Yaratılan her şey, Yaratanın önünde sevgi ve saygı gösterisi içindedir. Kâinattaki tüm varlıklar, yaratıcısı huzurunda övgü, sena ve saygının gereğini yerine getirmektedir. Biliyoruz ki maddenin en küçüğü atomdur. İşte en küçük bir maddenin, ilim önündeki tavrı:
Bütün eşya atomlardan meydana gelmiştir. Atom çekirdeklerinin etrafındaki elektronlar, sürekli ve muntazam bir şekilde çekirdeğin etrafında dönmektedirler. Bu hadise, Allah’ı tesbih olarak ifade ediliyor. Acı bir gerçek ise, hiç bir varlık tesbihini aksatmazken insanın bu konuda ihmalkâr davranmasıdır. Mesela:
Yüce Yaratıcı arıya “bal yap” talimatını vermiş. Bundan sonra arıya düşen vazife, bal yapmaktır. Arı ne yerse yesin, ister çiçek, ister şeker, ister acı bir şey, yapacağı şey sadece bal üretmektir. Arının sürekli bal yapması demek, sürekli olarak Rabbini tesbih etmesi demektir.
Rabbimiz kobra yılanına “zehir üret” talimatını ilhamla vermiştir. Kobra yılanının Yaratıcısı için yapacağı tesbih, onun sürekli zehir üretmesidir.
İpek böceğine verilen vazife ise, ipek üretmektir. İpek üretmesi, ipek böceğinin Rabbini tesbihidir.
İşte yeryüzünde ve tüm kâinatta yaratılan varlıklar kendilerine verilen vazifeleri aksatmadan, tehir etmeden yerine getirir. Bu yerine getirme vazifesi, o varlıkların tesbihi olmaktadır.
Rabbimiz, kudret eliyle yarattığı ve ruhundan ruh üflediği insana ise “ibadet et” vazifesini vermiştir. İnsan bu emre müspet cevap verirse, ibadete başladığı andan itibaren yaptığı her şey ibadet hükmündedir. Yapmış olduğu ibadet ne olursa olsun, vazifesini yerine getirirken, o vazifeyi, o talimatı veren varlığı yani Rabbimizi hatırlamak, O’nun bilgisi dâhilinde olduğunu, O’nun gördüğünü, O’nun işittiğini düşünmek en büyük zikirdir.
İşte burada dikkatimizi çeken bir mesele vardır.
“Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 53)
Cinlerin ve insanların yaratılış gayesi, Allah’a ibadete hasredildiğine göre, hayatın bütününü ölünceye kadar sadece farz ibadetler doldurabilir mi? Bu ancak ibadetin hayatın her yönünü kapsaması durumunda gerçekleşir.
İbadetler, namaz da olsa, zekât, oruç veya hac da olsa belirli bir süreyi ve alanı kapsar, ya da kişi nafilelerle bu süre ve alanı artırabilir. Fakat hayatın bütün alanını dolduramaz.
Bu şekilde ancak Allah’ın nurdan yarattığı melekler ibadet edebilir. Yoksa insanoğlu bütün vakitlerini ibadetlerle geçiremez:
“Onlar gece-gündüz Allah’ı tespih ederler, usanmazlar.” (Enbiya, 20) “Allah’ın emirlerinde O’na isyan etmezler ve emrolundukları şeyleri yerine getirirler.” (Tahrim, 6)
İşte zikrin önemi burada dikkatimizi çekmektedir. Zaman ve mekân boyutunun üstünde olan hatırlama olayı yani Rabbimizi zikretme vazifesi, bir nevi hayatımızda herhangi bir boşluk bırakmamaktadır. Lisanın zikrinin bittiği yerde, kalbin devreye girmesi, meseleyi kökten halletmek gibidir.
Kulluk kitabımız Kur’an-ı Kerim’de defalarca dile getirilmiş zikir mevzuu, Allah’a inanan her insanı temelden ilgilendirmektedir. Böyle önemli bir ameli, belli bir zümrenin vazifesiymiş gibi algılamak, zikre yapılacak en büyük haksızlık olur. “Dilimizin yaşlığı, zikir bağlantısı sebebiyle olsun ve Rabbimiz bizleri kendisini çokça anan, hatırlayan, zikreden kulları içerisine katsın” duası ile cümlenizi Rabbimize emanet ediyoruz.
yeniakit