Dünkü notlarımı okuyanlar şöyle bir soru sorabilirler: "Madem Afrika güllük gülistanlık, madem yoksulluk görecedir ve Afrika sadece bize göre yoksuldur, madem Afrikalılar bizden daha mutlu ve mesut yaşıyorlar, öyleyse Afrika'ya yardım kampanyaları neyin nesi?"
Evvelen: Dün anlattıklarımı beyazlık gurur ve şuuru namına bir şeyiniz varsa onu kırayım diye anlattım; Afrikalılardan alacağınız derslerin olduğunu göresiniz diye.
Saniyen: Afrikalılar kendi hallerine bırakıldıkları zaman genellikle böyle mutlu ve mesutturlar, evet.
"Genellikle" diyorum, "her zaman" demiyorum, çünkü Afrika'da açlıktan yahut susuzluktan yahut iç savaş denilen şeyden ve yahut bunların hepsinden birden mustarip olan bölgeler ve topluluklar elbette var. Ve fakat bilmeliyiz ki açlık ve susuzluk, tıpkı iç savaş denilen şey gibi, temelde siyasi bir meseledir ve çözümü de siyasi olmak mecburiyetindedir.
1992'de kuraklık yüzünden hayatını kaybettiği söylenen binlerce Somalili aslında kuraklık yüzünden değil, kuraklığı aşmak için kullanmaları gereken yolların "iç savaş" ağaları tarafından kesilmesi yüzünden hayatını kaybetmişti; ülkenin susuz bir bölgesinden sulu bir bölgesine göç etmeleri "düşman kabileler"den oldukları gerekçesiyle engellenmeseydi susuz kalmayacaklardı ve develeri de susuzluktan ölüp onları açlığa terk etmeyecekti... Nijer, zengin yer altı kaynakları üzerinde patlak veren Franco-Tuareg ayaklanmasının yol açtığı "iç savaş"la ve askeri darbelerle marbelerle boğuşmak zorunda kalmayıp işine bakabilseydi açlığın pençesine düşmeyebilirdi...
Niye iç savaşı deyip geçmiyorum da "iç savaş denilen şey" diyorum veya "iç savaş"ı şekilde görüldüğü gibi tırnak içine alıyorum?
Çünkü Afrika'nın neresinde bir "iç savaş" görüyorsanız orada aslında iç savaş yoktur.
Varsa da o "iç savaş" kesinlikle iç savaştan ibaret değildir.
İstisnalar olabiliyor, ama kaide budur.
Şimdi yani Güney Sudan taşrasında kendi halinde yaşarken ve devlet şuuru nedir bilmezken birdenbire muhkem bir ordu kurup Güney Sudan'ın bağımsızlığı için savaşan ve bu arada dünya diplomasi sahnesinde hiç eğreti durmayacak şekilde boy gösteren bir kabile mi olur?
Nasıl oluyor?
Ulusal kimlik şuuruna nasıl eriyor, silahları nereden buluyor, o diplomatik raconu kimden öğreniyor?
Afrika'nın birçok yerinde kabile asabiyetleri var tabii, ama bu asabiyetleri kamçılayıp kuvveden fiile çıkaran genellikle Batılılardır.
Kuzey Nijerya'da Müslüman, Hıristiyan ve Animist Afrikalıların yan yana yaşamalarını savunan ve bu arada İsrail'e giydirip duran antiemperyalist eyalet başkanı Amadu Bello'yu devirip paramparça eden ve Müslüman ahaliye olmadık eziyetler yapan İybo kabilesinin Batılı misyonerlerin rahle-i tedrisinden geçmiş bir kabile olması tesadüf değildi herhalde. Tutsileri kesen Hutuların arkasında Fransa'nın olması, Hutuları kesen Tutsilerin arkasındaki Uganda'nın arkasında İngiltere'nin olması, 800 bin ila 1 milyon Ruandalı'nın hayatına mal olan o "iç savaş" tezgahının neticesinde gerçekleşen rejim değişikliği üzerine Fransızların ye'se düşüp İngilizlerin yüzlerinde güllerin açması ve Ruanda'nın Frankofon Ülkeler Cemiyeti'nden atılıp İngiliz Uluslar Topluluğu'na alınması da bize bir şey söylüyor olmalı.
Şöyle bir şey:
Afrikalıların kendi aralarındaki bir savaşsa bu, nasıl oluyor da Fransızların mağlubiyeti ve İngilizlerin galibiyeti ile sonuçlanabiliyor?
Kahrolsun Batılı sömürgeciler, emperyalistler!
Ama onların dümen suyunda giden yahut onlara gün doğuran Afrikalı liderlere de yazıklar olsun tabii.
***
15 ayda 15 Afrika ülkesi gezdim.
İntibalarımın hülasası, her şeye rağmen, "Ben ömrümde bu kadar neşe görmedim."
Şimdi çocuklarıma "Afrikalılar yiyecek ekmek bulamazken siz bu yemeği nasıl beğenmezsiniz?"den ziyade, "Afrikalılar onca yokluk içinde o kadar neşeli olabilirken siz bunca varlık içinde nasıl böyle mızmız edebiliyorsunuz?" diyorum.
Kendime de diyorum bunu.
Sonra da kendi kendime diyorum ki: Belki de bütün mesele zaten bunca varlıktır...
yenişafak