Hayvanlar âlemine aid filmleri izler misiniz? Belki de en öğretici, düşündürücü filmlerdendir. Şahsen, müsaid zaman buldukça izlerim..
Geçenlerde, böyle bir filme de göz atıyordum.. Bir dostun 4-5 yaş civarındaki oğlu da bakıyordu, aynı dikkatle.. İki su aygırı, deniz kenarında, kumsalda, korkunç şekilde savaşıyordu.. Kocaman gövdelerini geri geri çekiyorlar ve var güçleriyle ve hızla birbirlerinin üzerine öylesine bir gelip tosluyorlardı ki, bu toslamadan dolayı meydana gelen ses bile ürpertiyordu insanı.. Bu gibi, aynı tür hayvanlar arasındaki çarpışmalarda, genel olarak, bir taraf ölmezse, sıvışır gider, öteki onu biraz takib ettikten sonra bırakır.. Çünkü, kendisi de epeyce yorgun düşmüştür.. Ama, kaçıp giden de artık mücadeleden tamamen elçekmiş değildir.. Kinle doludur ve müsaid bir zaman bulursa, veya başka şekillerde, yeni hile ve tuzaklar kurmayı da düşünmeye başlar..
Yanımdaki çocuk, ’Yahu amca, ne kadar komik.. İkisi de su aygırı.. Başka bir canlı olsa neyse.. Niçin birbirleriyle savaşıyorlar ki.. Çok ahmak olmalı bunlar, değil mi?’ demez mi?
’Küçük bey, unutma ki, insanlar da birbirleriyle savaşıyor.’ sözüme de cevabı ilginçti:
-Ben de onu diyorum.. Evet, savaşıyorlar, ama komiiik ve ahmakça..’
*
Sinirler yeniden gerilmeye başlandı.. ’Ne oluyoruz yahu?’ deseniz bile, kendi sesinizin yankısından başka, çok mâkul bir ses duyma ihtimali pek yok.. Pekiy, ’Bundan sonra ne yapmalıyız, ya da, her ferd kendi üzerine düşeni yapmak için, ne yapabilir, ne yapmalı?’
İlk planda, en azından, taraflardan şu veya bu tarafı tahrik edecek söz ve tavırlardan, toplum ferdleri içinde gergin sinirlerle konuşanları yatıştırmak, bu gibi derin sosyal kökleri bulunan mes’elelere sadece ’vuralım- kıralım..’ gibi çözüm yolları önerenleri ve de sorumluluk makamında bulunanları frenlemeye çalışmak, kahramanlık ve düşmanlık nutukları atarak, ayakların marşlara göre ahereket etmesine yarıyacak tavırlardan kaçınmak.. Ve inadına, düşmanlığı arttırmak isteyenlere karşı, inadına insanlığı, kardeşliği, beraberliğimizi vurgulamak.. HDP sözcüleri öylesine ağır sözler söylüyorlar ki.. Bir taraftan, HDP sözcüleri, ’Operasyon durdurulsun, konuşarak çözelim..’ derken, bir taraftan da, HDP Hakkari m.vekili A. Zeydan’ın medyaya yansıyan, ’PKK, Türkiye’yi ve Ortadoğu’yu güller bahçesine çevirmek için ortaya çıkmış barış ve halk hareketidir. Eğer PKK Türkiye’yi güller bahçesine çevirmek istemeseydi, PKK’nın öyle bir gücü var ki, sizi tükürüğüyle boğar.’ gibi herkesi ahmak yerine koyucu ve zehirli sözleri.. Bu, insanî ve hele de barışçı bir dil hiç değil..
T.C. rejimi de, açıktır ki, her devlet gibi, devlet olmanın gereklerine göre, kendini yok edecek zaaflardan kaçınmak için, tedbirler almayı sürdürecektir. Devletlerin ayakta kalma mücadelelerinde böyle parantezler her zaman olur.. Hattâ, İslam adına devlet kuranlar bile, gerektiğinde ’kahredici’ gücünü göstermekten geri durmamışlardır. Ama, bugün bu mes’ele, bu rejimde son 100 yılımızı dolduran türkçülük fitnesinin yüksek ateşli sayıklamalarından sonra, şu son 10 yılı aşkın süredir, ilk kez, halkımızın temel inanç yapısına uygun şekilde halledilmeye çalışılmaktadır. Bunun öncüsü de Tayyîb Erdoğan’dır. Ama, o da, yeri gelince, ’Yumuşak huylu isem kim demiş uysal koyunum, / Kesilir belki, ama çekmeye gelmez boyunum..’ anlayışıyla hareket edecektir.
*
Kavmiyetçiliğin her türlüsü ’şeytanın askerliği’ne soyunmaktır. Ve İslam Milleti’ni tarih boyunca en çok da bu silah vurduğundan her türlü kavmiyetçiliğe karşı çıkmak zorundayız.
Nitekim, bu kez de, 1930’larda zirve yapan ve ’Bu ülkede türk olmayanların tek bir hakları vardır, o da türklere hizmet etmektir..’ şeklindeki alçakça ihanet sözlerinin, kavmiyetçi fitne deprenişlerinin, en yüksek perdeden dile getirildiği türkçü söylemlerin tersinden benzeri kürdçü zırvalar da genç ve hattâ yaşlı nesiller arasında bile dile getirilmektedir. Hattâ o kadar ki, bizim geçmişte yakın irtibatta olduğumuz bir kardeşimiz bile, bir gün ’Bugün artık, en müslümanı bile olsa, türk olanlara asla güvenmiyorum..’ kabilinden acaib lafları, yazılarında dile getirecek noktalara sürüklenmişti bile.. (Onun türk dediklerinden muradı da, kürd olmayanlardı..) Ve biz o büyük sapmayı, yine de duymazlıktan, görmezlikten geldik.. Çünkü, o sözün ilk planda, bir akıl tutulması ânında söylendiğini kabul etmek daha doğru idi. Ve bu, birilerine yaranmak için değil, inancızın gereği böyle olduğu içindir..
Halbuki, türk veya kürd veya bir başka kavimden olmak veya olmamaktan dolayı ne övünülür, ne yerinilir, ne utanılır.. 15 sene öncelerde Almanya’da ’Hitler dönemi ırkçı söylemleri hatırlatacak cinsten bir, ’alman olmaktan dolayı gurur duymalı mıyız?’ tartışması medya organlarında geniş şekilde tartışma konusu haline gelince.. O dönemin Almanya C. Başkanı Johannes Rau bile, ’Kimsenin kendi tercih ve seçiminde etkili olmadığı bir etnik mensubiyetten dolayı nasıl gurur duyulabilir.. Kişi ancak, kendi irade ve çabasıyla insanlığa ne kadar hizmet edebildiği açısından bir iftihar duygusu hissedebilir.’ gibi, oldukça düşündürücü bir karşılık vermişti.
Bu anlayışı, kültür olarak, ’beyaz’ tenli insanı genelde diğerlerinden üstün sayan bir kültür dünyasına mensub birisi bile ve âdetâ bir müslümanın ağzından çıkan cümleler gibi beyan edebilirken, bir kısım insanların hâlâ, ’filanca müslüman toplumun ırk veya kavminin üstünlüğü veya düşkünlüğü’ üzerine bir görüşü, kendi ırkını, kavmini diğerlerinden üstün sayan anlayışı nasıl benimseyebilir, anlaşılır gibi değil..
Hz. Bilal’e, ’zenci kadının oğlu’ diye hitab edilmesi üzerine, bunu duyan Hz. Peygamber (S)’ in, o sözü söyleyen ünlü sahabeyi, ’ Ey (…) filan.. Sende hâlâ Câhiliye döneminden kalıntılar görüyorum, kendini bunlardan temizle..’ diye ikaz etmesi hepimize yapılmış bir uyarı değil midir? Hattâ, Hz. Peygamber’e nisbet edilerek daha ağır rivayetler de nakledilir.
Ama, görüyoruz ki, şuûrlu saydığımız nice müslümanlar bile, kendi kavimlerini diğerlerinden üstün görüp, hayalî üstünlük teorileriyle İslam’ın yüce insanlık anlayışını zehirliyorlar.
*
Bu, çarpık anlayışın, sadece türk kavminde olduğu sanılmasın..
Bugün arab dünyasında, ’arabın üstünlüğü’ne değinilmeden İslam hakkında söz söylemenin neredeyse mümkün olmadığı bir noktaya gelinmiştir.
Birgün, Tahran’da bir Cuma Namazı öncesinde yüzbinlere hitab eden (günümüzün de ünlü bir müslüman lideri olan) R. G. yarım saatlik konuşmasında, Filistin Mes’elesi’ni anlatırken, en azından 25-30 kez, ’Filistin Mes’elesinin bir arab- İslam dâvâsı olduğu’nu tekrarlayıp durmuştu. Onunla akşam karşılaştığımızda bunun yanlışlığını kendisine usûlünce anlattığımda, hatasını kabul etmiş ve daha sonra da daha acı bir noktayı dile getirerek, ’Biliyor musun birader, bugün arab dünyasında, halk kitlelerine en net İslamî mes’eleleri bile, arab- İslam terkibiyle sunmadıkça bizi kimse dinlemez..’ demişti..
Ümmetin liderliği iddiasına sahib bir makamda bulunun bir zât da, bir konuşmasında, ’filanca dilin, dünyanın en şirin dili olduğunu, onu kutsal bilmemiz gerektiğini’ söylediğinde şaşırmış ve kendisine duyurulmak üzere eleştirimi, yakın danışmanlarına söylemiş ve müslümanın nazarında, ’Kutsal olan sadece Kur’an’dır, herhangi bir dil değil.. Hiç bir dilin dilin kutsallığını ileri sürülemez..’ demiştim de, birilerince câhillikle suçlanmıştım..
*
Afganistan’da 13-14 yıl, Rus ordusuna ve yerli komünist güçlere karşı ’cihad’ eden teşkilatların liderlerinden G. H., 1989’da Peşaver’de ve çoğu peştun kavminden olan onbinlerce Afganlı’ya hitaben yaptığı konuşmada, ’Son 300 yıl boyunca Afganistan’ın başında hep peştunlar olmuştur, bundan sonra da böyle olacaktır’ dediğinde, ’Eyvah, bu sözle, cihad ruhuna bir daha kezzap döküldü’ diye eseflenmiş ve bu konudaki bir yazım, İstanbul’da (aylık) Tevhîd dergisinde yayınlanınca, bazılarınca eleştirilmiştim.
Demek ki, zihinler, beyinler bir kez zehirlendi mi, bunlardan kurtulması kolay olmuyor..
Kaldı ki, geçmiş on yıllar boyu yapılan tahriklerden ve düşmanlıklardan geriye ne kaldı?
Şimdi, hele de son 200 yılı aşkın zamandır çoğu kavimlerin, yahudilerce katı bir şekilde ve bir inanç gereği gibi kabul edilen kansoyu üstünlüğüne dayalı teorilerden ilham alarak mübtelâ oldukları, soy-sopla öğünmek ve bir dili konuşanın diğerlerinden ayrılması gerektiği üzerinde yeşertilmeye çalışılan ’çocukluk hastalığı’, kürd müslümanlarına da bulaşmış bulunuyor. Ki, Osmanlı müslümanlarının asırlarca yabancı olduğu bu kavmiyetçi cereyan, ilk kez, Osmanlı İmparatorluğu’nun bir köşesinde 1910’larda Arnavutluk’ta, arnavutçu nasyonalistlerce dile getirilmişti.. Osmanlı’ya asırlar boyu, düzinelerce vezirler, paşalar, devlet adamları vermiş olan Arnavutluk’un bugün dünyadaki yeri neresidir?
40 yıl öncelerde, Avrupa Birliği bir hayal olarak görülürken, biz onun nasıl olabileceğini bile düşünemiyorduk; ama, ’hristiyanlığın temel değerleri ve kilise kulelerinin gölgesi altında’ denilerek o birlik gerçekleştirildi.. 100 yıl önce de, 600 küsur yıllık Osmanlı, dağılmaz zannedilirken, paramparça oldu.. Yarınlarda da, eğer İslam Milleti olarak, kimseye esir ve uşak olmadan, hür insanlar toplumu olarak güç sahibi olmak istiyorsak, hiç bir kavmi diğerinden üstün ya da noksan saymadan, ümmetin birliği yolunda ilerlememiz gerekmekte..
*
Bereket ki, sosyal bünyemizin her kesiminde birbirine asırlar boyunca karışmış olan her etnik kökene bağlı insanlar arasında, insanları birbirine düşmanlığa çağıran bir inanç sistemi yok; tam tersine, bu inanç sistemi, ’Sizin en üstününüz, Allah’tan (Allah’ın yasakladıklarından) en çok sakınanızdır..’ meâlindeki ’inne ekremekum indallahe etqakum.. ’ âyetiyle ve Hz. Peygamber (S)’in Vedâ Haccı Hutbesi’nde yer alan, ’Ey insanlar, siz hepiniz Âdem’in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır..’ meâlindeki ölçüye göre şekillenmektedir. Ve bu inanç sistemi, derin bir kültür de geliştirmiştir, müslümanlar arasında.. Sözgelimi, sadece türkçede, Yûnus’un 800 yıl öncelerde dile getirdiği ve ’Yaratılanı hoş gördük, Yaratan’dan ötürü..’ mısraları bile bu derin kültürden müthiş bir dünya görüşü, her birimizin maddî çamurunun diğerinden üstün veya noksan olmadığı gibi bir yüce insanlık anlayışını öğretmektedir bize..
Bunun karşısında, ırkçı, kavmiyetçi, cinsiyetçi ve insana sosyal sınıflara ve yaşadıkları coğrafyalara göre farklı değerler atfeden sınıfçı, ayırımcı anlayışlar, insanlara, kendileri gibi olmayanları ’öteki’leri cehennem olarak öğretmekte ve onların yok edilmesini, ezilmesini, sindirilmesini, teslim olmalarını, sadece hizmetçilik yapmalarını sağlıyacak bir duruma düşürülmelerini öngörmektedir. Biz bu gibi aşağılık anlayışlar karşısındaki tavrımızı ve kesin tercihimizi kararlılıkla ortaya koymalıyız.. Haram olan, şeytanî olan yollarda mı yaşıyacak ve öleceğiz; yoksa, kesin doğru ve bütün insanlık için kurtarıcı bir nefha, bir soluk olduğuna inandığımız İslam’a göre bir yaşayış ve ölüme tâlib olarak mı?
dirilişpostası