Hukuk alanının daraltılması
Türkiye'nin asıl sorunu siyasetsizlikte, siyasi alanın darlığında...
Siyasi alan darlığının üzerinde tekrar tekrar durmakta yarar var.
Zira bu daralmanın iç kıvrımları bugün askeri vesayet sistemini aşan bir yapıya doğru ilerliyor.
Belirleyici iki temel unsurdan söz etmek mümkün...
Bunlardan ilki, "toplumsal ve siyasi alanın kalıcı bir şekilde daraltılması"dır: Yani toplumun talepleri ve örgütlenmenin ayrımcı ve yaptırıma tabi tasnifidir. Yani uzlaşma, diyalog, etkileşim gerektiren siyasi konu ve soruların siyasi niteliğinin imha edilerek tartışılmaz devlet meselesi haline dönüştürülmesidir.
İkincisi, bu daraltma girişiminin, bugün "anayasal kuruluşlar ve yargı organları üzerinden, yani demokrasi kurumları eliyle yapılması"dır. Bunun toplum ve siyaset kadar, "hukuk alanını da siyasileştirerek daraltması"dır.
Bu iki sorun esasen bugün yaşanan, örneğin siyasi partiler yapılanması, rant yapısı, yönetim krizi, istikrar sıkışıklıkları, içe kapanma eğilimleri gibi türlü sorunların temelinde yatar.
Toplumsal, siyasal, hukuki "hakemlik kurumlarının içini iyice boşaltarak krizleri kronik hale getiren" bu gidişe rağmen, tartışmaları "tek sorun, tek kişi ya da tek parti"ye endekslemek demokrat aklın alabileceği bir tutum değildir.
Şunu bilmek gerek:
Toplumun ve siyasetin devre dışı bırakıldığı rejimlerde, "katılım, temsil ve hukuk kurumları" adaletli, özgür ve düzgün çalışmaz, o zaman da demokrasiden söz edilemez.
Hele bir de, "bu devre dışı bırakma girişimi hukuk kurumu üzerinden yasallaşıyor ve yapılaşıyorsa", bu rejimi tek sözcük tanımlar:
Otoriter düzen...
Ve her otoriter düzen otoriter tutum ve girişimlerini "halk eğilimi", "milli güvenlik", "iç tehlike", "kendini savunma", "kendisine özgülük", hatta "kendisine özgü demokrasi" gibi sözlerle doğrulamaya çalışır.
Otoriter düzenlerin gizli ya da açık olması arasında öz açısından hemen hiçbir fark yoktur.
Tek fark dozdadır...
Türkiye de benimsediği otoriter rejim dozunu her geçen gün biraz daha arttırmaktadır. Örneğin siyasi partiler, özellikle iktidar partisi üzerine yapılan her meşruiyet tartışması, son olarak kapatma davası, hem "gelinen nokta"ya, hem de bundan sonra "gidilecek yer"e işaret etmektedir.
Sonuç, açık bir şekilde siyasi alanın biraz daha daraltılması, siyasi partilere yoruma dayalı her tür devlet müdahalesinin "hukuken" mümkün kılınmasıdır.
Siyasete yönelik keyfi bu tutum, aslında devletin bireylere yönelik keyfi tutumunu davet eder ve meşrulaştırır.
Zira kim tarafından, hangi güdüyle belirlendiği belli olmayan "devlet ya da asayiş politikaları" her yerde "keyfilik" üretir.
Ve her keyfilik "kaos ve çatışma" demektir, kaba güce ya da gayrimeşru kurallara başvurmak demektir.
Bu keyfi tutum aynı zamanda, "toplumun yok sayılması", zapt u rapt altına alınmaya çalışılması demektir. En beteri, farkılıklar arasındaki temasın ve etkileşimin öldürülmesi, yani bir sistemin ruhunu, canını oluşturan "toplumsal mutabakatların eritilmesi" demektir.
Peki ya sonuç?
Sonuç ortada:
Gücün keyfice el değiştirmesi, siyasi alanın, zayıfladıkça dar çıkarlara endekslenip suni bir şekilde bölük pörçük olması, modernleşmemiş, farklılaşmamış tepkisel siyasi davranışın ya da oy davranışının ortalığı kaplaması, istikrar bunalımı, yönetim krizi...
Şimdi herkesin belleğinde toplumu aramasında büyük fayda var...
Kemal Derviş yine geldi"
Ama unutmamak gerekir, yeni siyaset ya da yeni oluşumlar da bu koşullardan muaf olmaz"
yenişafak