İran’da iki hafta kadar kalan iki muhabir 25 Mayıs tarihliHürr. gazetesinde izlenimlerini aktarmışlar.. Bazı tesbitleri üzerinde tartışılabilir.. Ama, ilginç olan, Türkiye’den haberi olmayan Turec Atabekî isimli bir İranlı akademisyenin, -evet, üstelik de akademisyen olduğu söylenen bir kişinin- ağzından, onun Türkiye hakkındaki zannlarını bu muhabirlerin de doğru gibi aktarmaları ve okuyucularını kendi kurnazlıklarına ya da o akademisyenin cehline âlet etmeleri.. İran’daki mevcud rejim ve yönetim sıkıntılarından söz ettiği anlaşılanAtabekî demişmiş ki: “Türkiye’nin şansı, Atatürk’ün meclis ve partiler gibi siyasal kurumları kalıcı kimlikler geliştirebilmelerine imkân verecek ölçüde kendi başlarına bırakmasıydı.”
Bu satırları okuyan ve Türkiye’nin siyasî tarihinin 1923-1950 arasındaki tekparti diktatörlüğü döneminden ve hele de 1930’larda M. Kemal’in çocukluk arkadaşı Fethî(Okyar) Bey’e Serbest Fırqa / Parti adında kurdurduğunu ve amma, kitlelerin bumuvazaa hareketini, danışıklı döğüşü gerçek zannedip, kısa zamanda bir halk patlaması halinde ona rağbet etmesi üzerine, o partiyi bizzat M. Kemal’in nasıl hışımlı bir şekilde ve henüz 99. gününde kapattırdığını ve sonra da Menemen /Kubilay Vak’ası bilinen tertiblerle, gerici denilen kitlelerin üzerine nasıl gidildiğini ve bütün ülkede nasıl bir terör havası estirildiğini bilmeyenleri kandırabilirsiniz, ama, bu muhabirler ya birşey bilmiyorlar, ya da bilerek, İranlı akademisyen dedikleri bir kişinin yanılgısıyla, Türkiye’deki geniş okuyucu kitlelerini bir şey yerine koyup, atatürkçülüklerini daha bir yaldızlamaya çalışıyorlar.
Bu muhabirler, ölümünün üzerinden 80 yıla yakın bir zaman dilimi geçmiş olan bir kişi hakkında yazılan bir yazıyı, ’resmî ideoloji ikonu’na hakaret sayıp, 3 yıl 9 ay hapis cezası verildiğini de biliyorlar ya da duydular mı acaba? Eğer duydular da gerçekle karşılaşmak istemiyorlarsa, onun hükmü ayrı olur; ama, duymadılarsa, 20 Mayıs günü haber bültenlerine düşen şu haberi okuduktan sonra da, o iddialarını bilgisiz bir yabancı akademisyenin gölgesine sığınmadan tekrarlayabilirler mi acaba?
Okuyalım o haberi..
’20 Mayıs 2015 – Kendisine ait internet sitesinde Atatürk’e hakaret ettiği gerekçesiyle”Atatürk’ün hatırasına alenen hakaret” suçlamasıyla yargılanan kişiye 3 yıl 9 ay hapis cezası verildi.
Anadolu 6. Asliye Ceza Mahkemesi’nde yargılanan sanık Tuncay Tokay (34) suçlamaları kabul etmediğini belirterek, ”Sitemde yaptığım yayınların arkasındayım. Benim söylediğim, paylaştığım yazı ve sözler sadece kaynaklardan edindiklerimi paylaşmaktan ibarettir. Türk Tarih Kurumu’nun yayınlarından, Rıza Nur’un kitablarından yapılmış alıntılardır” dedi. Mahkeme, sanık Tuncay Tokay’ın”Atatürk’ün hatırasına alenen hakaret” suçundan 5816 sayılı kanun gereğince, 3 yıl 9 ay hapis cezasına çarptırılmasına karar verdi. Mahkeme ceza kararının gerekçesinde ise, Tokay’ın kendisine ait 3 internet sitesinde Atatürk aleyhine hakaret içeren yazılar yazdığını, Cumhuriyet’in kurucusu olan Atatürk’ün hatırasına ağır, alenen, zincirleme bir şekilde hakaret edildiğini ifade etti. Mahkeme, gerekçeli kararında yazıların kendisine ait olmadığı yönünde Tokay‘ın savunma yaptığını ancak yazıları paylaşmakla sanığın da hakaret eylemine katıldığı kanısına varıldığını belirtti. Kullanılan söz ve yazıların ağır ve aşağılayıcı olduğunu kaydeden mahkeme ayrıca Tokay‘ın kamu görevlerini üstlenmekten, seçme ve seçilme haklarını kullanmaktan hapis cezasını tamamlayana kadar yoksun bırakılmasına da hükmetti.’
*
Evet, bu utandırıcı, ilkel maceradan haberimiz oldu mu?
Tarihte yaşamış gitmiş her kim varsa, herbirisi için herşeyi yazıp çizebilirsiniz, ama, bir kişi hariç.. Belki de iki kişi.. Çünkü, tersinden ilginiç bir benzerlikle, Hitler ve M. Kemal, bu konuda bir istisna oluştururlar. Almanya’da Adolf Hitler’i övmek cezaya çarptırılmak için yeterlidir; Türkiye ’de ise, M. Kemal’i yermek.. Demek ki, birisinin serbest bırakılsalar, birisinin övülecek, diğerininin yerilecek çok şeyleri var..
Türkiye’de, 1951’de kabul edilen bir kanunla, bu zamana kadar ne zulümler işşlenmiştir.. Herkes, resmî tarihin emrettiği gibi inanmaya, düşünmeye mecbur edilmiş, az-biraz aykırı düşünenler ise, bazı muktedirler ve de hâkimler, savcılar ve de onların emrindeki güvenlik güçleri tarafından derhal, -ve de her türlü kutsal fikrine ve inancına savaş açmış olan- ’laik rejimin resmî kutsalına dokunulduğu’gerekçesiyle ağrı şekilde cezalandırılmışlardır.
*
Haydi, Anayasa Mahkemesi, şu son zamanlarda çok bir adalet düşkünü olduğunuzu sergilediniz ve kesinleşmeş nice yargı kararlarını bile geçersiz hâle getirip,yeniden yargılama yolunu, geçmişte olmayan bir şekilde açtınız..
Haydi, bu konuda da söyleyin bakalım, sözünüzü.. ’Kişiye özel kanun çıkarılamaz, bu eşitliğe aykırıdır..’ deyiniz.. ’Suçlamada kamu baskısının olması, savunmada hak ihlali oluşturmaktadır..’ deyiniz, bakalım.. ’Ölmüş bir kimsenin manevî hatırası gibi muğlak ve ne mânâya geldiği dünya görüşlerine göre farklı yorumlanabilecek ve hele de laik ve materyalist olan ve ölümden sonraki hayata inanmayan dünya görüşlerinde kişilik ölümle son bulduğundan, bu gibi kişiler için manevî hatıra diye bir şeyin olamıyacağını’ söyleyiniz ve o kanunu toptan, ’keenlemyekûn’ (bütünüyle yok) sayınız, bakalım..
Anayasa Mahkemesi, neredesiniz? Siz, o ibtal hükümlerini sadece silahlı güçler mensubu paşalar ve atatürkçüler sözkonusu olunca mı hatırlarsınız?
Onlarca padişah ve resmî ideoloji ikonunun en yakın silah arkadaşı olan yığınla paşalar için hiç kimse böyle bir kanun çıkarma gereğini duymamış..
Aklı başında olan insanlar, tarihi değerlendirirken insanların yanlışlarını da söyleyebilirler,, elbette.. Ama, siz rejimin, tek adam icad etme ve kişiye tapma sapkınlığına adâlet adına âlet oluyorsunuz, haberiniz var mı?
***
Eski Nemrud’ların diyarında yükselen yeni inanç şuûru..
Anadolu’nun hele de Doğu ve Güneydoğusunu kendi doğduğum bölge olan Karadeniz’den bile daha iyi bilirim ve gençlik yıllarım büyük çapta oralarda da geçti. Ancak, Adıyaman ve çevresinde, otobüs veya tren yolculuklarında transit geçiş dışında bir kalmışlığım olmamıştı; o bölgeden birçok dostlarım olmasına rağmen, fazla bir bilgim de yoktu. İkbal-der isimli bir sivil toplum kuruluşu, 23 Mayıs’ta Kâhta’da bir sohbet toplantısı için davet edinceye kadar..
İşin doğrusu, Kâhtâ’yı da, 40-50 yıl öncelerdeki bilgime göre, küçük bir ilçe sanıyordum..
23 Mayıs günü, öğleye doğru, Adıyaman ile Kâhta arasındaki havaalanına inerken..
Yanımdaki, Kâhtalı olduğunu söyleyen yolcu, elimdeki gazete ve kitablardan eğilimimi biraz keşfetmiş olmalı ki, ‘Buralı değilsin galiba.. Menzil’e mi gidiyorsun?’ dedi.. Bilmezlikten geldim, ‘Ne menzili?’ dedim..
‘Buraya gelen yabancıların hemen tamamı Menzil’e gelirler de..’ dedi.
‘Evet, ama benim menzilim başka..’ dedim, menzil kelimesinin lafzî mânâsından hareketle..
Ve sonra, kadınlı-erkekli, 8-10 kişilik turist kafilesini gösterip, ‘bunlar da mı Menzil’e gidiyorlar..’ dedim.. ‘Hayır, onlar Nemrud Dağı’na giderler..’ diye karşılık verdi, safiyetle..
Havalanından şehri giderken, yolda Saffan bir Muattal adında bir sahabeye aid bir türbenin bulunduğu söylenen bir kahverengi / tarihî mekan tabelası vardı, 8 -10 km. içerde, bir yerde..
*
Kâhta, hatırıma hemen Batman’ı getirdi.. Benim tahmin ettiğimin tersine, epeyce nezih, yeni ve güzel, kocaman şehir.. 75 bin kadar nüfusu olan bir yerleşim birimi..
Derneğin başkanı Ebubekr Bey, ayrıca eskiden solcuların etkili olduğu Kâhta’daki İslamî uyanışın öncülerinden olan ve herbirisinin ayrı bir rolü üstlmendiği, başta Ziya Tepe hoca olmak üzere, inandıkları değerlere göre bir dünya oluşturmak derdi taşıyan arkadaşlar..
Disiplinli çalışmaları var.. Eğitim proğramları var.. ‘Eğitimde Diriliş’ adında bir de dolgun muhtevalı bir dergileri.. Kezâ, Beyan ismiyle bir de haftalık gazeteleri..
Bu çalışmaların Ziya Tepe hocanın öncülüğünde düzenlendiği anlaşılıyor.
Bir grup arkadaşla birlikte doğruca Ziya Hoca’nın evine gittiğimizde, kendimi bir botanik bahçesinde zannettim; değişik renk ve kokuda yığınla çicekler, bitkiler..
Öğle yemeği ve namazdan sonra, vakit kaybetmeden, etrafı keşfe çıktık, 2-3 üç arabayla..
‘Eski Kâhta Kalesi’ denilen yere doğru..
Yol üzerinde, 2000 yıl öncelerden, Komagene Krallıkları döneminden kalmaCendere Köprüsü var ki, eski tarihî yapısı da gözönüne alındığında daha bir güzellikte.. Cendere köprüsünün altından akan Kahtâ Çayı’nın bu mevsimdeki suyu o kadar fazla ki, insanı rahatlıkla alır götürecek güçte.. Bu sene bol rahmet gelmiş..
Bölgenin her tarafı, tarih dolu.. Binlerce yıl öncesinden.. Kaleler, kayaların altında kurulmuş zindanlar, belki de saraylar, su kanalları, heykeller, sütunlar..
Yukarılardan bakınca, aşağıda uzanıp giden güzel ve yeşil bir ova.. Uzaklarda, At. Barajı..
Bu büyük baraj bölgenin iklimini de epeyce değiştirmiş, kışları daha bir ılık geçiyormuş..
Oradan Arsemia kalıntılarına ve Eski Kâhta Kalesi’ne doğru tırmanıyoruz.. Burası oldukça görkemli bir mekan.. Restore ediliyordu..
Daha yukarıda, Nemrud Dağı’na doğru gidiyoruz. 2300 metre yüksekliğindeymiş..
Güzel bir yol yapılmış, yeni.. Arabayı Dr. Mehmed Arı bey kullanıyor; emin ellerdeyiz yani..
Arabanın gidebildiği son noktadan sonra, herhalde 3- 4 km. kadarlık bir yaya yolculukla ve yeni yapılmş güzel bir yolla asıl heykellerin olduğunu yere doğru doğru tırmanıyoruz..
Dağın yamaçlarındaki karlar henüz tamamiyle erimemiş..
Kendilerini tanrı zanneden insanları yansıtan binlerce yıl önceden kalmış heykeller..
Âkif merhûmun Ul’Uqsur’da, firavun mezarları ve mumyaları karşısında söylediği mısralar aklıma geliyor:
‘Evet, bütün beşerin hakkıdır, beqa emeli,
Lakin bunu ne taştan, ne de leşten beklemeli..’
Taa zirveye kadar çıktık.. Her taraf eski medeniyetlerden kalma tarihî eserlerle dopdolu.. İniş güzergahında, (yahudilerin Ezra dedikleri ve Kur’an’da adı zikredilen)Üzeyr Peygamber’in Makamı denilen bir yere uğruyoruz.. Orada bir de câmi yapılmış.. Bazıları onun türbesinin orada olduğunu söylüyor, kimisi da orada konakladığından..
Yakıştırma mı, gerçek mi, bilmiyorum..
Akşam, şehre dönüyoruz.. Belediye salonunda, kadınlı- erkekli ve büyük ekseriyeti genç yüzlerce insan.. 1,5 saati aşan bir ve Ortadoğu’nun dün ve bugününün değerlendirilmeye çalışıldığı bir sohbet.. Sanırım, dikkatle izlendi..
Sonra İkbal-der’in merkezinde, 30-40 kadar arkadaşın iştirakiyle yapılan ve seviyeli soruların dile getirildiği ve gecenin saat 01’ine kadar varan sohbet..
Ve 24 Mayıs Pazar sabahı da Ziya Hoca’nın evinde, çoğu öğretmen olan arkadaşlarla birlikte yapılan kahvaltı ve sohbet.. Ve öğleyin; İstanbul’a dönüş için havaalanı..
Kâhta’dan güzel duygu, düşünce ve ümidlerle ayrılıyorum.
*
dirilişpostası