Hocamı kaybettim. İstanbul dışındaydım, bir gün sonra haberim oldu vefatından, Adana’dan Mehmet Mühür ağabey haber verdi.
İmam Hatibe Maraş’ta başladım. Maraş İmam Hatip deyince ilk Sandal hoca ve Abdulkadir Kocamanoğlu’nu hatırlarım. Sandal hocaya sormuşlardı. Aksu Irmağı köprüsünü sel alsa, nikâh için gelen erkek tarafı bir tarafta, kız tarafı öbür yakada kalsa. Telefonla nikâh caiz olur mu? Sandal hoca demişti ki, “Telefonla nikâh caiz olur, ama dikkat etmek lazım, telefonla evlenen telgrafla boşanır.”
O gün manyetolu telefon vardı, dünden bugüne, cep telefonu, internet var ve MetaVerse’den söz ediyoruz.
Kocamanoğlu, dayım Hasan Aksay’ın ilahiyattan arkadaşı idi. Kocamanoğlu da öyle.
Kuşkusuz daha birçok değerli hocalarımız oldu ama benim hayatımda en etkili olanlar bunlardı.
Hulusi Özkul’un kız kardeşi de anneme dikiş öğreten kişiydi.
Ben Konya İmam-Hatib’e gittiğimde Hulusi hocam aynı bahçe içindeki Yüksek İslam Enstitüsünde öğretim üyesi idi. Bir dönem din eğitimi genel müdürü oldu. Milletvekili oldu. Milli Nizam ve MSP döneminde bu davaya büyük katkıları olan biri.
Faruk Akkülah, Millet Partisi ile Cumhuriyetçi Köylü partisi birleşip MHP adını alınca, MHP’deki Osmanlıcı, Hilal’ci kesimi temsil eden önemli bir isimdi. O da Hasan Aksay’ın arkadaşı. Ben anne-babasız büyüdüğüm için 15’inden sonra, hep dayımın arkadaşlarına emanet edildim. Akkülah Adana İmam-Hatibte Mehter takımı kurdurmuştu da, boyum iyiydi ama, zayıf bir Osmanlı imajı olmamalı diye ben kadroya dahil edilmediğim için çok üzülmüştüm.
Hulusi Özkul’u ilk tanıdığımda çok sevmiştim. Dindar, cesur, arif ve latif bir kişiliğe sahipti.
İstanbul’da geçti ömrünün son günleri ama, özellikle bu pandemi günleri(!?)den birçok dostla doğru düzgün haberleşemedik. Hocam ile hiç olmazsa arada bir telefonla görüşüyorduk.
Bu kişiler özel kişilerdi. Mesaisi bitince evine giden tipler değildi. Seçtikleri öğrencilerle özel olarak ilgilenirler ve onların önlerini açarlar ve onları yarınlara hazırlarlardı. Onlara müfredatın ötesinde bir görev yüklerlerdi. Aslında bu davet, bu çağrı, herkese açıktı.
Hulusi Özkul’u o ilk günlerde, okulun açılışı için düzenlenen törende tanıdım.
Hâlâ kulaklarımda: “Sizler bir milletin diriliş ve uyanışı için, Allah yolunda serdengeçtiler olarak buraya geldiniz. Sizler bataklığa atılan taşlar gibisiniz. Bu millet sizin başlarınıza ayakları ile basarak bataklığın karşı tarafında geçecekler. Bu zor göreve, kardeşlerinizin ayaklarını başlarınızın üstünde görmeye nefsinizi hazırlamadı iseniz, burada durmayın.”
“Biz kardeşlerimizin ayaklarını başımızın üzerinde taşımak için bataklığa saplanan taşlardık”!
“Hadimunnas” idi.
Çünkü Allah’ın Resulü öyle buyurmuştu: “Hadimunnas, men yenfaunnas”. İnsanların en hayırlısı insanlara hizmet edendir.
Ben Haruniye/Düziçi’nde doğdum. Orada köy enstitüsü vardı. Öğretmen olmak benim için daha kolay bir tercih olacaktı. Zaten ilkokulda öğretmen okuluna yönlendiriliyorduk. Ben İmam Hatibi seçtim.
“Öğretmen” değil, “İmam” olacaktım. Ama “namaz kıldırma memuru”, “din görevlisi” değil.
Her Müslüman, bulunduğu toplulukta en öndeki kişi ise o, o topluluğa imam olur. Önder olur, hakem olur, onların hak ve hukukunu koruyan kişi olur. Hakk’ın ve halkın gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, haykıran sesi olur. Dininin görevlisi olmak için kadrolu olmak gerekmez ki. Hayatın her alanında örnek ve önder kişi olmak. İmam aynı zamanda muallim de olmalıydı, Hakk tarafından görevlendirilen ve karşılığını Allah’tan alacak olan bir kişi!
Hulusi Özkul, kişiliğimin şekillenmesinde okul hayatı içinde en önemli kişilerin başında gelir. Aklı ve kalbi ile duası ile bizi kucaklayan bir kişilik olarak, hep aklımda oldu ve bundan sonra da isim öğrenmekte hep zorlandığım halde, adını hiç duraksamadan söylediğim kişilerin başında gelen bir kişi o. Mesela Konya’da Edebiyat hocamız Celal Tarakçı vardı, unutmadığım.
Biz İmam-Hatib’e giderken, aslında kolayı değil, zoru seçtik. İş güç sahibi olmak, memur olmak için değil, haksızlığa, her türlü zorluğa karşı direnmeyi seçtik. Çileyi, mücadeleyi, mücahedeyi seçtik. Uykuyu değil, uykusuzluğu, istirahati değil yorulmayı seçtik.
Sakarya şiiri İmam Hatip misyonunu anlatır, “Lale Devri”ni ya da “Papatyalar”ı değil. “Öz yurdunda garip, öz vatanında parya” muamelesi görenlerin hikâyesini anlatır.
“İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal. / Hamallık ki, sonunda, ne rütbe var, ne de mal, / Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan; / Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan.”
7 yıllık okulu, 7 okul değiştirerek, 9 yılda bitirebildim, hep 4,5’dan 5 alarak, 10 üzerinden. Çünkü dersten çok başka kitaplar okuyorduk. Büyük hayallerimiz vardı, gerçekleştirmemiz gereken. Biliyorduk ki, hayal gerçeğin anasıdır. Davamız belli idi: “Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu. / Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek;” Ve geri gelmeliydi ölümsüz gerçek. Allah’ın rızasının tecellisinin vesilesi olmalıydık. “Akrebin kıskacında yoğurmuştu bizi kader”
Ve biz Allah’a ve ahiret gününe iman etmiştik. “Bu dâva hor, bu dâva öksüz, bu dâva büyük!..” diye çıkmıştık yola, davası görülmeyen davalar vardı görülmesi gereken. Hem de bir ömür boyu süren, bitmeyen davalar..
Biz kanaryaların, ebabil kuşlarının görevi “Fil ordusunu yenmek”, Bir Hüdhüd mesajı ile “binbir başlı kartalı yakalamak”tı ensesinden. İman etmiştik, Allah’ın kolaylaştırdığında daha kolay ve zorlaştırdığından daha zor bir iş yoktur. Ve Allah, bizim ellerimizle zalimleri cezalandırmak ve mazlumlara yardım etmek istemektedir.
Hocam, senin bitti dünya sürgünün. Oradaki dostların buradakilerden daha fazla. Allah’ın daveti gerçekleşti. Biz beklemedeyiz.
“Ölüm Asude bir Bahar ülkesidir bir rind’e!” Halimizi arzed ahir zaman peygamberi Resul-ü Kibriya’ya. Allah, sana ve bizlere, hayatta kalan aile, akraba ve dostlarına rahmet eylesin. İnna lillah ve inna ileyhi raciun.
Selam ve dua ile.
Onun adına, “İstanbul / Pendik’te Hulusi Özkul İmam Hatip Ortaokulu” olduğunu da hatırlatalım.