D. Mehmet Doğan’ın Karar’da yayımlanan konuyla alakalı yazısı (02 Eylül 2019) şöyle:
Ortaokuldan, liseden bir arkadaşım, uzun bir aradan sonra çıkageldi. Elinde malûm gazete vardı. Ders kitabı dışında okumaz, ezberci ve “inek” olarak nitelenen takımdandı bizimki. Biz “47’liler” demokrasiye doğmuş, 1950’lerden sonraki her türlü dönüşümü yaşamış bir nesiliz. Hepimiz yaşadıklarından ibret almış, kendini yenileyebilmiş midir? Tabiî bu mümkün değil. Bu arkadaşımızın böyle bir yenileme için şartları uygun değil. Araştırmaz, okumaz, düşünmez. Hani şu Atatürk kitabını fahiş fiyata saf kemalistlere kakalayarak köşe olan zatın yazısını neredeyse ağzıma sokacak.
Haykırdı: “Diyanet İşleri Başkanı Rifat Börekçi gibi olmalı!”
Benden sert bir tepki beklediği anlaşılıyordu. İtiraz etmedim, sükunetle karşıladım: “Besbelli, dedim, sen uz görüşlü bir adamsın. Tam üstüne bastın! Diyanet İşleri Başkanı Rifat Börekçi gibi olmaya karar verdi. Bugün yarın açıklanır.”
Şaşkınlıkla “nasıl yani!” dedi.
“Uzun süredir Cumhurbaşkanı Diyanet İşleri Başkanı’na AK Parti’nin Ankara il başkanlığını teklif ediyor. O da bir türlü karar veremiyordu. Kabul etmiş!”
Bizim arkadaşta şafak attı. Bas bas bağırmaya başladı. “Bu dinî siyasete âlet etmektir. Böyle rezillik kabul edilemez.” (Daha ağır sözler sarf etti, benim onları yazmam asla mümkün değil.)
Sakinleştirmeye çalıştım. “Neden kızıyorsun, köpürüyorsun?” dedim. Elbette kızacaktı, köpürecekti ve hatta küfür edecekti. Çünkü kabul edilir bir şey söylemiyordum.
Ona dedim ki, “Bunda kızacak bir şey yok. 1930 yılında Rifat Börekçi Atatürk tarafından CHP Ankara il başkanı yapıldı.”
Bizim arkadaş daha şiddetli haykırmaya başladı, öyle bağırıyordu ki etrafta bulunanların dikkati bize yöneldi. Yalan söylüyormuşum. Kendisini kızdırmak için palavra sıkıyormuşum!
Bir sade kahve söyledim, sakinleştirmeye çalıştım. (Aslında şekerli kahve içer. Atatürk de öyle yaparmış!)
“Bunu uydurduğumu nereden çıkarıyorsun?” dedim. “Benim okuduğum kitaplarda böyle bir şey yok!” dedi.
“Son olarak bu konu ile ilgili hangi kitabı okudun?”
O Atatürkçü keriz söğüşçüsü milyonerinin palavralarını okumuş.
Tane tane anlattım: Başbakanlık Arşivi’ne intikal eden Cumhuriyet Halk Partisi belgelerinde konuyla ilgili çok malzeme var. Bizzat Diyanet İşleri Başkanı (aynı zamanda CHP Ankara il başkanı) Rifat Efendi’nin “bizim partimize” rey verin makamında yazıları mevcut…
Ona Mağlubiyet İdeolojisinin Sonu kitabımı hediye etmek zorunda kaldım. (Okur mu, bilmem. Okursa bir kriz daha geçireceği kesin). Orada yayınladığım metni gösterdim. İkna olmadı, fakat yıkıldı! (Birkaç gün içinde yolcu olursa korkarım benden bilinir!)
Bir daha yanıma gelmez sanıyorum! Esasında benim yanıma gelmesine gerek yok. O Atatürk pazarlamacılarının karşısına çıkıp: “Bizi neden kandırıyorsunuz alçak herifler?” Demesi daha makul, ama bu da mümkün değil.
Türkiye’de en fazla yalan, yanlış kaldıran kesim Atatürkçüler. Atatürk’ü öven her palavrayı gerçek sanıyorlar. Onun adına uydurulmuş vecizeleri hakikaten o söylemiş zannediyorlar.
Eski arkadaşım ikinci aşamaya geçemedi, tahminimce. İkinci aşamada 30 Ağustos hutbesinde Atatürk’ün adının zikredilmemesi bahsini açacaktı. Sosyal medyada bu hususta o kadar uydur kaydır lâflar dolanıyor ve o kadar ciddi adam bu furyaya kapılıyor ki, şaşarsınız.
Önce şunu bilmemiz lâzım: Atatürk’ün sağlığında adı herhangi bir hutbede zikredilmiş midir?
Hayır!
Edilse ne olurdu? Eğer bu hutbe Diyanet’in resmî hutbesi ise, Diyanet İşleri Başkanı’nın vay haline! Açık söyleyelim: Atatürk adının hutbelerde zikredilmesini asla istemezdi!
Geçenlerde Murat Bardakçı bir vesika yayınladı. Atatürk dini bayram tebriklerini cevaplamayacağını özel kalemine dikte ediyor ve bu genelge haline getiriliyor.
Neden peki?
Çünkü dinî bayramlara mevki vermek istemiyor! Metinde aynen böyle yazıyor. Yani bu bayramları ne kutlamak istiyor ve ne de bu bayramlarda kutlanmak istiyor, önemsizleştirmek istiyor.
Onun düşüncesine saygı göstermek önce Atatürkçülerin işi olmalı. Hatta kazara hutbede adı geçse, itiraz etmeliler. Fakat nedense hiç uğrak vermedikleri camilerde bile onun isminin anılmasını istiyorlar.
Hutbedeki asıl mesele şu: Böyle merkezi hutbe olmaz! Her camiin hatibi kendi hutbesini hazırlasın, bu arada dersini çalışsın. Öğrensin ki cemaate de bu bilgi ile hitabe etsin. Yoksa Atatürkçüler gibi bilip bilmeden ahkâm kesmek durumuna düşerler.