Cumhurbaşkanı Gül"ün refikası Hayrunnisâ Hanım, örtünme konusundaki tavrını fiîlen de göstermekte olduğu halde, sonunda bu konudaki görüşlerini de açıkladı ve "ilkokula başı örtülü olarak giden kız çocuklarının, örtünme konusunda o yaşta kendi iradeleriyle karar veremiyeceklerini, bu konuda bir cehalet varsa, bunun da giderilmesi için çalışılması gerektiğini" dile getirdi..
Herşeyden önce, keşke bu gibi tamamiyle politik bir konuya bu hanımefendi girmeseydi.. Çünkü, Cumhurbaşkanı"nın eşi olmaktan başka bir özelliği olmayan birisinin sözlerinin bu konuda sadre şifâ bir pratik etkisinin olması neredeyse imkânsızdır ve bunu onun da bilmesi gerekirdi.. Ayrıca, onun bu konularda görüş belirtmesi siyaseten de yanlıştır.. Nitekim, Cumhurbaşkanı Gül, her ne kadar, eşinin sözlerine destek verdiğini, görüşlerine aynen katıldığını açıklasa da, Başbakan Erdoğan, "özgürlüklerin tanımlanması konusunda ferdî görüş belirtmek doğru olmaz.. Benim, özgürlüklere olan inancım çok farklıdır.. 2011 seçimlerini çok önemsiyorum, bu konu o seçimler sonrasında yapmayı düşündüğümüz yeni anayasa ile çözülecektir." demiştir, 10 Kasım günü..
Ama, Cumhurbaşkanı"nın eşinin sözlerinin en çok da kimin hoşuna gittiği ise, laik cenahtan gelen alkışlardan da anlaşılabilir.. Elbette, doğru bir sözü yanlış kimseler de alkışlayabilir; sadece -bize göre- yanlış yerde olduklarına inandığımız kimselerin alkışladığı bir söz üzerinde ise, durup düşünmek gerek..
Bu gibilerin başında da, başörtüsü ve bütünüyle tesettür konusunda paranoia derecesinde vehimlere kapılıp, İst. Üni."de Rektör Yardımcısı iken, inançlarının gereğine göre örtünmüş olan binlerce kızımıza psikolojik baskı ve tehdid uygulamak üzere ikna odaları yöntemini keşfetmiş olan (ve de şimdi CHP m. vekili) Prof. Nur Serter ve benzerlerinin geldiği ortada..
*
Konunun üzerinde asıl durulması gereken yönüne gelince..
Doğrudur, küçük -rüşd yaşına erişmemiş- bir çocuk, kendi iradesiyle başını örtmek kararını veremez.. Ama, aynı şekilde, başını açmak kararını da veremez..
Ve iki durumdan birisini doğru ve normal kabul ederseniz, öteki şıkkın yanlış görülmesi ve normal sayılmaması, tabiîdir..
Ve bütün dünyada, çocuklara bazı disiplinleri küçük yaştan itibaren kazandırmak hak ve hattâ sorumluluğu ilk planda ailelere bırakılmıştır..
Devletin bütün sosyal hayatı tanzimi sırasında ise.. Bir takım, daha genel kurallar ve düzenlemeler olması tabiîdir..
Bu da, devletin yönetim şekline göre, değişik yapılanmalar şeklinde karşımıza çıkar..
Bu kuralları veya düzenlemeleri totaliter, despotik, diktatorial ve dayatmacı rejimlerde, belli bir taife belirler.. Halkın iradesine göre şekillenen yönetimlerde, rejimlerde ise.. Halkın genel eğilimine göre belirlenir..
Sözgelimi, nüfuslarının büyük ekseriyetini gayrimuslim halkların oluşturduğu Batı Avrupa ülkelerinde, genel eğilimin ne ve nasıl olduğu bilinmektedir.. Buralarda, kızçocuklarının başlarının örtülü olarak okula gelmelerini isteseniz; bu, halkın iradesine göre oluşmamış, dayatma bir uygulama olarak algılanır..
Ama, müslüman coğrafyalarında ise, halkın genel eğilimi, kızlyarın daha küçük yaştan itibaren örtüye alıştırılması yönünde olduğu için, başlar genelde örtülüdür.. Endonezya, Malezya, Bangladeş, Pakistan, Afganistan, İran ve arab ülkeleri ile Afrika"daki müslüman coğrafyalarının büyük bir kesiminde rüşd yaşının altında olan kızçocukları da, genelde, başları örtülü olarak giderler okullara.. (İran"da, İslam İnqılabı Hareketi"nin sosyo-politik hayatın genel manivelasını ve kontrolünü eline geçirmesinden iki-üç yıl sonra, örtünme konusunda genel düzenlemenin İslamî gereklere göre yapıldığı ve ayrıca, tercih olarak da çadur"un, çarşafın tavsiye edildiği bilinmektedir. Ancak, bu uygulamaların -Güneybatı İran"da, Irak sınırındaki- Khuzistan gibi eyaletlerde bazı işgüzar yöneticilerce küçücük kızçocuklarına da mecburî olarak çarşaf giydirilmesi şekline dönüştürüldüğünün medyaya yansımasıı üzerine, duruma bizzat İnqılab Rehberliği"nin müdahale edilip, bu uygulamadan vazgeçirtildiğini hatırlamak, konumuz açısından sanırım yerine olacaktır..)
Tekrar edelim, iki durumdan birini doğru ve normal kabul ederseniz; diğer durum yanlış ve normal dışı sayılır.. Bir toplumun gelenekleri, anlayışları, örfü, örtünmeyi esas alıyorsa, örtüsüzlük normal olmayan bir durum olur..
Müslüman coğrafyalarında, yüzmilyonlarca -milyarlarca insan asırlardır, çocuklarını küçücük yaaaşlardan itibaren kendi inançlarının dünyasına dahil etmeye, onları aid oldukları kültür dünyasının derinliklerinde şekillendirmeye, onlara, kendi inanç dünyalarının âdet ve zevklerini hissettirmeye çalışırlar..
Bu noktada, Yahyâ Kemâl"in 1920"lerde kaleme aldığı "Ezansız Semtler" isimli, son derece duygulandırıcı ve düşündürücü makalesini son derece hatırlayabiliriz.
"EZANSIZ SEMTLER
Kendi kendime diyorum ki: Şişli, Kadıköy, Moda gibi semtlerde doğan, büyüyen, oynayan türk çocukları milliyetlerinden tam bir derecede nasib alabiliyorlar mı? O semtlerdeki minâreler görülmez, ezanlar işitilmez, Ramazan ve kandil günleri hissedilmez. Çocuklar müslümanlığın çocukluk rü'yasını nasıl görürler?
İşte bu rüyâ, çocukluk dediğimiz bu müslüman rüyâsıdır ki bizi henüz bir millet halinde tutuyor. Bugünkü türk babaları, havası ve toprağı müslümanlık rüyası ile dolu semtlerde doğdular, doğarken kulaklarına ezan okundu, evlerinin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler, mübârek günlerin akşamları bir minderin köşesinden okunan Kur'an'ın sesini işittiler; bir raf üzerinde duran Kitâbullâh'ı indirdiler, küçücük elleriyle açtılar, gülyağı gibi bir rûh olan sarı sahifelerini kokladılar. İlk ders olarak "besmele"yi öğrendiler; kandil günlerinin kandilleri yanarken, ramazanların, bayramların topları atılırken sevindiler. Bayram namazlarına babalarının yanında gittiler, câmiler içinde şafak sökerken Tekbîr'leri dinlediler, dinin böyle bir merhalesinden geçtiler hayata girdiler. Türk oldular.
Bugünün çocukları büyük bir ekseriyetle yine müslüman semtlerde doğuyorlar, büyüyorlar, eskisi kadar derin bir tahassüs ile değilse bile yine müslümanlığı hissediyorlar. Fakat fazla medenileşen üst tabakanın çocukları ezansız yeni semtlerde alafranga terbiye ile yetişirken türk çocukluğunun güzel rüyâsını göremiyorlar. Bu çocukların sütü çok temiz, hilkatleri çok metin olmalı ki, ileride alafranga hayat türklüğü büsbütün sardıktan sonra milliyetlerine bağlı kalabilsinler, yoksa ne muhit ne yeni yaşayış, ne semt, hiçbir şey bu yavrulara türklüğü hissettirmez.
* * *
Ah! Büyük cedlerimiz! Onlar da Galata, Beyoğlu gibi frenk semtlerinde yerleşirlerdi, fakat yerleştikleri mahallede müslümanlığın nûru belirir, beş vakitte ezan işitilir, asmalı minare, gölgeli mescid peydâ olur; sokak köşesinde bir türbenin kandili uyanır, hâsılı o toprağın o köşesi imana gelirdi; Beyoğlu'nu ve Galata'yı saran yeni yapıların yığını arasında o mescidlerden, o türbelerden bir ikisi kaldı da gördük ki cedlerimiz o kefere frenk mahallelerinin toprağına böyle nüfuz ederlerdi. Biz bugünün türkleri bilâkis Şişli, Nişantaşı, Kadıköy, Moda gibi küçük bir şehri andıran yerlere yerleştik, fakat o yerler müslüman ruhundan ârî, çorak ve kurudur. Bir Üsküdar'a bakınız bir de Kadıköyü'ne, Üsküdar'ın yanında Kadıköy (rum mahallesi olan) Tatavla'yı (bugünkü İst.-Kurtuluş semtini) andırır. Eski türklerin rûhları ile yeni türklerin rühları arasındaki farkı anlamak isterseniz bu son asırda peydâ olan semtlerle İstanbul içlerini mukayese ediniz.
Medenîleştikçe müslümanlıktan çıktığımızı tabiî ve hoş gören eblehler uzağa değil Balkan devletlerinin şehirlerine kadar gitsinler. Görürler ki baştan başa yenileşen o şehirlerin her tarafından çan kuleleri yükselir, pazar ve yortu günleri çan sesleri işitilir. Manzara halkın dinini ve milliyetini hatırlatır. O şehirler bizim yeni semtlerimiz gibi millî ruhtan ârî değildirler. Artık, türk milletinin ruhu bir rayihâ gibi uçtu mu? Hayır, büyük kütlede yine o ruh var fakat biz son nesil, bir sürü gibi büyük kaafileden uzaklaştık, kaybolduk, fakat daha uzağa gitmeyeceğiz, dönmeyeceğiz, tekrar büyük kaafileye iltihâk edeceğiz.
Yeni tarzda yaşayışla cedlerimizin diyanetini meczedip (birbiriyle ahenkli bir şekilde birleştirip), bizi bu çoraklıktan, bu karanlıktan, bu ufûnetten kurtaracak mürşidler, şairler, edibler, hatîbler yetişmedi, fakat gayet tabiî bir revişle (gidişle/ yolculukla) büyük kaafileye kendi kendimize döneceğiz.
Dinsizliğin, kayıdsızlığın aksülâmeli başladı bile. Çocukluktan beri diyanet yolundan ayrılmamış olan kardeşlerimiz bizim gibi rücû hislerini itiraf edenlere henüz inanmıyorlar. Onlara tamamıyla iltica edeceğimiz zaman da bizi birden tanıyamayacaklar. Çünkü onlardan çok ayrı, çok uzak düştük.
* * *
Dört sene evvel Büyükada'da oturuyordum, bayramda bayram namazına gitmeye niyetlendim, fakat frenk hayatının gecesinde sabah namazına kalkılır mı? Sabah erken uyanamamak korkusu ile o gece hiç uyumadım. Vakit gelince abdest aldım. Büyükada'nın mahalle içindeki sâkit (sessiz) yollarından kendi başıma câmie doğru gittim. Vâiz kürsüde va"zediyordu. Ben kapıdan girince bütün cemâatin gözleri bana çevrildi. Beni daha doğrusu bizim nesilden benim gibi birini, câmide gördüklerine şaşıyorlardı. Orada o saatte toplanan Ümmet-i Muhammed, içine bir yabancının geldiğini zannediyordu. Ben içim hüzünle dolu yavaş yavaş gittim. Vaazı diz çöküp dinleyen iki hamalın arasına oturdum. Kardeşlerim müslümanlar, bütün cemaatin arasında yalnız benim vücudumu hissediyorlardı. Ben de onların bu nazarlarını hissediyordum.
Vaazdan sonra namazda ve hutbede onların içine karışıp Muhammed sesi kulağıma geldiği zaman gözlerim yaşla doldu. Onlarla kendimi yekdil, yekvücûd olarak gördüm. O sabah, o müslümanlığa az âşinâ Büyükada'nın o küçücük câmii içinde, şafakta aynı milletin ruhlu bir cemaati idik. Namazdan çıkarken, kapıda âyândan Reşid Âkif Paşa durdu. Bayramlaşmayı unutarak elimi tuttu: "Bu bayram namazında iki defa mes'udum, hamdolsun sizlerden birini kendi başına câmie gelmiş gördüm! Berhûrdâr ol oğlum, gözlerimi kapamadan evvel bunu görmek beni müteselli etti!" dedi. Hem gelişimi, hem de bayramımı tebrik etti. Yanındaki eski adamlar da onun gibi tebrik ettiler. Bu basit hadiseden pek samimî olarak mahzûzdular. O sabah gönlüm her zamandan fazla açıktı.
* * *
Biz ki, minareler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyüdük. O mübarek muhitden çok sonra ayrıldık, biz böyle bir sabah namazında "anne millet"e tekrar dönebiliriz. Fakat minaresiz ve ezansız semtlerde doğan, frenk terbiyesiyle yetişen türk çocukları dönecekleri yeri hatırlayamayacaklar!"
(NOT: Üsküb"de doğan Yahyâ Kemâl de, bütün Balkan müslümanları gibi, türk ve müslüman kelimelerini, tıpkı Avrupalıların Osmanlı"yı değerlendirirken yaptıkları gibi aynı mânada kullanmaktadır. Bu bakımdan yazıda türk diye anlatılan kitlelerin, müslüman olarak anlaşılması o günkü anlayışa daha denk düşecektir. -SEÇ-)
*
Cumhurbaşkanının eşi hanımefendinin de bu yazıyı okuyacak olsa, duygulanacağını, ve görüşlerini yanlış anlaşılacak şekilde ifade etmiş olduğunu düşünüp, içinde bir sızlama olacağını umuyorum.
Ve cumhûrbaşkanının refikası olarak bilmelidir ki, cumhûr"un büyük bir kısmı, çocuklarını küçük yaştan itibaren namazlara çağırırlar.. Ve o çocuklar o ibadetleri iradeleri ile yapıyorlar değildir..
Ama, "irade ve ihtiyar/ tercih", cebirden hâsıl olur." demişlerdir.. Tekrarlaya-tekrarlaya âdet haline gelir ve sonra ondan lezzet ve zevk almaya başlar.. Onun için, nice babalar- anneler, dedeler-nineler câmilere giderken, yanlarında küçücük çocuklarını / torunlarını da götürürler, alışsınlar diye..
Aynı şekilde, çocuklarını, ufak yaşlardan itibaren örtülü olarak yetiştirmek de isterler.. Ve muhakkak ki, o zaman da o çocukların iradelerinin şekillendiği söylenemez..
Bunda kınanacak ne var? Bu durum cehaletten midir?
Belki, tersine, bu durumu cehalet olarak nitelemek, o şekilde nitelemeye müstehak olur..
*
Günümüzde çocuklar, kendilerine anne-babalarını, aile ferdlerini ve dar sosyal çevrelerini ve sonra da bir bütün olarak, toplumun genel-geçer kurallarını, tv. ve internet gibi iletişim araçlarından karşısına çıkan medyatik dünyanın ölçülerini örnek edinirler..
O yaştaki çocukların korunması için, ailelerinin dikkat etmelerinden daha tabiî ne olabilir?
Ve çocuk, başlangıçta devletin malı değildir, anne-babanındır..
Ama, devlet de ailelerden oluştuğuna; aile, sosyal bünyenin ve devletin temeli olduğuna göre, sağlıklı yönetimler, ancak, yönetilen kitlelerin istek ve iradelerine ters düşmeyen genel düzenlemeler yapmak zorundadır..
Sözgelimi, ülkemizdeki halkın büyük kesimi müslüman olduğuna göre, genel düzenlemeleri, kanunları -müslüman olmayan azlık unsurların hukukunu da gözetecek bir hassasiyetle- müslüman halkın arzu ve iradesi istikametinde hazırlaması gerekir.. Aksi halde, dayatmacı bir rejim ve huzursuz bir toplum ve çatışmacı bir sosyal bünye çıkar ortaya..
TC"deki kemalist-laik rejimin temel çarpıklığı, halkımızın çok büyük ekseriyetine belli bir kadronun dayatmasına göre hükmetmesidir..
*
Elbette, bir hakkın kullanılması için, birilerinden izin istenmesine gerek yoktur.. Çünkü, öyle bir durumda, o bir hakk olmaktan çok, bir lûtuf haline dönüşür..
Ancaaaak"
"Üniversitelerde başörtüsü mes"elesi halledilebilir mi ve oralarda okuyanlar yarınlarda kamu alanında hizmet vermek durumunda olursa o zaman n"olacak?" gibi temel mes"eleler henüz halledilememiş ve de konunun geçmişte de nasıl manipulasyonlara uğradığı da bilinirken..
Son günlerde bazı ailelerin 10-12 yaşında kızları ilkokula başörtülü olarak göndermeye kalkışmaları; bir babanın, davranışını medyada âdetâ daha önceden proğramlanmışçasına, son derece makûl sözler söyleyerek savunması düşündürücü değil midir?
Aynı şekilde, 28 Şubat 1997 Zorbalık Dönemi"nin ünlü aktörlerinden birisinin de ekranlara çıkıp, "Ben yine aktörüm, biz bu sistemi yıkmaya geliyoruz!" gibi ilginç / radikal söylemlere yeniden sarılması ve o günlerdeki utanç verici sahneleri ise, "bunlardan laik rejime, laiklere ne?" diye haklı bir mantıkla savunması, ve o zaman birlikte olduğu kadının, "kendisinin şer"an nikâhlısı olduğunu" söylemesi ve amma, sunucunun, "şimdi n"oldu o nikâh?" sorusuna ise, "Orayı karıştırma.." diye celâllenmesi gibi tavırlar..
Ve sonra..
Katıldığı tv. proğramlarında reiting"leri alt-üst ettiği ileri sürülen bir başkasının, içinde doğruları da olsa da bir yığın laflardan oluşan acaib nutuklar çekmesi ve sonra da, tarafdarlarından onbinlerle bir gövde gösterisi yapmaya teşebbüsü..
Evet, birileri, sökün ettiler.. Bu gibiler, o zorbalık dönemlerinde sahi ne gibi direnişler sergileyebilmişlerdir? Ve bugün sahnelenmesi mümkün olan yeni entrikalar karşısında tedbirleri var mıdır?
Az-biraz dikkatli her müslümanın, son 150-200 yıllık tarihimiz boyunca, halkımızı kimlerin hangi manipulasyonlarla nasıl oyunlara getirdiklerini anlayıp, biraz daha temkinli, dikkatli, şuûrlu davranması gerekmez mi?
Bu talebler ve sergilenen tablolarda bir özel niyet yok ise, gerçekten de en azından cehalet değil midir?
Ve, bu gibi, bir anda patlayıveren yağmur sonu mantarlarını hatırlacak şekildeki -sözde- radikal söylemlerle ortaya konulan tabloların oluşturduğu endişenin, nicelerini yanlış beyanlarda bulunmaya sevketmekte de etkisi yok mudur?
haksöz