İç ihtilafları yumruk veya silahlarla halledeceğini sananların zavallılığı..
Ahmet Türk"ün Samsun"da uğradığı saldırı etrafında yığınla sözler söylendi, yazılar yazıldı, yorumlar yapıldı.
Bu alçakça saldırıyı alkışlayan ve "klinik vak"a" diye nitelenebilecek tipler de görüldü, medyada.. Elbette, psikiatri kliniği vak"ası..
Ahmet Türk, (sanki önceki kapatılanlar bir işe yaramış gibi ve sonra da bir yeni açılmayacakmış gibi, kapatılan) DTP"nin Genel Başkanı olduğu için değil, Türkiye siyasî hayatında, -beğenirsiniz /beğenmezsiniz- her zaman ağırlığı olan ve görüşleri Öcalan"la, çok kere aynı çizgide olsa bile, kimsenin emrinde hareket etmeyen ve kendi mantığınca doğru olduğuna inandığını, "filanın görüşlerine paralellik olmasın" diye söylemekten kaçınmayan; gerektiğinde Öcalan"a da aldırmayacak birisi.. Bu bakımdan, onun hesabını, içinde bulunduğu siyasî hareket ile PKK"dan ayrı tutmak gerekir..
Ahmet Türk"ün bu kimliği anlaşılınca, Samsun"da uğradığı saldırı, saldırgan ve de onu yönetenlerce iyi seçilmiş bir hedef olarak planlanmış olmalı..
Başka türlüsünü düşünmek, mantığın zorlanması olur..
Saldırgan ve yakınları ise, saldırının hemen ardından yaptıkları açıklamalarda, o saldırıyı, önceden planlanmamış ve bir anda meydana gelmiş hınç boşalması gibi ifade etmeye çalışmaktalar; ama, bu bile, gerçekte ortada planlı, taammüden / önceden planlanmış, kasden gerçekleştirilmiş bir saldırının kamufle edilmek istendiğini göstermeye yeter..
Saldırı, Ahmet Türk"ün dövülmek istenmesinden çok, planlanan eylemin etkisinin derin olabileceği hesabına dayandırılmış gibi..
Nitekim, orada herhangi bir hınç boşalması olsaydı, Sırrı Sakık gibi daha başkaları da vardı.. Ve onlar da Ahmet Türk kadar tanınmış simalardı.. Ama, saldırıyı yaptıran odak, Ahmet Türk"e saldırılmasının daha etkili olacağını öngörmüş gibi..
Öyle de oldu.. Çünkü, o hareket içinden başka kimseye yapılan bir saldırı, o kadar etkili olmazdı.. Bereket ki, sadece yumrukla sınırlı bir saldırı olarak kaldı.. Öyle bir saldırıyı yapabilen birisi, bir bıçak da saplıyabilir, bir mermi de sıkabilir veya bombada fırlatabilirdi..
Saldırının planlı olduğunun bir delili de, -Samsun şehrinin büyüklüğü gözönüne alındığında, daha bir küçücük olsa bile, bir grubun- saldırının hemen ardından, ekranlar karşısında, ellerinde bayraklarıyla arz-ı endam edip, "Seninle gruru duyuyoruz.." diye saldırgana sahib çıkmasında görülebilir..
Saldırının planlı olduğunu düşündürten bir başka belirti de, hadise mahallindeki onlarca polisin, protestoculara -sanki, saldırının sınırlı olacağından haberleri varmış gibi,- aval-aval bakmaları idi..
Halbuki, o saldırı esnâsında, polis, saldırganı engellemek için hattâ hafifçe yaralayacak şekilde ateş açsaydı, o zaman, bu bile, müslüman halkımız arasında uyandırılmak istenen şeytanî kavmiyetçi cereyanları etkisiz hâle getirmeye yetebilir, kardeşlik ve birlik söylemleri daha bir inandırıcılık ve güç kazanırdı.. Ama, Samsun"daki yöneticiler bu fırsatı ya idrak edemediklerinden, ya da bilerek gözardı etmişlerdir.. Sadece Emniyet Müdürü ve bazı polis şeflerinin değil, Vali"nin de azli gerekirdi..
Ayrıca, o yörenin bu hususta geçmişteki sabıkası da biliniyordu..
Hatırlayalım ki, Hrant Dink Cinayeti"nin faili olarak yakalanan O. Samast isimli saldırgana da, Samsun Emniyeti"nde, polislerin sempatik bakışları altında, bir kahraman gibi davranılmış ve arka planda, "Vatan sözkonusu olunca gerisi teferruattır.." gibi bir lafın önünde bayrak açarak, vatan adına diyerek her cinayetin işlenebileceğinin "itiraf"ını yansıtan pozlar verdirilmişti..
Ahmet Türk"ün saldırı sonrasında yaptığı ve tahrikten kaçınmaya özen gösteren, sorumluluk duygusu içindeki, "saldırının failini değil, bin yıldır varolan kardeşliğimizi, birlikteliğimizi önemsiyorum.." gibi açıklamaları her türlü takdirin üstündedir.. Üstelik, Ahmet Türk Samsun halkının kendilerine oldukça sıcak davrandığını da dile getirmiştir.. Ama, orada bir cümle var ki, o çok önemlidir.. Ahmet Türk, "Polisin kendilerine soğuk ve bir hasım taraf gibi davrandığını, kendilerinin verdikleri selamları bile almadıklarını" ifade etmiştir.. Bu cümle, polisin o saldırı anındaki tavrıyla birlikte düşünüldüğünde, ortaya ne gibi sonuçların çıkaracağının işareti vermektedir..
Devlet gücü, bazı eylemlerin sanıkları konumundaki vatandaşlar (ve hattâ vatandaş olmayan ve ülkeye zarar verdiği kabul edilen yabancı sanıklar) karşısında, taraf durumuna gelemez, duygularını gizlemek zorundadır.. Ama yazık ki, TSK yıllarca "Biz tarafız.." diyerek, konuyu daha bir içinden çıkılmaz hale getirdiği gibi, şimdi polis güçleri de aynı yanlışa düşmekteler..
"Efendim, insan duvar değildir ki, duygularından arınabilsin.." denilebilir.. Ama, devlet güçleri işte bu noktada bile, daha bir duygularından arınmış olmaya dikkat göstermek zorundadır. Yoksa, bunun ağır bedelleri olur ve yeni tahrikleri davet eder..
Bazı kalemler, Ahmet Türk"e yapılan saldırının kürdlere yapılan bir saldırı olduğunu ileri sürdüler.. Hayır, bu, kürdlere değil; türküyle- kürdüyle, müslüman halkımızın kardeşliğine, birliğine, yapılmış bir saldırıdır!..
Nitekim, Ahmet Türk"e yapılan saldırıdan üç gün sonra, 17 / 18 Nisan 2010 gecesi Samsun- Lâdik"de, gece yarısına doğru, ilçe çevresinde devriye gezen bir polis aracına, uzun menzilli silahlarla açılan ateş sonucu iki polis hayatını kaybetmiş ve bir diğeri de ağır yaralanmış ve saldırganlar kaçmışlar; arkasından da, yine bazı gruplar, hele de polislerin cenazelerinde bayraklar açıp hınçlarını boşaltacak hayalî düşman hedefler gösteren nârâlar atmışlardır.
Ve arkasından, geçtiğimiz günlerde Güneydoğu"da ağır yaralanan bir yüzbaşı hayatını kaybediyor.. Yüzbaşı"nın Kayseri"de 19 Nisan günü düzenlenen cenaze töreninde, benzer sahneler.. Medyaya yansıyan haberlere göre, "Ahmet Türk"e lanet olsun.. PKK kahrolsun.." gibi sloganlar söylenmiş ve arkasından, "Açılım dediğiniz bu mu?" şeklindeki, çarpıtıcı cümle gelmiş, tabiî.. Ve arkasından da bir saldırgan, o cenaze merasimine katılan Enerji Bakanı Taner Yıldız"a, "şehidler ölmez, vatan bölünmez.." diye narâlar atarak yumrukla saldırmış.. Bu saldırganın da, Samsun"da Ahmet Türk"e saldıran kişinin fotoğrafını kendi sitesine alıp, altına "Bizde ne yiğitler var.." diye yazdığı bildiriliyor..
Bu saldırıda, yumruk dışında bir bıçak, mermi veya bomba da kullanılabilirdi..
İlginçtir, Ladik"deki saldırının kim tarafından yapıldığının açık delili ortaya çıkmadan, hemen PKK veya onlarla birlikte hareket eden bazı marksist grupların ortak eylemi olduğu iddia edilmiştir. Ama, gerçek sahiden de böyle midir; yoksa, ülke çapında bir karışıklık çıkarmak ve Hükûmet"in ülkeyi yönetemez durumda olduğu gibi bir kanaatin yaygınlaşmasını sağlamak için tezgahlanmış bir provokatif eylem midir?
Hepsi de mümkün..
Unutmayalım ki, Mayıs-2009"da, tam da Başbakan Erdoğan"ın Ahmet Türk"le görüşmek üzere randevu verişinin hemen devrisinde, Çukurca"da, 7 askerin mayın patlamasına kurban gittiği açıklandı ve o görüşme de gerçekleşemedi..
Başbakan Erdoğan, "o kadar ağır asker kayıpları gelirken görüşme yapamazdım.." mahiyetinde bir açıklama yapmıştı, o zaman..
Sonra ne oldu?
Aradan 10 ay geçtikten sonra, Gürbüz Kaya isimli bir tümg. ile ve Zeki Es isimli tuğg. arasındaki telefon görüşmesinin ses kaydı internetlere düştü, geçen hafta.. O ses kaydında dile getirilenlerin senorya olması, binde bir bile ihtimal dahilinde olamayacak kadar askerî konuları içeriyordu.. Tuğg. Es, "Ben sorumluluğu üstlenmeye hazırım, o mayınları bizi döşemiştik, askerleri korumak için ve yerlerini de birlik komutanlarına bildirmiştim.. Ama ciddîye almamışlar, kahroluyorum.." dedikçe, üst komutan ise, "Kahrolacak bir şey yok ortada.. Merak etme, , terör örgütü tarafından yerleştirilen bir mayının patlaması diye usûlüne uygun bir rapor yazarız.." diyordu.. Daha sonra ise, "uydu telefonlarıyla yapılan görüşmelerin GES Komutanlığı tarafından bütünüyle kaydedildiğini, GES Komutanının kendisine bildirdiğini, bu yüzden o konunun teferruatıyla telefonda konuşulmamasını" ihtar ediyordu, Tuğg. Es"e..
Günlerdir, o komutanlar da, Genelkurmay da bu konuda ciddî bir açıklama yapamadı..
*
Müslüman halkımız bu gelişmeler arasında, oynanan bunca entrikalardan sonra, basiretini harekete geçirmiyecek ve yine oyuna gelecek midir?
Saldırganlar, milletin acıları adına, milleti kündeye getirmeye; kitleleri, ölümlerden ölüm beğenmek kıskacında tutmaya çalışıyorlar..
(Sadece kürd kavminden olanlar değil, kürd olmayan) milyonlarca insan da Ahmet Türk"e yapılan saldırıdan rahatsız oldu.. O alçakça kabadayılık gösterisini ve saldırıyı yüreğinde duymadan, "Ahmet Türk"e kahrolsun!" demek, bu yaraya kezzap dökmekten başka bir şey değildir.. Ahmet Türk o yumruğu bizzat yiyen kişi olduğu halde, akl-ı selîm içinde kardeşlik çağrısı yapabildi; başkaları ise, başkalarının cenazeleri üzerinden yeni düşmanlıklar devşirmek için, sahte gözyaşları döküyorlar, şuûrsuzca.. Yeni cenazeler, çok daha fazla cenazeler bekliyorlar.. İdeolojileri için Başkalarının öldürülmesinden hayat dileniyorlar..
*
İlginçtir, Lâdik"deki saldırının gerçekleştirildiği saatlerde, bir tv. kanalında "Tarihin Arka Bahçesi" isimli bir proğramda, tarihçi Murad Bardakçı ve arkadaşları, proğramlarına "İttihad-Terakki uzmanı" diye konuk ettikleri Erol Şemsî Erdinç isimli bir kişiyi konuşturuyorlardı.. Bu kişinin proğram boyunca söyledikleri, bir uzman değil, bir İttihadçı / komitacı kafa yapısının en traji-komik profilini oluşturuyordu.. (Onun sözleri, traji-komik oluşu, sözlerinin toplumumuzun bugününü de ilgilendirmesi yüzündendir. Yoksa, trajikliği kalkar, sadece komikliği kalırdı..)
Ama, o proğramda söylenenlerin asıl uyarıcı tarafı şuydu ki, 1908-9"da Balkanlar"da Niyazi ve Enver Beylerin ve arkadaşlarının dağlara çıkmak şeklinde başlattığı, Sultan Abdulhamîd Hükûmeti"ne karşı isyan hareketleri üzerine konuşulurken.. Bu hareketleri bastırmak için tam yetkili olarak gönderilen Muşîr Şemsî Paşa"nın Manastır şehrine varır varmaz öldürülmesini, bu "uzman" kişi, öylesine ballandıra-ballandıra anlatıyordu ki, ideolojileri için, başkalarını tavuk gibi boğazlamaktan kaçınmayacak olan "cinayetkâr" profilini oluşturduğundan haberi yoktu herhalde.. Bu kişi, Şemsî Paşa"nın öldürülmesini, İttihad- Terakkî"nin hayatta kalabilmesi için temel bir şart olduğunu heyecanla anlatmakla yetinmiyor; Adnan Menderes"in uyduruk bir mahkemede idâm hükmü verilip öldürülmesini de aynı heyecanla alkışlıyordu.. Çünkü, ideolojilerinin ayakta kalabilmesi için, bu öldürmeler gerekliydi, ona göre..
Sözkonusu kişi, ülkemizdeki yüzyıllık bütün siyasî cinayetlerin İttihadçı tarafını alkışlıyor, devrim diye benimsiyor; karşı tarafa ise, hınçlarını boşaltıyordu..
Aynı kişi, 27 Mayıs öncesinde, Ank.- Siyasal"da (veya Hukuk"da) okurken, hocalarından Prof. Tarık Zafer Tunaya"nın kendilerini dışarıya çıkmaya, protesto gösterileri yapmaya ve güvenlik güçleriyle çatışmaya girmeleri konusunda nasıl teşvik ettiğini de dile getiriyordu.. Müteveffâ Tunaya hayatta olsaydı, bu iddialar karşısında ne derdi; gerçek idiyse biraz utanır mıydı, dersiniz?
Bu -sözde- uzman, İttihadçı / komitacı kafalı kişi ekrandan topluma, 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi çerçevesinde söyledikleri, o kadar komik iddialardı ki, o zamanlar İsmet Paşa"nın damadı Metin Toker"in çıkardığı Akis dergisinin yalanlarının, tahrikçi yazılarının tekrarı mahiyetindeydi ve papaganvarî bir eda ile tekrarlıyor, idâm-idâm diye tutturuyordu.. (Ve, onun bu gibi komik söz ve tavırları karşısında, sözkonusu proğramın sunucularından olan tarihçi Erhan Afyoncu, "27 Mayıs 1960 Askerî Müdahalesi, bu ülkede Yunan İşgali"nden bile daha da ağır tahriib edici etkileri olmuş bir hadisedir.." demek zorunda kalıyordu..)
İlginç bir diğer nokta da, bu İttihadçı uzmanı diye sunulan bu "komitacı kafalı" kişinin, 100 yıl önce, 2. Meşrutiyet yıllarında, "Zâbitân-ı Halâskârân" (Kurtarıcı Subaylar) denilen grubun, bir kaç kişiden ibaret olmasına rağmen, her tarafa imzasız tehdid mektub ve telgrafları göndererek, büyük bir grup imiş gibi bir görüntü vermekte başarılı olduklarını söylemesiydi.. Yani, toplum, bir sürü gibi, yalanlarla, tehdidlerle güdülmüştü..
Aynı oyunu, 27 Mayıs 1960, 11 Mart 1971, 12 Eylûl 1980 ve -öncü generallerince, 1923"den beri hep var idi ve hep olacaktır da.. diye nitelenen- 28 Şubat 1997 askerî müdahalelerinde ve 27 Nisan 2007 "deki e-muhtıralı kalkışma denemesinde ve de, Ergenekon denilen dâva dolayısiyle ortalığa saçılan yığınla darbe hazırlıkları içinde de görmedik mi ve görmüyor muyuz?
Unutulmamalıdır ki, bugün de, kemalist/ laik rejimin özünde karargâh kurmuş olan şerr güçler, bugün de nice tertibler hazırlayıp, hadiseleri istedikleri şekilde agrandize ederek, büyüterek, toplumu esir almaya çalışabilirler..
Karışıklıklardan, yalanlara dayalı tahriklerden, karşıtlarını, muhaliflerini öldürmelerden meded uman ve dârağaçlarından beslenen bu yaklaşım, kemalist-laik rejimin bütün ömrünü doldurmamış mıydı?
Bugün de, metod olarak kemalist çizgiyi takib eden PKK"nın da, türk kavmiyetçilerinin silahlı mücadele örgütlerinin genel yaklaşımı da budur..
Ama, asıl acısı, hele de Ergenekon Yargılamasının başlamasından bu yana, ortaya saçılan bunca entrikalara, düzmece tahriklere, toplumu provoke ve ajite edecek düzmece hadiselere rağmen; halkın içinden bazılarının Samsun"da, Van"da veya Kayseri"de olduğu üzere, hâlâ, "Vatan- Millet Sakarya" edebiyatıyla, yumrukları sıkıp, elleri tetiklere veya bombaların pimlerine götürüp, sağa sola, şuûrsuzca saldırabilmesidir.. Halbuki, iç ihtilaflarda yumrukla, silahla, bombayla çözüm yolu aramaya başlanması, bir zavallılıktır..
Bu zorbalıklardan ve ülke halkından milyonlarcasını kendisine düşman ederek veya düşman bilerek veya yok sayarak çözüm yolu arayanlar, bir takım şerr odaklarınca kullanılmıyorlarsa; mutlaka salak kimseler durumundadırlar.. Ve salaklık / ahmaklık da iflah olmak bilmeyen bir zavallılıktır..
Bir memlekette haklı, namuslu, dürüst insanlar; şerr güçler, ahlâksızlar kadar cesur ve kararlı olmadıkça, o memleket için kurtuluş nasıl gerçekleşebilir?
haksöz