Tevhidhaber / Haber Merkezi
1956'da müslümanlar, Peygamber'in doğumunu kutladıkları gün, Kap'ın Claremont banliyösündeki El Camia Camii'nin cemaati, 32 yaşındaki Hacı Abdullah Harun'u kendilerine imam olarak atadılar. Bu müslümanlar, memur sınıfın "Kap Melezleri" diye adlandırdığı 2.5 milyon ırkça karışık halkın bir bölümünü oluşturmaktadır.
İmam olarak atanan Abdullah Harun, cemaatin yaşlı üyelerince, oldukça genç ve biraz çocuksu tavırları olduğu kanaati taşıyordu. İmam'ın böyle bir göreve uygun olmadığı düşünülüyor, dini önderlerin ağırbaşlı adamlar olduğu kanaati taşındığı için bu imamın fazla espritüel olduğu ve bu yüzden bazı sorunlar doğurabileceği konuşuluyordu. Göze batacak biçimde traşlı kafası, kısa boyu ve oldukça şık bir giyimi olan İmam acaba bu görevi yerine getirebilir miydi? Yeni imamın, haftada bir sinemada geçirdiği saatler, ibadet ve tefekkürle geçirilemez miydi? Tamamı iki bin kişi olan cemaatin yaşlı üyeleri bundan pek emin değillerdi.
Her şey bir yana, imam olarak seçilen Abdullah Harun ilerleyen günlerde daha çok sorumluluk almaya, gençleri etrafında toplamaya başlamıştı. İmam Harun, kendisini yetiştiren halasının sayesinde, birçok kez hacca gitmiş ve doğu ülkelerinde Arapçasını oldukça iyi bir şekilde geliştirmiş ve 14 yaşında hafız olmuştu. Bu yüzden, dini konulardaki bilgisi ve yeniliklere açık oluşu kendisini farklı kılıyordu.
Bir önder yetişiyor...
Din konusunda oldukça donanımlı olan Abdullah Harun, bütün irfanlarına rağmen, siyasi konularda oldukça zayıftı. Kendisi, İslam'ın salt bir öte dünya dini olmadığını düşünüyor, bu yüzden halkının toplumsal ve siyasal işlerine ilgi duymaya başlıyordu. Laik bir devlet içerisinde yaşayan İmam, bu sistemde eğitim gören gençlerle tartışıyor, kendisini geliştirmeye çalışıyordu. Ne var ki, ırkçı ve faşist yaklaşımları olan devlet, Kap melezlerine ve Müslüman halka karşı oldukça sert ve tutucu tavırlar sergiliyordu. Beyazlar için yerleşim bölgeleri yapılıyor, siyahları beyazlardan uzaklaştırmak için, en verimsiz ve uzak bölgeler seçiliyor, bunun için de hiçbir şekilde hak ve hukuk aranmıyordu. Bu yüzden, İmam'ın oturduğu bölge, görevli olduğu sürelerde değiştirilmişti.
Harun'un yaşadığı ırkçı devlet, eğitimi de soysuzlaştırma çabası içindeydi. Bu yüzden özel olarak kurulan Kap Melezlerine ait kolejler yakılıyordu. Bu ciddi dönemde, gergin atmosferde; Müslümanların toplumun siyasal hayatına katılmalarının güçlü bir geleneği olduğuna inanan İmam, kurtulmak istese de kendisini bırakmayan siyasete gittikçe ilgi duymaya başladı. Ve ilk defa bağımsızlık yolunda çalışan örgütlere de böylece açık bir ilgi duymaya başladı.
Tebliğ, her yerde...
İmamlığının üçüncü yılında Harun, çok faal bir cemaat oluşturmuş, piknik ve şenliklerle halkı bir arada tutmuştur. Yoksullar için bir yardım fonu oluşturmuş, kadınlara iş ve araştırma merkezleri kurulmasına ön ayak olmuştur. Oldukça aktif birisi olan İmam, tebliğ çalışmalarını oldukça önemsiyor ve siyah göçmen işçiler arasında İslam'ı anlatıyor ve her yerde küçümsenen bu işçilerin kalbini İslam'a ısındırıyordu.
Günler geçtikçe oluşan siyasi gerginlikler, siyahlar arasında çeşitli örgütler kurulmasına sebep oluyordu. Bu ezilen halk, hakkını aramalı ve sesini yükseltmeliydi. Ancak İmam Harun, bu konuda sert olunmaması taraftarıydı. Şöyle diyordu dostu İbrahim'e;
"Biliyorum ki, duanın gücü dağları yerinden oynatabilir. Halkı inançlı olmaya çağırmalıyız. Eğer seçilmiş bir günde, bütün halkı diz çöküp dua etmeye çağırırsak, Allah beyaz halkın yüreğine bir değişiklik verecektir mutlaka. Böylesi bir yürek değişikliğini dileyebiliriz, eminim bundan."
Siyah direniş!
Böyle diyordu İmam Harun. Ancak daha sonra dua büyük işler başarabilse de yalnız dua etmek yetersizdir sonucuna vardı. Onu bu düşünceye sevkeden olay, ırkçı yönetimin, tüm siyahların artık yanlarında her zaman "paso" ile dolaşmasını emretmesiydi. Bu karara itiraz eden Pan- Afrikanist örgütü, yanlarında paso taşımayacaklarını bildirdi ve pasif bir direniş gösterisi olarak binlerce kişi polis karakoluna gidip teslim oldu. Bu pasif direnişe, polis oldukça şiddetli bir karşılık verdi. 69 kişi öldürüldü ve daha fazlası da yaralandı. Sıkı yönetim ilan edildi ve siyah halkın umudu olan, Pan- Afrikanist ve Afrika Ulusal kongresi yasa dışı ilan edilip, yirmi kişi de tutuklandı.
Bu olaylardan sonra, İmam Harun, yoksul halka yardım amacıyla kurulan çeşitli hareketlere katıldı ve ilk defa sivil polisin dikkatini çekti. Bir yandan da, vaazlarına devam eden İmam, hükümeti ağır şekilde eleştiren konuşmalar yaptı ve jurnalcilerin cemaat içine sızmasına engel olamadı. Örgütle bağlantıları olan ve peşine polislerin takıldığı arkadaşları Mücahid ve İbrahim ülkeden kaçmak zorunda kaldı. Şimdi İmam daha da yalnızdı. Bu boğucu hava, İmam'ın kendisini arındırması için Mekke'ye hanımıyla birlikte bir hac vazifesi yapma fikrini getirdi. Ve İmam, şehid edilmesine ön ayak olacak, bu yolcuğuna çıktı.
Hicret yılları
Orada, arkadaşı İbrahimle görüştü ve örgütle iyice içli dışlı oldu. Arkadaşının teklifiyle daha sonra Kahire'ye geçti ve oradan da Londra'ya. Burada, hem halkına para yardımı, hem öğrenciler için burslar ve hem de örgüt için gerekli görevleri üstüne alıyordu. Bu yaptığı görüşmeler devletin muhbirleri tarafından izleniyor ve haber veriliyordu. İmam bunları, işkence ve hücre dönemlerinde anlayacaktı. Ülkeye geri döndüğünde, artık eski Harun değildi. Daha da bilinçlenmiş ancak oldukça cesaretli hamleler yapıyordu. Bir müddet sonra, polisler mescide baskınlar yapmaya, belgeleri ele geçirmeye çalıştı. İmam, sürekli taciz ediliyor, polisin nefesini ensesinde hissediyordu. Bu sıkıcı havada, bir Londra seyahati daha yapması İmam'ın bütün açıkları göstermesi demekti. Ancak İmam, bu hataya düştü ve Londra'ya gitti. Oradaki görüşmelerde, jurnalcilerin gözündeydi ve İmam yurda dönüşünden bir müddet sonra, yurtdışına kaçma tekliflerini reddettiğine pişman olarak, polis tarafından tutuklandı.
Şehidân Ey!
Ve günlerce sorguda kaldı İmam. Çeşitli işkenceler gördü. Arkadaşlarını ele vermemek için çırpındı. Kendisini Allah'a teslim etti, namazlarını kıldı, Pazartesi ve Perşembe günleri oruç tuttu. Yılmadı İmam. Ama sonunda bu işkencelere dayanamayarak can verdi. Allah o'nu şehitlik mertebesine ulaştırdı(inşallah). Son sözleri şu oldu;
"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla. Günahlarımı bağışla. Karımı ve çcuklarımı esirge. Şimdi senin gözetip esirgemene her zamankinden daha çok muhtaçlar. Ey en esirgeyici olan! Sen birsin, buna iman ettim. Ve Peygamber Muhammed, senin Resûlündür. Selam üzerine olsun. Yaralarım sızlıyor, artık bu eza ve cefaya dayanasım kalmadı. Ey esirgeyici olan! Ruhumu al; işkencelere bedenimi bırak, zayıflığımı bağışla. Ey esirgeyici olan! Beni öldür artık, bedenimi özgür kıl; halkımı özgür kıl!"
Ve 138 günlük hücre hapsi, küfür, hakaret, zulüm, işkence ve yıldırma, o Cumartesi sabahı, 27 Eylül 1969'da sona erdi. Rabbim, cennetinde bizi buluştursun.