"Anayasa Mahkemesi Raportörü" seçildikten sonra yaptığı hukukî açıklama ve tartışmalarla dikkatleri üzerinde toplayan Doç. Osman Can"ın yeni bir kitabı yayınlandı, Timaş Yayınları"ndan.. Önsöz yazısı, 9 Ağustos 2010 tarihli olduğuna göre, oldukça taze..
Can"ın bu kitabı , "Darbe Yargısının Sonu.. -Karargâh Yargısından Halkın Yargısına..-" adını taşıyor.. Kitabın kapağına Osman Can"ın kocaman bir baş resminin konulmasının, ciddiyetine gölge düşürdüğünü de bu arada hemen belirtmek gerekir.. Ama, kitabın değindiği konular önemli ve ciddî konular.. Can, kitabını, önsözünün daha ilk cümlesinde, "...temelleri 1930"larda atılan, 27 Mayıs Darbesi"yle anasayal düzeyde kurumsallaştırılan yargı sistemimizin yapısını ve yarattığı sonuçları konu edinmektedir.." diye tanıtıyor..
Kitabın ele aldığı hemen her konu önemli ve bunların konu başlıkları bile bunun habercisi..
"Türkiye"de topluma yabancılaşmış hukukçu sorunu.." başlığını taşıyan ilk bölüm de bunun bir örneği..
Bu bölümde Can, Türkiye"deki yargıçların, "toplumun sorunlarına yanıt verebilecek bir sorgulama kültürü geliştiremediklerini"ne; hukukçuların devamlı hukuk devletinden söz etmelerine rağmen, "yargının "yargı" olup olmadığına bakmadıklarına, yargı denetiminin "hukuk" adına mı veya "ideoloji" adına mı yürütüldüğüyle ilgilenmediklerine" değiniyor..
*"... Hukukçular Mecelle"ye baktıkları zaman genelde "kazuistik"ti, günün koşullarına cevap veremiyordu" diye eleştiriler yöneltirler. Halbuki, Türkiye"nin hâlihazırdaki kanunlarının çoğuna bakıldığında, kazuistik"ten de öte, neredeyse masalsı bir anlatıma dönüştü(rüldü)ğünü ve bunun bu hale gelmesini sağlayanların da ironik bir biçimde en fazla Batı olduğunu iddia eden kimselerin veya "çağdaşlık" misyonerliğine kimi dönemlerde soyunan yargısal kurumların olduğu görülür.."
*
"Eskiye aid olan hukuksal değerler, referanslar ve yüzyıllar süresince üretilmiş ingiliz yargılama sistemine benzer içtihadî hukuk (case law) anlayışı, çok sağlam olduğu akademik araştırmalarla ortaya çıkmış bulunan hukuk metodolojisi gibi temel oluşturabilecek ne kadar gelenek varsa, hepsinin geçersiz kılınması üzerine bir hukukî inşa süreci başlıyor.
Belli bir zamana kadar Osmanlı"da sentezci bir hukuk anlayışı vardı. Hattâ Cumhuriyetin yeni medeni kanununun hazırlanması çalışmasının ilk safhasında da benimsenen anlayış buydu. Ama Lozan Barış Andlaşması"nın sırasında Batılıları ikna etmek için modern hukuk sistemininin Türkiye"ye transfer edileceğine yönelik sözler verilmişti.. Müzakereler sırasında bazı uzlaşılar bu şekilde sağlanıyordu. Konsolosluk mahkemeleri konusundaki kapitülasyonların kaldırılması, Türkiye Cumhuriyeti"nin tamamen yepyeni, Batılı tarzdabir medenî kanunu kabul etmesi ve buna ilişkin bir yargı sistemininin oluşturulmasına yönelik sözlerin sözlerinin üzerinden gerçekleşti. Hatta Batı, Lozan Andlaşmaları sırasında çok açık ve net olarak Osmanlı"nın yargı ve adalet sistemine güvenmediğini söylüyordu.. Buna karşın, Batılı sistemlerdeki gibi bir yargı sistemi kurulacağı sözü verildi. (...) Dahası bu taahhüd yetmiyor güven de telkın etmek gerekiyordu. Bu güveni sağlamak üzere Lozan Barış Andlaşması"yla bir şart daha getirildi. "Yargı sisteminin taahhüd edilen şekilde çalıştığını kontrol edecek gözlemciler"in Türkiye"ye gönderileceği kabul edildi.."
Bu satırlar Can"ın konuya yaklaşımının genel çerçevesini yansıttığı kadar, 90 yıl öncelerde hukuk devrimi adına yapılanların perde gerisi ipuçlarını da veriyor insana..
*
Doç. Can, bu konulara girerken, durumun anlaşılması için bir tesbit yapıyor ve "1920"lerden itibaren Türkiye"nin bir inkılap sürecine girdiğini de hesaba katalım.. İnkılap radikal bir olgudur. Bu süreç, topluma yukarıdan aşağıya doğru hukuk kuralları yoluyla dayatılacaktı." diyor..
Bu hukuk devriminin baş mimarı, Mahmud Esad (Bozkurt).. Mahmud Esad, İsviçre"de 1916-1918 arasında hukuk doktorası yapmış bir isim..
Lozan Barış Andlaşması"nda planlandığı için, zamanın Adalet Bakanı Seyyid Bey"in başkanlığında bir "medenî kanun çalışması" hızlı şekilde başlatılıyor.. Bu çalışma, Ahmed Cevdet Paşa"nın 1860"larda hazırlayıp uygulamaya konulan Mecelle"yle esas alınarak, yapılmak isteniyordu..
*
*Hedefi, adalet değil, kemalist-laik devrimleri uygulamak ve dayatmak olan bir yargı..
Can"ın ilginç tesbitlerine göre, Mahmud Esad, işte o dönemde sahne alıyor ve M. Kemal"le konuşup, onu ikna ediyor ve Seyyid Bey"in başkanlığında kurulmuş olan komisyonu dağıttırıyor..
Bunlar olurken, Mahmud Esad ile M. Kemal arasındaki geçen bir konuşmayı şöyle aktarıyor:
(M. Esad): -Ben en modern medenî kanunun nerede olduğunu biliyorum.. Bunlarla hiç uğraşmayalım.. Nasılsa medeniyet belirli bir noktaya kadar gelmiş.. En güzel formunu alıp buraya getireceğiz.. Uygulayacağız ve bu şekilde sorunumuzu çözeceğiz.. Artık böyle sentezci işlerle uğraşmayalım.."
(M. Kemal): - Peki, kanunları uygulacayacak hâkimleri nereden bulacağız?
-Bunu ben bulacağım, ben yetiştireceğim.."
Bu niyetle Ankara Hukuk Mektebi açılır..
Ve İsviçre Medenî Kanunu getirilir..
Bu kanunun seçilmesi, Mahmud Esad"ın zihniyetine uygun olmasıdır..
M. Kemal de bunu tercih etmişti.. Çünkü, radikal adımlar atma sinyali veren bir insandı. Üst yapıda radikal değişimler yaparak düşüncelerini, ideallerini bütün devlet aygıtına egemen kılmanın yollarını arıyordu.. Mahmud Esad (Bozkurt) ise onun bu radikalliğine Batı"dan örneklerle en iyi cevapları verebilecek olan kişiydi.. Yani, Osmanlı döneminde belirleyicilik bakımından Ahmed Cevdet Paşa nasıl bir role sahipse, Cumhuriyet döneminde de Mahmud Esad (Bozkurt) buna benzer bir role sahipti.. Ama, (....) Ahmed Cevdet Paşa"nin tercihlerinde belirleyici olan unsurlar hukuk siyaseti bakımından doğu-batı sentezi, adalet, hakkaniyet, toplumsal beklentilere yanıt vermek olarak özetlenebilir. Mahmud Esad Bozkurt"un tercihlerinde belirleyici olan yaklaşım ise, yönetici sınıf tarafından belirlenmiş, saptanmış olan bir ideolojinin bütün kuşatıcılığıyla, hukuksal ve yargısal araçlarla topluma dayatılmasıdır... Toplumun bu tercihler doğrultusunda "yargı" eliyle terbiye edilmesidir."
*
Doç. Can"ın da tesbit ettiği üzere, 1924-1930 arasında Adalet Bakanlığı yapan Mahmud Esad, o dönemin adliye / yargı mekanizması üzerinde, M. Kemal"den aldığı yetkilerle tek otoritedir ve "Yargının görevi adalet değil, devrimleri hayata geçirmektir.. (Yargıçların) bir devlet ajanı olarak çalışmalarıdır.." diyebilen bir zihniyete sahibdir.. ("Sanki, bugünkü yargı farklı mı düşünüyor?" diyenleri işitir gibi olabilirsiniz..) Bu noktada, 28 Şubat 1997 Zorbalığı günlerinde, bütün yüksek yargı mensublarının Genelkurmay"a çağrılıp, orada kendilerine verilen brifinglerle, tam da bu mânaya uygun olarak, yeniden ve süngüucu ile, nasıl bir hukuk eğitiminden geçirildiklerini ve o çağrılar üzerine, mahkeme kürsülerinde kalın kırmızı yakalarının içinde kafaları kaybolan yüksek yargıçların postal yalamaya nasıl koştuklarını da hatırlayabilirsiniz..
Esasen, Mahmud Esad, Ankara Hukuk Mektebi (Fakültesi)"nin açılışında (henüz 1925 yılında) "Türkiye"nin türk adliyecileri, bu çerçevede devrimin kendilerine yüklediği geniş ve engin görevin ağırlığını kavramışlardır. Bunun gereklerini yapmaya hazırdırlar. Devrim için hazır olma ve onu savunma rolü, Türk Adliyecisinin yegane övünme nedenidir. Tek vurgulayacağı şey odur, başka bir şey değil. Devrimler insanlığı mutluluğa götüren araçlardır. Karşı koyanların sonu mutlak bir hüsrandır.." dememiş miydi..
Böylesi bir hukuk ve adalet anlayışına sahib olan birilerinin teşkil ettiği, -Doç. Can"ın deyimiyle, Türkiye"yi teröre boğmuş ve sadece ismi mahkeme olan ve önce idâm edip sonra yargılayan- Kılıç Ali, Kel Ali ve Necib Ali"den oluşan Aliler Divanı durumundaki ve -birer terör aygıtından başka bir şey olmayan- İstiklal Mahkemeleri"nin (sh.34) nasıl çalıştığını tasavvur edebilirsiniz..
*
*Ülke ve halkımızın bugünkü çoğu dertlerinin temeli o günlerin ırkçılık anlayışındadır.
Doç. Can, "Amacı , adaleti gerçekleştirmek olmayan bir hukuk, bir suç aletinden başka bir şey değildir.." diyen büyük alman hukukçusu Gustav Radbruch hatırlatır, haklı olarak..
Bu arada, Doç. Can, Mahmud Esad"ın tam bir ırkçı kafaya sahib olduğunun örneklerini de verir..
"Atatürk İhtilali" isimli eserinde Mahmud Esad, Çerkez Edhem ile Demirci Mehmed Efe arasında geçen bir dialoguna yer verilir.. Düzenli ordununu kurulması ardından isyan eden bu kişilerden Çerkez Edhem yunanlılara sığınır, Demirci Mehmed Efe, Atatürk"e karşı olmakla birlikte Yunanistan"da sığınmak yerine vatan topraklarında çarpışarak ölmeyi tercih eder... Bunun üzerine Mahmud Esad durumu kitabında söyle aktarır:
"Bakın! Türk"ün eşkıyası dahi şecaat sahibidir. İşte türk"le çerkez"in farkı..Türk"ün daha dün dağlarda dolaşıp şakilik yapanı bile böyle bir izzet-i nefese sahiptir. Onun için için türklük ve türk"ün vatanı herşeyin üstündedir. Bu bir kan mes"elesidir, zaten..
Türk Genci! Damarlarında türk kanı devredenden (dolaşan) başkasına inanma! Türk"ün en kötüsü, türk olmayanın en iyisinden daha iyidir.."
Evet, böylesine ırkçı bir anlayışa sahib bir kişi, Mahmud Esad ve şefleri..
Ama, Doç. Can"ın da yakındığı gibi, günümüzde bile TC."nin yüksek yargıçları, Mahmud Esad Bozkurt"u hâlâ bir hukuk âbidesi olarak tanır, onun adına verilen ödülleri alırlar...
Mahmud Esad"ın 19 Eylûl 1930"da yaptığı bir konuşmada, "Türk bu aüülkenin yegane efendisi, yegane sahibidir. Saf türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır: Hizmetçi olmak hakkı, köle olmak hakkı.. Dost ve düşman, hattâ dağlar bu hakikati böyle bilsinler.."
Doç. Can, bu sözlerin, aslında ondan 20 gün önce, zamanın başbakanı İsmet Paşa"nın 31 Ağustos 1930 tarihinde şu sözlerinin bir versiyonu olduğunu hatırlatır: "Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka kimsenin böyle bir hakkı yoktur.."
Can, "20 gün önce Başbakan bunu diyorsa, 20 gün sonra onun Adalet Bakanı da onun çok daha ilerisinde bir şey söyler.." diyor da, asıl onların tepesinde bulunan ileride kendisini 1934"de çıkarılan bir soyadı kanununa göre, bir etnisitenin, bir kavmin babası olarak, "Atatürk" diye nitelettirecek ve bu soyadını "büyük bir tevazu ile, lûtfen" kabullenecek olan M. Kemal"e, herhalde, "Aman zülf-i yâre dokunmasın.. İyi saatte olsunlar.." dikkati ve ihtiyatlı yaklaşımı içinde herhangi bir atıfta bulunmuyor; "Osmanlı döneminde olmayan "ideolojik ve misyoner yargı kültürü" işte Mahmut Esat Bozkurt, Recep Peker, İsmet İnönü ve sair Cumhuriyet İdeologları sayesinde Türkiye"nin temel sorunu haline gelmeye başladı.."(sh.36) diye geçiştiriyor.. Halbuki, o sıralamaya göre, İsmet İnönü"den sonra, ondan daha yukarda olanın da sayılması gerekiyordu, cümlenin mantıkî gelişimi açısından.. Ve açıktır ki, o dönemin Adalet Bakanı Mahmud Esad"ın ve CHP"nin Genel Sekreteri Receb Peker"in ve Başvekil İsmet Paşa"nın da, da üstünde olan ve onlara "ışık" olan ve kol-kanat geren, M. Kemal"di..
(Bu vesileyle, belirtelim ki,TC."nin yargı mekanizmasında, kemalist ideolojinin, bu en adâlet tanımaz Adalet Bakanı Mahmûd Esad Bozkurt"un anlayışına uygun bir kadrolaşma varlığını sürdürmektedir hâlâ da.. Bu cümleden olmak üzere, 2005 yılında Yargıtay I. Başkan Vekilli"ne getirilen Osman Şirin, "Artık, Mahmud Esad döneminin sona ermesi gerektiği"ne dair bir söz söyler söylemez, kemalist çevreler ayağa kalkmış ve o da, iki-üç gün sonra, kemalist ideolojinin oligarşik tahakkümü karşısında, "sözlerinin yanlış anlaşıldığı" gibi malûm laflarla taklalar atarak durumu ve durumunu kurtarmış ve bir daha da o konuya değinmemişti.. Çünkü o zaman Yargıtay adına yapılan tartışmada kullanılan ifadeler konuyu açıklamaya yetiyordu: "Yargıtay çatısı altında adalet dağıtanlar, onun tarafından ülkemize getilen çağdaş hukuk eğitimini alarak yetişmişlerdir. Böyle yetişen, bu şekilde düşünen ve yıllardır çağdaş hukuku okuyan bizlerin Mahmut Esat Bozkurt ve onun ülkemize getirdiği laik Batı hukukuna karşı olduğumuz düşünülemez. Böylesi söylemler asla kabul edilemez.."
*
İlginç olan bir diğer noktayı daha hatırlayalım..
Yargıtay eski başkanlarından Doç. Sâmi Selçuk, bir Adlî Yıl açılışında yaptığı konuşmada, "1982 Anayasası"nın hile, ikrah ve cebirle, süngü ucu zorlamasıyla, tehdidle kabul ettirildiğini; böyle bir zorlamayla kabul ettirilen bir hukuk metninin mutlak butlanla bâtıl olduğunu, bu yüzden hukûken "keenlemyekûn" (bütünüylü yok ve geçersiz) sayılması gerektiği"ni belirtmişken; ayrı Selçuk, o Anayasa"da büyük gürültülerle yapılabilen son değişiklik çalışmalarına karşı çıkan bir tuhaf anlayış sergileyebilmiştir..
Durum böyle olunca, 1961 Anayasası"nın referandumu sırasında, Giresun"da Jandarma Komutanı iken, vatandaş"ın göğsünde sigara söndürterek, zorla kabul oyu verdirttiğini itiraf eden ve 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 63 tarihlerinde iki kez darbe teşebbüsüne girişip ikisinde de başarısız olduğundan, sonunda kurşuna dizilerek idâm olunan Harbokulu Kom. Kur. Alb. Tal"at Aydemir"in, "Ne ilginçtir ki, zorla kabul ettirdiğim bir anayasayı şimdi ihlal etmek suçlamasıyla idâm talebiyle yargılanıyorum" şeklindeki sözlerini de bir daha hatırlayabiliriz..)
*
*Bir zamanlar faşizm ilham kaynağı olmakla öğünülen kemalizm, şimdi temize mi çıktı?
Bu arada Mahmud Esad"ın "Atatürk İhtilali" isimli eserinden bir bölümü de Doç. Can"ın aktarmasıyla, buraya dercedelim: Mahmud Esad, bir alman tarihçisinin düşüncelerini aktararak, şöyle demekte, kitabında: " Zamanımızın bir alman tarihçisi gerek nasyonal sosyalızmin ve gerekse faşizmin Mustafa Kemal rejiminin az çok değiştirilmiş birer şeklinden başka bir şey olmadıklarını söylüyor.. Çok doğrudur.. Çok doğru bir görüştür. Kemalizm otoriter bir demokrasidir ki kökleri halktadır. Türk milleti bir piramide benzer. Tabanı halk, tepesi de yine halktan gelen baştır ki, bizde buna şef denir. Şef otoritesini yine halktan alır. Demokrasi de bundan başka bir şey değildir."
Doç. Can bu sözlerden sonra, Faşizm"e, "örgütlenmiş, merkezîleştirilmiş, otoriteli bir demokrasi" diyen Mussolini"nin sözlerini aktarıyor ve devam devam ediyor: "Piramidin tepesindeki şefin almanca karşılığı "Führer"dir. Führer de zaten halkın içinden çıktığı ve halk adına tavır aldığını iddia eder... Yani halkın kristalize olmuş biçimidir ve halkın ortak aklının ifadesidir.. (...) Şunu da hemen aktarmakta yarar var. 1930"larrın batılı liderlerinden Atatürk"e birçok (...) övgü gelirken, Hitler de Atatürk"ün birinci talebesinin Mussolini, ikinci talebesininin de kendisi olduğunu olduğunu söyler.." (sh.33).
Bu arada, Başvekil İsmet Paşa, İtalya"ya doğru resmî gezi için yola çıkarken, 22 Mayıs 1932 tarihli Cumhuriyet gazetesinin manşetindeki cümlenin, "Kemalist Türkiye"den faşist İtalya"ya selam..." şeklinde olduğunu da hatırlayalım.. (sh.42)
*
Doç. Can bir noktaya da dikkat çekiyor:
"1950 yılına gelene kadar yargı (Mahmud Esad) Bozkurt"un öngördüğü bir algıya ve sisteme sahib idi.. (...) Yasama, yürütme ve yargının bütünün "parti neferi" olduğu sistemde (...) her yıl Eylul ayında cübbeler giyilip bol bol siyasî demeçlerin verilmesine alışkın olduğumuz yargı yılı açılış konuymalarında 1949 yılına kadar yargı bağımsızlığı, yasamanınv e yürütmenin yargıya müdahale etmemesi gibi kavramların kullanıldığına peke şahit olamıyorduk (...) Tabii ki yürütme yetkisi de CHP tek parti diktatörlüğünün bir parçası olduğundan dolayı sorun oluşturmamaktayldı.. . (....Ama) 1950 Eylülü"nde Yargıtay Başkanı Fevzi Bozer, ilk olarak "Siyaset yargıdan elini çeksin.." içerikli bir mesaj verme ihtiyacı hissetmiştir. Peki, 1949"dan 1950"ye gelindiğinde ne değişmişti?"
Evet, sahi ne değişmişti?
Çünkü, halkın iradesi kısmen de olsa iktidara ilk olarak yansımıştı, 14 Mayıs 1950 seçimlerinde Demokrat Parti"nin, Adnan Menderes"in iktidara gelmesiyle.. Ve şimdi yargının başındakiler, ilk kez, "siyaset yargıdan eline çeksin.." demeye başlamışlarsa, orada o zamana kmadar siyasetin içinde olan yargının, şimdi yeni siyasî kadrolardan rahatsızlığı ve efendi değiştirmek istemeyişin rahatsızlığı vardı.. Çünkü, bu yargıçlar, geçmişteki egemen güçlerin, majestelerinin yargıçları idi..
Türkiye, bugün de hâlen aynı sancıları yaşıyor..
Yargıya müdahale, kısaca, geçmişteki yerleşik iktidar ve menfaat odaklarının durumunu korumayı benimsemiş olan bir yargının bu durumdan kurtarılmak istenmesine karşı geliştirilen bir reflekstir..
*
Ve bu statükocu direniş, 1955"lerden itibaren şekillenmeye başlayan ihtilal odaklarının milletin iradesiyle iktidara gelenlere karşı, kemalist bir refleksle, darbe yapma hazırlıklarını geliştirdiklerini ve 27 Mayıs 1960"daki askerî darbeyle, TC. siyasî tarihinde, iktidarı zorla ele alanların ülkeye anayasa dayatma sürecinin de o tarihten sonra daha bir âdet haline geldiğini söylemeye gerek yok.. Son 50 yılımızda, arka arkaya gelen darbeler, darbe teşebbüsleri, muhtıralar, ayaklanma teşebbüsleri; ve nihayet 27 Nisan 2007 gecesi, Genelkurmay"ın yayınladığı ve halkın iradesiyle iktidarda bulunan siyasî otoriteye karşı bir başkaldırı, bir isyan mânasına gelen e-Muhtıra"nın, milletin iradesiyle iktidara gelen siyasî kadronun iradesine çarpıp parçalanması..
*
*Baştan bozuk olan zamanla düzelmeyeceğine göre, çürük temel üzerinde sağlam bina?
Bütün bu darbeler döneminin kenarından iğreti bir şekilde geçmek, halkımızın çektiği tahammülfersâ acıları hissetmemek olur..
Ve bu darbecilerin en büyük destekçilerinin ise, yargı mensubları ile, üniversitelerin hukuk fakültelerindeki kocaman kocaman hukuk profesörleri olduğunu da bu vesileyle bir daha hatırlayalım..
"Tarık Zafer Tunaya, İsmet Giritli, Muammer Aksoy, Sıddık Sami Onar, Huseyin Naili Kubalı, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu gibi isimler Türkiye siyasî tarihinin karanlık ve utanç verici bu sayfasını yücelten, meşrulaşlaştıran "hukukçu profesörler" olabilmişlerdir.. (... Bu isimler) "27 Mayıs İhtilali meşrudur; meşruiyetini kaybetmiş olan bir iktidara karşı yapılmıştır.." diye fetvalar vermişlerdir.. (...) Bu akademi geleneğinin günümüzde halen sürüyor olması, halen de "büyük" bilinen hukukçuların olağanüstü bir çabayla darbe dinamiklerini meşrulaştırmaya çalışması da bir diğer talihsizliktir.
Muammer Aksoy"un nefreti daha keskindir ve "Elinizden gelirse, çobanından çayırcısına, kuzucusundan esnafgına ve siyasetçisine kadar bütün hepsini toplayın ve zindanlara tıkın.. Suçsuzlukları kanıtlanıncaya kadar da bunları salıvermeyin.." görüşünü darbecilere telkın edebilmiştir.. İşte o dönemde Türkiye"de boyutları bir hayli korkunç olan bir aydın tablosu vardır. (...) Yalçın Küçük, Aydınlar Üzerine Tezler adlı kitabında şöyle der: "Türk aydınının tarihi, yenilik düşmanı bir halkı yenilikçi yapmanın tarihidir.." (sh.63-64)
*
Evet, Doç. Can"ın değindiği konuların temelleri bunlar.. Onun, temelde bu bakış açısıyla ve demokratik bir yargı mekanizması oluşturulması hassasiyetiyle yaklaştığı konular üzerine, bugünkü yargı sisteminin ve hukuk düzeninin açmazlarını ele alan öteki tahlillerinin mahiyeti de tahmin edilebilir.. Temeller böyle olunca, bu yargı mekanizmasının bugünkü mahiyetinin, milletin arzu ve iradesine uygun olacağı nasıl beklenebilir?
Baştan bozuk olan bir temel, zamanla düzelmiyeceğine göre, o temel üzerinde yükseltilen sosyal yapı, ne kadar sağlıklı olabilir, o temeller tamamiyle değiştirilmedikçe?
*
Hayr umulur mu, böyle gecenin sabahından?..
haksöz