifenin kim olduğu gibi) hiçbir meselede uzlaşılamaz bir şekilde ele alınıp alınmayacağıdır. Bu farklılıklar sert bir şekilde vurgulanıp sürekli canlı da tutulabilir, yumuşak bir şekilde ele alınıp daha ikincil planda da tutulabilir. Bu, tarafların “vahdeti mi” yoksa “tefrikayı mı” daha fazla tercih edip etmeyeceği ve “asıl düşmanı” kim olarak belirleyeceği ile ilgili bir durumdur.
Vahdet merkezli yaklaşmak için her iki taraf da benzerlikleri vurgulayan ve çoğaltan bir dil ve yaklaşımı tercih etmelidir. Yine örneğin “asıl düşman” konusunda görüş birliğine varılabilirse bu da her iki tarafın toplumsal ve siyasal anlamda birbirine daha fazla yaklaşmasını sağlar.
Burada temel sorun İran ve Türkiye’nin “bölgesel bir rakip” olarak bir birini algılamasıdır. Eğer iki ülke birbirini “bölgesel bir müttefik” olarak algılayabilirse sözünü ettiğimiz problemler azalacak, siyasal şemalar ve kalıpyargılar zamanla değişecek ya da yumuşayacaktır. Bunun yapılabileceğine ilişkin hem günümüzden hem de geçmişten pek çok örnek verilebilir. Bunlardan iki tanesini dikkatinize sunmak istiyorum.
Birincisi Kudüs’ün Kılıcı operasyonunun kendisidir. Eğer bu operasyonda “asıl düşman” doğru tespit edilip Filistin’in özgürleştirilmesi yolunda direniş grupları birleşmemiş olsaydı muhtemelen bugün Gazze’de trajik bir yıkımdan başka bir şey göremeyecektik. Ancak etnisite ve mezhep ayrımı gözetmeyen geniş ölçekli bir birlik stratejisi takip edildiği için İsrail ateşkese zorlanmış ve zafer elde edilmiştir. Nitekim İsrail, gönderilen füzelerden daha çok bu dayanışmadan rahatsızdır. Bunu da İsrail’in Türkiye Büyükelçiliği, resmi twitter hesabından paylaştığı “HAMAS İran destekli bir terör örgütüdür” twitiyle ortaya koymuştur.
Diğer örnek ise Soğuk Savaş dönemindendir. Amerika “asıl düşmanı” komünizm olarak teşhis ettiği için Almanya-Fransa, Türkiye-Yunanistan gibi ulusal ölçekte birbiriyle geçinmesi mümkün olmayan ülkeleri bu “asıl düşman” etrafında birleştirebilmiştir. NATO, bunun bir sonucudur. Avrupa tarihine aşina olanların malumudur; Fransa ve Almanya’nın hasımlığı kadimdir. Bu iki ülkenin husumete dayanan geçmişi İran ve Türkiye’ye oranla çok daha trajiktir. Ama bu iki ülke 1949’da anlaşarak bugünkü AB’nin temellerini atmış ve çekirdek iki ülkesi olmuştur. Bir hocamın anlattığı hatırasını, daha önceki bir yazımda da aktarmıştım, burada tekrar etmek istiyorum:
“Bundan birkaç yıl önce, üniversitede, uzun süre Almanya'da kalmış bir hocamla konuşurken anlattığı bir anektod ilgimi çekmişti. Hem Almanya, hem Fransa okullarda okutulacak tarih kitaplarını hazırladıktan sonra diğer ülkenin denetimine sunuyordu. Fransa Almanya'ya, Almanya Fransa'ya tarih kitaplarının içeriğini gönderiyor ve diğer ülkeyi "rahatsız eden" bir şey olup olmadığını soruyordu. Örneğin, Fransa Almanya'nın hazırladığı kitapta kendilerini rahatsız eden bir içerik söz konusu olursa bunu Almanlara bildiriyor, Almanlar da gerekli tashihleri yapıyordu. Bunun tersi de geçerliydi. İki ülkenin tarihi birbirleriyle yaptıkları savaşlara tanık olmuştu. Avrupa'nın bu iki eski rakibi, bugün tarihsel husumetleri yeniden canlandırmamak adına, kendi tarihlerini öğretirken birbirlerinin duyarlılıklarını hesaba katacak bir noktaya gelmişlerdi.”
Şunu tekrar hatırlamalıyız: Avrupa 1500’lü yıllarda 300’e yakın küçük devletçikten oluşuyordu. Aralarında yüzlerce yıl süren savaşlar yaptıktan sonra bugünkü konumuna geldiler. Eğer bu savaşlara bir son verip, birliklerini kuramamış olsalardı, bize bugün hukuk ihraç etmeleri de mümkün olmayacaktı.
Aslında sorunun temelinde “mezhebi farklılıklar” yatmamaktadır. Sorunun daha çok siyasi olduğunu söyleyebiliriz. Mezhep ya da etnisite gibi faktörler siyasal amaçlara göre geri plana itilebilmekte ya da öne çıkarılmaktadır. Örneğin kardeş ve dost Azerbaycan halkının da büyük bir bölümü Şiidir. Ya da Türkiye Soğuk Savaş döneminde Bağdat Paktı’ndaki İran’la olan işbirliğinde Şiiliği sorun etmemiştir.
*
Sonuç olarak, önce gerçekliğimizi iyi idrak etmeliyiz. Bugün bölge ülkelerinin en önemli gerçeği başını ABD’nin çektiği küresel emperyalizm ve İsrail vahşetidir. Ortadoğu’daki bütün ülkeler kültürel, ekonomik, askeri ve siyasi baskı altındadır. Bunun yaklaşık 100 küsür yıldır devam ediyor olması “birlik/vahdet” içinde olamayışımız nedeniyledir. Ama bundan daha kötüsü birlik/vahdet içinde olamayacak olmamıza inandırılmamızdır. Her etnisite, her mezhep, her hizip bir diğerine karşı kışkırtılmaktadır. Bu sebeple coğrafyamızdan iç savaşlar, çatışmalar, kavgalar eksik olmamaktadır. Hatta “vahdet” kelimesi kullanılamaz hale getirilmiştir. İslam dininin en merkezi kavramlarından birinin kullanılamaz hale getirilmesinin sebebi nedir? Bu kavrama olan inancımızın yitirilmesine kimler sebep olmuştur?
Diğer taraftan ABD ve AB gibi yapıların küresel ölçekte bir hegemonya oluşturabilmesi en azından “asgari menfaatler” çerçevesinde buluşabilmiş olması dolayısıyladır.
Şunu kabul etmemiz gerekiyor: Bizim en önemli sorunumuz İslam dünyasının ve bütün ezilenlerin siyasal bir ittifak içinde hareket edemiyor oluşudur. Siyonist rejimin devamının ve sömürgecilerin kırbaçlarının üzerimizden hiç inmemesinin en temel sebebi budur. Bunu aşabilmek, “birlik” sağlayabilmek için emek gerekiyor; zihinsel çaba gerekiyor, geniş görüşlülük, feraset ve basiret gerekiyor; ahlak ve erdem gerekiyor. Bugün mezhebi/etnik/hizipsel ayrımları canlı tutanlar bilmedirler ki, sömürgeciliği ve üzerimizde hüküm süren emperyalist tahakkümü canlı tutuyorlar. Türkiye ve İran ümmeti bu çıkmazdan kurtarabilecek bölgenin iki güçlü ülkesidir. Yetkililer ve her kesim, bu birlikteliğe ilmi, akademik, siyasi, kültürel ve sanatsal destek sunma sorumluluğu taşımaktadır.