İngiltere'de İslam.

İşte İngiltere Müslümanları:

Aslıhan Eker'in İngiltere izlenimleri/Kanal7


74 yıldır yerinde duran British Council’in Londra’daki görkemli binasının duvarlarını süsleyen posterler; sarışın, zenci, çekik gözlü gençlerle yanyana duran başörtülü kızların resimleri… Burası Londra. Londra’nın göbeği...

 


İngiltere’nin çok kültürlü yapısı, daha Heatrow havaalanının girişinde iken gözünüze çarpıyor. Pasaport memurlarından bazılarının başörtülü oluşu şehirdeki bu grift yapının oturmuşluğuna vurgu yapıyor. Hatta İngiltere’ye geldiğinizi bilmeseniz ve kulağınıza sıkı bir İngiliz aksanı çarpmasa buranın Pakistan olduğunu bile düşünebilirsiniz.


Büyük Britanya Krallığı, yakın tarihin dünya egemenliği mücadelesinde ismi en fazla geçen ülke. Sömürgecilik, çizilen sınırlar, barış anlaşmaları, işgaller... Bütün bunlar; bu krallığın dünyanın tarihsel izleğinde insanlığa anımsattıkları. Ancak bu üzerinde güneş batmayan krallık bugün Birleşik Krallık adıyla demokrasinin doğduğu ve en sağlıklı yaşaması gerektiği düşünülen ülke olarak arz-ı endam ediyor.


İngiltere bugün, yüzyıllardır devam eden parlemento geleneği ve çok kültürlü faşizm karşıtı yapısıyla övünüyor. Çünkü artık bu ülkenin vatandaşlarını birleştiren şey ne tarihte başka ülkelerde sömürge aracılığıyla kurdukları büyük ticari şirketler ne üzerinde güneş batmayan toprakları ne de dünyanın her yanında savaşan askerleri. Bütün bunlar bugün için, modern dünyanın merkezinde yer alan bu yaşlı imparatorluğun var oluşunun övünç kaynağı değiller.

 


Zira artık koloniler yok, koloniler övünülecek bir şey de değil zaten, ancak binaları, resimleri, heykelleri değiştirmek de mümkün değil. Dışişleri Bakanlığı da, 1800’li yıllarda Hindistan ofisi olarak kurulmuş bir binada yer almakta. Binanın girişinde, Hindistan’da savaşan İngiliz askerini temsil eden bir heykel karşılıyor sizi. Duvarlarında Hindistan’da valilik yapmış İngiliz lordların tabloları asılı, binanın dış cephesine ise yine Hindistan’da savaşmış komutanlar ve valilerin büstleri dizilmiş. Doğrusu bu görüntü insana bu ülkenin bir müzeden yönetildiği hissini veriyor. Dış İşleri Bakanlığı’nın bu yapısına rağmen buranın çalışanları da farklı kültürlerden geliyorlar. Zira her türden insanı binanın koridorlarında görmek mümkün.


Kolonilerin çıkardığı isyanlar gibi problemlerle uğraşan bu ofisin en önemli işlerinden birisi; 11 Eylül’den sonra Batı’nın korkulu rüyası haline gelen Müslümanlarla ve de 7 Temmuz Londra bombalarından sonra İngiltere’nin problemli çocukları haline gelen İngiliz Müslümanlarla uğraşmak. Bir yandan hükümet şimdiye kadar olabildiğine özgür bıraktıkları Müslümanların; organize olması, entegre edilmeleri vs. gibi konulara binlerce pound harcarken, diğer yandan Dış İşleri Bakanlığı, İngiliz Müslümanları ya da hükümetin Müslümanlarla ilgili tutumu konusundaki uluslararası camiada varolan kötü imajı değiştirmek için kolları sıvamış.


İşte bu nedenle İngiliz Hükümeti, uluslararası gazetecileri ülkesine davet ediyor ve bir hafta içinde polisinden tutun, avukatına gazetecisine, politikacısına kadar bir sürü kişiden bu konuda yaptıkları çalışmaları onlara dinletiyor. Her gruptan, yaştan ve meslekten Britanyalı (british) müslümanlarla tanıştırıp onların deneyimlerini gazetecilerle paylaşıyor.


Doğrusu bu toplantıların dördüncüsüne Türkiye’den katılan tek gazeteci olmak da ilginç bir deneyimdi. Pakistan, Bangladeş, Filipinler, Ürdün ve Mısır’dan gelen diğer gazetecilerle beraber bir hafta boyunca bir toplantıdan diğerine koştuk, onlarca soru sorduk, farklı gruplarla tanıştık.


İngiliz Hükümeti, İngiliz Müslümanları 7 Temmuzdan sonra politikalarının merkezine yerleştirmiş. “İngiliz Müslüman” kavramı kendi başına bir tartışma aslında. “İngiliz” denmiyor çünkü bu bir ırk belirtisi ve bu ülkede ırkçılık uzun yıllardır hukuken yasak.


“British” yani İrlanda, İskoçya, Galler Bölgesi ve İngiltere’den oluşan Britanya adasının sakinleri anlamına gelen “Britanyalı Müslüman” kavramı daha çok tercih ediliyor. Britanyalı herkesi ırkından arındırıp o ülkenin bir parçası olmak manasına geldiği için herkes tarafından kullanılan ortak bir kimlik haline gelebiliyor.


Devlet Britanyalı Müslümanlar hakkında birçok proje yapıyor. Gençleri entegre etmek için forumlar kuruluyor, konseyler, basın ofisi, dış ilişkiler ofisleri, devlet tarafından onanan imamlar üniversite üniversite dolaşıp gençlerin fikirlerini soruyor, onları radikal olmaktan nasıl uzaklaştıracakları konusunda kafa patlatıyor, sorular soruyor, fikirler alıyorlar…


İngiltere’de bütün politkalar söz ve yazı üzerine kurulmuş, konuşarak politikalar oluşturarak problemlerin üstesinden gelinir her şey halledilir mantığı hâkim. Her kurumda etkili olan bu politikaların genel ismi “ Zihinleri ve Kalpleri Kazanmak” (Winning the hearts and minds) Tatlı söz yılanı deliğinden çıkarır gibi birçok sözle açıklanabilecek ikna odaklı bir eğilim hissediliyor. Sanki her koldan herkes ikna edilmeye çalışılıyor.


Hükümetin yaptığı programda ve söylediklerine göre politikalarında Britanyalı Müslümanların İngiltere’nin bir parçası olduğunun altı sürekli çiziliyor. Müslümanlardan memurlara herkes şunu sıkça vurguluyor “Müslümanlar Avrupa’da en rahat İngiltere’de yaşamaktadırlar, her türlü özgürlüğe sahiptirler. Düşünce ve konuşma özgürlüğü yasalarla güvence altına alınmıştır.”


Diğer Avrupa ülkelerine nazaran İngiltere’deki Müslümanların durumunun daha iyi olduğu da bir gerçek. Ancak 7 Temmuz Londra metro bombalamalarından sonra işlerin gittikçe kötüye gittiğini iddia edenler de var. İslami İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Mesud Sharjah yeni çıkan terörizm yasalarının en fazla Müslümanları hedef aldığını, polisin sokakta gördüğü her hangi bir Müslümanı terörist olduğu zannıyla 28 gün avukatsız ve mahkemesiz gözaltında tutabildiğini söylüyor.


Bu uzun bir süredir ülkenin insan hakları savunucuları, özgürlükçü aydınları ve politikacıları tarafından sıkça dile getiriliyor. İngiltere onlara göre artık bir polis devleti olma yolunda ilerliyor ki, bu da onu yıllardır eleştirdiği 3. Dünya ülkelerinden biri haline getiriyor. Yeni başbakan Gordon Brown ise tam da biz oradayken bu gözaltı süresini 72 güne uzatmayı öneren yeni bir terörizm yasası sundu meclise, ülkede herkes kıyameti kopardı, zaten yasa da meclisten geçemedi.


Lord Hoffman 2004’te çıkacak terör yasaları için şunu söylemişti: “Bu millet için bu gibi yasalar terörün kendisinden çok daha tehlikelidir. Bu terörizmin başarmak istediği şeyin ta kendisidir. Meclisin teröristlere böyle bir zaferi yaşatıp yaşatmayacağını göreceğiz.”

 


“Britanyalı Müslümanlarla Kaynaşmak”


“Britanyalı Müslümanlarla kaynaşma” toplantımızın ilk gününde Parlementoya gidiyoruz. Yüzlerce yıllık binalarda yenidünya tartışmaları yapılıyor, sanki geçmişe bir yolculuk yapmış hissi veren bu binalarda İngiliz politkası şekilleniyor. Her şey geleneklere göre, her şey yüzyıllardır olduğu gibi hiç bir şey atlanmıyor. Hala her sene parlamentoyu kraliçe açıyor; atlar, kraliçeyi bekleyen yaverlerinin kıyafetleri her şey tarihte olduğu gibi…

 


Parlamentoda iki meclis var birisi Lordlar Kamarası diğeri ise Avam Kamarası. Kraliçe her sene Avam Kamarası’nın kapısını tıklatıyor, birisi kapıyı açıyor ve sembolik olarak Kraliçe’nin yüzüne kapatıyor. Bu kraliyetin, Avam Kamarası’nın işlerine karışamayacağı anlamına geliyor. Avamlar, Lordlar Kamarası’na giremiyor, Lordlar da Avam Kamarası’na. Ancak özel izinler hariç.


Parlamentonun ve Dış İşleri bakanlığının olduğu Whitehall bölgesinin caddelerinde her yerde imparatorluğun sömürge ülkelerinde savaşmış İngiliz askerlerin heykelleri dizili. Her yerde onlar anılıyor, askerin hiç görünmediği bu ülkede asker heykellerinin gölgesindeki demokrasi şaşkınlık veriyor…


İnsanın içlenmemesi mümkün değil. Bütün görüşmelerimiz “Entente Cordialle” adlı odada duvar boyu sömürgecilerin dev yağlı boya tabloları altında yapılıyor. Bu oda ilk 1905’te kurulmuş, Fransızlarla sömürgelerin genişletilmesini içeren anlaşmalar imzalamak üzere, daha sonra da Birinci Dünya Savaşı’nın müttefikleri bu odada imzalamışlar ortak kararlarını.


Bu odada devletin farklı birimlerinden gelen görevliler Müslümanlar konusunda yaptıkları projeleri anlatıyor. Mesela yine Dış İşleri Bakanlığı’na bağlı Basın Merkezi. İngiliz Medyasının Müslümanları tanımadığını, hep kötü ve negatif hikâyeleri yansıttığını bunun da Müslümanları marjinalize ettiğini söyleyen Basın merkezinden iki genç, medya ve Müslümanlar arasında daha iyi bir ilişki kurabilmek için çalışıyor.


Parlamentoda milletvekilleri ve Lordlar Kamarası’nda bulunan üç Müslüman’dan biri olan Baroness Udin’le buluşuyoruz. Baroness Udin de medyanın çığrından çıktığını ve artık Müslümanlara sürekli saldıran medyayı görmemezlikten geldiğini anlatıyor. Ona ve masada bulunan parlamentonun çeşitli birimlerinde çalışan Müslümanlara göre medya, Müslümanların marjinalize edilmesinde en büyük payı olan güç. Ancak o İngiliz hükümetinin üzerine düşeni yaptığını, her konuda çok rahat olduklarını Bangladeş asıllı olmasına rağmen onun için vatanının İngiltere olduğunu anlatıyor.


ADALET BAKANI JACK STRAW


Programımızın bir parçası olarak Adalet Bakanı Jack Straw’la görüşmeye gittik. Bakanlar arasından Jack Straw’un seçilmesi gayet doğal. Çünkü Straw İngiltere’de en fazla Müslüman nüfusu barındıran Blackburn kentinden 3 dönemdir seçilen bir vekil. Her ne kadar kendisi daha çok Irak Savaşı’nı Tony Blair ve George Bush’la başlatan Dış İşleri Bakanı kimliğiyle öne çıkmış olsa da, Straw’ın kariyer çizgisinde enteresan çıkışları var. 1987’de Eğitim Bakanlığı’nda görev yaparken Müslüman okulların devletten bağımsız olsalar da devlet yardımı almaları gerektiğini savunmuş ve bütün dikkatleri üzerine çekmişti.  Straw o zamanlar İngiltere’de İslam cahilliği olduğunu ve özellikle de Müslüman kadınlara ciddi bir önyargıyla bakıldığını söylemiş, Müslüman kadınların batılı kadınlardan çok daha önceleri mülkiyet haklarını kazandıklarına dikkat çekmişti.


Gençliğinde savaş karşıtı öğrenci gruplarının başkanlığını yapan Straw, Dış İşleri Bakanı olduğu dönemde Irak savaşının en büyük destekçilerinden oldu bu da 2005 seçimlerinde kendi bölgesinde müslümanlardan aldığı oyu düşürmüştü. Straw, sonraları Hz. Muhammed’e (s.a.s.) hakaret eden karikatürlerin yasaklanması gerektiğini savunmuş, daha sonra da İran’ın nükleer bomba yaptığı iddilarına “tamamen saçmalık” diyerek cevap vermiş, bundan ötürü de Bush’u kızdırdığı ve Tony Blair’in yeni kurduğu hükümette Dış İşleri Bakanlığı’ndan alındığı yönünde iddialar ortaya atılmıştı.


Hatırlanacağı üzere Dış İşleri Bakanlığı görevinden alındıktan sonra, Blair, Straw’ı bir süre Avam Kamarası’nın başına getirmişti. Straw, Gordon Brown’un başkanlık yarışında kendisini en çok destekleyen siyasetçi oldu, 2007’de de Brown’un kurduğu hükümette Adalet Bakanlığı görevine getirildi. 


İngiltere’de öğrenci olduğum dönemlerde savaş karşıtı yürüyüşlerimizde karşı slogan attığımız siyasetçilerden biriydi Straw.  Irak savaşı zamanlarında TV’de çıktığında İngiliz ev sahibim Annmarry ile nasıl öfkelendiğimizi hatırlarım. Daha sonraları Türkiye’ye döndüğümde İran’a saldırı konusunda Tony Blair’den desteğini çekmesi ve bazı programlarda Irak savaşı konusunda eskisi kadar kararlı olmayan konuşmalarını duyduğumda şaşırmıştım. Belki de Jack Straw eski devrimci savaş karşıtı öğrencilik günlerini özlüyordur diye içimden geçirmiştim.


Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girme sürecinde yapılan müzakerelerde Türkiye’ye inanılmaz desteği, Kıbrıs ve birçok konuda arabuluculuk yaparak müzakerelerde Türkiye’ye puan kazandırma konusundaki katkısını da görünce kendisine karşı düşüncelerim biraz yumuşamıştı.


Jack Straw, daha sonraları yine Müslüman kadınlarla ilgili bir konuyla gündeme geldi. Seçim bölgesi Blackburn’de kendisini görmeye gelen yüzü peçeli kadınlara peçelerini indirirlerse daha iyi iletişim kurabileceğini söyledi ve İngiltere karıştı. O dönemler Türkiye’de bu olay başörtü krizi olarak yansıtılsa da aslında tamamıyle peçeyle ilgiliydi.


İngiltere liberalleri zaten Straw’a savaş ve terör yasalarına verdiği destekten ötürü hoşgörüyle bakmadıkları için peçe olayıyla ortalığın karıştırmasına ciddi muhalefet gösterdiler. Strawsa inançlarına kesinlikle saygı duyduğunu, ama kadınları duymakta zorlandığını ifade etti, çünkü Straw’un hafif sağırlık problemi vardı ve daha çok insanların dudaklarını okuyarak anlayabiliyordu.


Ama bütün bu nedenler Jack Straw’u böyle bir tartışmayı başlatmasından ötürü affettiremedi. Çünkü demokrasi ve özgürlük savunucuları hali hazırda terörizm yasaları ve inançlara saygısızlık yüzünden İngiltere’de özgürlüklerin giderek azaldığından ve ülkenin anti-demokratik bir ülke olma yolunda hızla ilerlediğinden dem vuruyorlardı.


İşte bize de Adalet Bakanı’nın ofisine ayak basar basmaz ünlü terörizm yasalarının yer aldığı 2006-terörizm act’i dağıttılar. Yasaların meclisten geçme döneminde yaşanan tartışmaları hatırladım. Blair, ısrarla polis gözaltı süresinin 90 güne çıkarılmasını savunmuştu, yani bir kişi terörizm zannıyla tam 90 gün gözaltına alıncaktı. Allahtan parlamento bu yasayı reddetti, Blair ise parlementonun bu kararı karşısında çok hayal kırıklığına uğradığını ifade etti. Ancak yine de yeni terörizm yasalarına göre gözaltı süresi iki katına çıkarılarak 28 güne uzatıldı. Birçok insan hakları derneği bu sürenin de demokratik bir ülkeye yakışmayacak kadar uzun olduğundan şikâyet ediyor.


Bütün bunların ışığında Adalet Bakanı Jack Straw’a birçok soru sorduk. Jack Straw her zamanki rahatlığıyla bütün sorulara; “her ülkede böyle şeyler oluyor, bu yasalar çok ağır değil, zaten çok kişiyi de tutuklamadık, ya o kadar da büyütülecek bir şey yok” manasında cevap verdi. Ama en çok aklımda kalan cevabı bir Pakistanlı gazetecinin sorusuna verdiği oldu.


Soru şuydu: İngiltere’de yaşanan terörizm olaylarının veya sinirli müslüman gençlerin ektremistliğe yönelmesinin ardındaki neden İngiltere’nin sömürge tarihi ve hatta devam eden işgal hareketleri olabilir mi? Straw buna gülerek özetle şöyle cevap verdi: “Sömürgeler tarihte kaldı, sanıyorum dünyada bütün devletler sömürülmüştür, işgale uğramıştır. Biz de sömürüldük mesela Vikingler tarafından!!!”


İşte bu tam bir İngiliz espri anlayışıydı!!! Jack Straw benim İstanbul’dan olduğumu öğrendiğinde ise özel olarak yanıma gelerek; “Ne kadar şanslı olduğunuzun farkındasınızdır umarım.” demeyi de ihmal etmedi. Anlaşılan o ki Türkiye’nin Avrupa üyeliği konusunda en büyük destekçilerden birisi olmasının altında yatan gizli sebep de tam bir İstanbul hayranı olması.

 

BİR GÜNE SIĞAN DİĞER GÖRÜŞMELER...


İNGİLTEREDE MÜSLÜMANLAR FARKLI YÖNLERİYLE FARKLI AĞIZLARDAN...


Sağcı olarak bilinen Times Gazetesi’nin editörlerinden Michael Binyon, yıllarca bütün dünyanın teröristlerini özgürlük adına kendi ülkesine alan İngiltere’nin, şimdi bu hatasının bedelini ödediğini düşünüyor. “Neredeyse bütün Müslüman ülkelerden kovulan Müslüman köktendinciler faaliyetlerini İngiltere’den yürüttü, şimdi ise İngiltere’de neden radikallik yayılıyor?” sorusunu soruyoruz; “ bu çok saçma” diyor. “Neden İngiliz basını hep müslümanlarla ilgili negatif şeyleri yayınlıyor, neden onları şeytanlaştırıyor?” diye soruyoruz; “Ne yazık ki gazetecilik açısından pozitif hikâye bulmak çok zor.” diyerek cevaplıyor.


Michael Binyon, Müslümanlar hakkında gerçekten iyi hikâyeler bulmak istediğini ama bir gazeteci olarak bunun ne kadar zor olduğunu anlatırken oldukça samimi görünüyor aslında. İngiltere’de Müslümanları temsil eden klise gibi bir kurumun olmadığını, “Muslim Council of Britain” gibi büyük İslam kuruluşlarının bile Müslümanlar tarafından kendilerini temsil eden kurum olarak adlandırılmadığını; bu nedenle de Müslümanlarla ilgili bir konudan bahsederken nereden referans alacaklarını şaşırdıklarını anlatıyor. Aslında bu meseleden daha sonra BBC’de görüştüğümüz muhabirler de şikâyetçi oluyorlar.


 

Ancak Michael Binyon son bir gelişmeden çok memnun; hepsi olmasa da birçok büyük İslami organizasyon bir araya gelip bir çatı oluşturmuş durumdalar. Bu oluşumun adı: Mosques and Imams National Advisory Body-MINAB (Ulusal Cami ve İmam Danışma Grubu)

 

MINAB-MESUD AHMED


Bu organizasyonun başında olan kişi Masud Ahmad. Masud Ahmad aynı zamanda devlet tarafından memur olarak atanan 136 imamdan birisi. İngiltere’de memur imamlar olduğunu duyunca gerçekten çok şaşırdım. Bu uygulama aslında uzun süredir varmış; hapisteki Müslüman mahkûmlara yardımcı olmaları amacıyla imamların atanması başlamış.


7 temmuz Londra metro patlamalarının failleri liberal Müslümanlar arasından geliyor. Mesud Ahmed’e göre bunun sebebi; Pakistan’dan veya Bangladeş’ten gelen geleneksel imamların, onlara doğru bir din eğitimi vermeyi başaramamış olmaları. İşte tam da bu nedenle dört büyük İslami organizasyon bir araya gelerek bir çatı altında toplanıyorlar ve Mosques and Imams National Advisory Body-MINAB’ı (Ulusal Cami ve İmam Danışma Grubu) oluşturuyorlar. Bu gruplar: MCB Muslim Council of Britain (İngiltere Müslüman Konseyi), Muslim Assosication of Britain, The British Muslim Forum, Al-Khoei Foundation.


Bu gövde organizasyona İngiltere hükümeti destek veriyor ancak kararlara, imamların denetlenmesi konusuna karışmıyor. MINAB’ın bir imam için koyduğu ilk şart İngilizce konuşuyor olması. Çünkü ülkedeki imamların çoğu Pakistan asıllı, çoğu İngilizce konuşamıyor ve bu nedenle de ne söyledikleri nasıl bir din öğrettikleri neredeyse denetlenemiyor. İşte bu organizasyon çatısı, imamları testten ve eğitimden geçiriyor.


İngiltere’de 1200–1500 arası cami var, Londra Batı şehirleri içerisinde en fazla camiyi barındıran şehir. Bu camilerden çoğu Anglican (İngiliz klisesi) kliselerinden dönüştürülerek yapılmış. İngiltere’de Müslümanların nüfusu resmi olarak 1,6 milyon, Cambridge araştırmaları ise bu nüfusun 4 milyon olduğunu söylüyor. Hıristiyanlıktan sonra İngiltere’deki en büyük din İslamiyet. İngiltere Parlamentosu’nda 12 Müslüman vekil var.


İngiltere’deki Müslümanların çoğunluğu Londra’da yaşıyor. Londra’dan sonra en fazla nüfusu, Bradford, Birmingham ve Manchaster şehirleri barındırıyorlar. İngiltere’ye ilk gelen Müslümanlar Pakistan ve Hindistan’dan göçmüşler ve Manchester, Bradford bölgelerine yerleşmişler. Dışarıdan gelenler kültürlerini ve sistemlerini de çoğu kez beraberlerinde taşımışlar. Mesela Hindistan’ın Thane şehrinden gelenler, kast sistemini de beraberinde Bradford’a getirmişler. İngiltere’deki Pakistanlıların %80’ini Keşmirliler oluşturuyorlar. İngiltere’ye gelen birinci jenerasyona; “Britanyalı Müslümanlar” (British Muslims) denmiyor ancak 3. nesil Müslümanlar böyle adlandırılıyor. Bu Müslümanların çoğu,  hayatlarında Bangladeş veya Pakistan’ı hiç ziyaret etmemişler.


Mesud Ahmed’in verdiği bilgiye göre;  İngiltere genelinde 144 tane özel Müslüman okul var, bunlardan 2 veya 3’ünü devlet sübvanse ediyor. İngiltere’deki Müslüman çocuklar dini eğitimlerini öğleden sonra 5–6 arası yerel camilere giderek alıyorlar. Peki, onlara nasıl bir İslam öğretiliyor, kimler tarafından öğretiliyor. İşte bütün bunların bir otoriteye bağlanması ve denetlenmesi gerekiyor. MINAB bunu başarmaya çalışıyor.


İngiltere’de her kamusal binada ibadet odası var. Bu odalar, bütün dinlere tahsis edilmiş durumda, fakat Müslümanlar da kullanabiliyorlar. Her camide ezan okunmasına izin var, ancak etrafa megafonla yaymak gürültü kurallarına aykırı. Müslümanların yoğun olduğu bölgelerde bazı camilerde sabah namazında olmaması şartıyla sokağa yayılmasına da izin verilebiliyor.


En son Oxford Merkez Camii, özellikle Cuma namazı için dışarıya ezan sesinin verilmesini talep ediyor ancak bölgedeki halk buna ciddi anlamda karşı çıkıyor. Oxford Rahibi ise; Merkez Camii’nin bu isteğini desteklediğini, Hıristiyanlardan daha fazla cemaat toplayan bir ibadethanenin ritüellerini yerine getirme hakkı olduğunu düşündüğünü söylüyor. Bölgedeki halk ise buna şiddetle karşı; çoğu megafon olmadan Müslümanların ezan okumasına karşı olmadıklarını ama megafonla ciddi bir gürültü kirliliği ortaya çıkacağını savunuyor. Bu tartışma hala bitmiş değil.


İngiliz Hükümeti bütün Müslümanları temsil etmediğini açıklamış, bu anlamda açığı kapatmak için de kolları sıvamış. Farklı grupları dünyadaki diğer İslam ülkelerine göndererek Müslümanlarla kaynaşmalarını sağlıyor, dünyanın çeşitli yerlerinden Müslümanları İngiltere’ye davet ederek alışverişte bulunuyor. Devlet Müslümanları desteklemek için 70.000 sterlin para ayırmış. Ayrıca devletin yine Müslümanlara dair özel uygulamaları var. 147 farklı hapishanede bulunan 7500’e yakın (80.000 içinden) Müslüman mahkûm için 40 imam görevlendirmiş. Müslüman kadın mahkûmlar için de kadın vaizeler görevlendirmiş. Bu imamlar ve vaizeler devlet memuru olarak çalışıyorlar. İngiliz ordusunda da Müslüman askerler için mescit ve imam sağlanmış, ülkedeki birçok hastaneye de Müslüman görevliler tahsis edilmiş ve ibadet odası yapılmış.


Bütün bu bilgileri bize veren Masud Ahmad’a, İngiliz casus dizisi Spooks’ta gördüklerimi anlatmadan edemiyorum. Seyrettiğim bölümde İngiltere’de camiye giden bir ingiliz gencinin imamlar tarafından beyninin nasıl yıkandığı, sonra bu gencin, gün ortası camiye gittiğinde; imamın bir dolabı açarak hazırda bulunan intihar bombasını bunun beline sarıp bir anaokulunda patlatmaya göndermesi anlatılıyordu. “Neden bu tip dizilere tepki vermiyorsunuz?” babında anlatıyorum: “Caminin dolabında bomba! Bu nasıl basite indirgenmis bir anlayıştır” diyorum. Masud Ahmad’se kulağıma eğilerek; “Ama gerçekten böyle camiler var, sen ne dolaplar olduğunu hayal bile edemezsin” diye cevap veriyor.


Torylerin yani Muhafazakâr partinin milletvekili, kendisi de pakistan asıllı olan, Ali Miraj ise Pakistanlıların savunacak neyi var ki gerçekleri kabul edelim diyerek sinirleniyor. Ona göre yıllardır gerici bir İslam anlayışına sahip olan Pakistanlı Müslümanların şimdi problem olmaları normal. Ali Miraj, çuvaldızı kendimize batıralım diyenlerden ancak İngiltere’deki medyanın ve toplumun bazı tavırları konusunda eleştrileri de var. Mesela neden bize sürekli öncelikle Müslüman mısın? yoksa Britanyalı mısın? sorusu soruluyor, neden sürekli bizden açıklama isteniyor diye sorguluyor. Ali Miraj’a göre bu ikisini sıralamak bile çok saçma, çünkü birisi din birisi milliyet, elmayla armut gibi, neden birini birine tercih etmek zorunda kalasın. Ben bu ikisiyim de ve ikisini de gururla taşıyorum diyor Ali Miraj.


Çok kültürlülük bir hayal değil...


Primia İslamic School for Girls, Londra’nın oldukça zengin bir semtinde bulunan bir İslami okul. 1980’lerde ünlü Yusuf İslam tarafindan açılmış. Uzun süre devletten yardım almak için mücadele vermiş. Çünkü İngiltere’de hem Hıristiyan hem de Yahudi okullarının devletten yardım alma hakkı varken, İslami okullara bu hak ancak yakın bir zamanda tanınmış. En son yapılan mücadele ile İslamia Primary Okulu %80’i devlet tarafından karşılanan bir devlet okulu haline gelmiş. Bu okula ilk girdiğinizde etrafta başörtüleriyle koşuşturan minicik kızlar gözünüze çarpıyor ve “acaba bir İslam Ülkesi’nde miyim?” diye düşünüyorsunuz, neredeyse İngiltere’de olduğunuzu unutuyorsunuz. Ama öyle değil, bu okul çok önemli bir şeyi başarıyor; 56 farklı dilin konuşulduğu bir okulun varolabileceğini gösteriyor.


Okul oldukça yüksek standartlarda eğitim veren bir yer, her sınıf bilgisayarlarla donatılmış, etrafta oyun ve sanat var. Bir sınıfa giriyoruz, sınıfta bulunan 25 öğrencinin her biri orijin olarak farklı bir ülkeden geliyor. Hatta her birinin anne babası bile farklı ülkelerden. Annesi Cezayirli babası İrlandalı veya babası İngiliz annesi Sudanlı,  düşünebileceğiniz her türlü ülkenin karışımı… O sırada İngiltere’nin işte bu nedenle önemli olduğunu düşünüyorum, çok kültürlülüğün varolabildiğini varolacağını bir umut olduğunu ispatlamaya çalışan bir ülke ve Islamia İlkokulu bunun güzel bir örneği. Çünkü bu okuldan çıkan Müslüman öğrenciler oldukça başarılılar, ülkede ortaöğretimler için yapılan genel sınav olan GCSE’de başarı oranları çok yüksek, ülkenin en iyi üniversitelerine gidiyorlar. Ve bu okula gelen Müslüman öğrenciler normal bir devlet okulunda gösterdikleri başarının üzerinde bir başarı sergiliyorlar.


Sudan, Cezayir ve Nijerya asıllı üç sevimli minik öğrenciyle konuşuyorum.  Bana onları filme alıp BBC’de nasıl yayınlayabileceğimin planlarını yapıyorlar, akıllı ve özgüvenleri yüksek bu çocuklar oldukça mutlu görünüyorlar. Onlara; o küçücük halleriyle başörtülü oldukları için dışarıda tepkiyle karşılaşıp karşılaşmadıklarını soruyorum. Somut birşey hatırlamıyorlar ama korkuyoruz diyorlar: “Çünkü dışarıdakiler bizi tanımıyolar, herşey olabilir.”


Tabii İngiltere’de bırakın Müslüman öğrencilerin korkmasını genelde küçük çocukların okullarda karşı karşıya kaldığı ciddi bir problem var. Medyada ve sosyal programlarda oldukça yer alan bu problem Hugh Grant’ın oynadığı “About a Boy” adlı filme de konu olmuştu: “Bullying” yani türkçesi “hakaretle yıldırılmak”, ilkokula giden öğrencilerin, arkadaşları tarafından sürekli hakaret, alay, aşağılama, dalga geçme gibi yöntemlerle sindirilmesi, hayatlarının karartılması. İngiliz çocuklarının bile yüzyüze kaldığı bu problem, diğerlerinden farklı görünen Müslüman çocuklar için ne derecededir tahmin etmek zor değil.

 

Ancak İslamia İlkokulu’nda, “şeyh” diye çağırdıkları İslami derslerden sorumlu Muhammed Bey, hepsi için bir kalkan gibi; çok pozitif ve çok inançlı. Sudan asıllı bu Polyanna karakterli adam kendine, okuluna, öğrettiklerine her şeye yürekten inanıyor.


Bu adam konuşurken sanki işte İngiliz hükümetinin en sevdiği müslüman vatandaş ben olmalıyım ya da iyi müslüman vatandaş böyle olmalı gibi bir şey düşündüğü aklıma geliyor. Şeyh Muhammed tanıdığım birçok İngiliz’den daha çok seviyor Britanya Adası’nı diye düşünüyorum. Ve Müslümanların yıllardır inandıkları klişe bir şeyi söylüyor; “İslam batıdan gelecek. Burada gerçek İslam’ın yaşanabilmesi için bütün şartlar mevcut; rüşvet yok, yalan yok… Burada kendimi Sudan’dan çok daha güvende ve rahat hissediyorum” diyor. “Eğer kendi ülkemde olsaydım devletin izin vermediği hiçbir şeyi söyleyemezdim, düşünce özgürlüğüm olmazdı."

 

Daha sonra Muhammed Bey’in söylediğini bir İngilliz arkadaşımla paylaştığımda İngiliz arkadaşım şöyle tepki verdi: “İngiltere daha ne yalan söyleyecek, Irak’a girmek için söylediği koca yalan yetmez mi?” Düşünüyorum “Batı büyük yalanlar söyler, Doğu ise küçük yalanlar…” Irak savaşı Batı’nın yıllardır söylediği yalanları toparlayıp paket olarak önümüze getirdi diye düşünmekten kendimi alamıyorum.

 

Sonraki durak BBC…

 

Programın bir parçası olarak BBC haber merkezine gittik, burada uluslararsı haberleri yapan muhabirler, özellikle de İslam dünyası üzerine çalışan muhabirlerle görüştük. Dünyanın hala bir numaralı haber kanalı olmayı başaran BBC’i görmek harikaydı; İngilizlerin en büyük başarısı diye düşünürüm hep! Burayı gördüğümde bu başarının altında ne kadar ciddi bir emeğin de yattığına şahit oldum.

 

İlk bakışta tam bir kaos göze çarpıyor. Oldukça büyük bir mekân ve vızır vızır çalışan insanlar... Önlerinde neredeyse 4 ekranın olduğu masalarda deli gibi çalışıyorlar, çoğu zaman havasız bir ortam, karman çorman masalar, heryerden enformasyon fışkırıyor sanki. Her yerde bir stüdyo ve her yerde montaj masalarını görüyorsunuz. Haber merkezinin ortasına konumlanmış bir seyahat ajentası, hiç durmadan bilet ve otel ayarlıyor. Sürekli koşuşturan muhabirler, sürekli telefonda ya da toplantıda olanlar... Sanki zamanla yarışırcasına hızlı konuşuyorlar bizimle:

 

“Biz bir haberi verirken en az üç kaynaktan onaylatmalıyız” diyorlar, “SKY ise sadece bir kaynaktan alır ve abartmaktan yalan söylemekten kaçınmaz. Orada çalışanlar daha çok para alır, daha çok izlenir, biz daha az alırız daha çok çalışırız ama daha fazla güvenilir haber yaparız.”

 

Frank Gardner, bizi karşılayan gazetecilerden biriydi. Yıllarca Ortadoğudan muhabirlik yapmış, Arapça’yı çok iyi konuşuyor, bir sene mısırda kalıp Arapça öğrenen ender muhabirlerden biri. “Selamun Aleykum” diyerek karşılıyor bizi. Gözlerinde bir naiflik var. Ortadoğu’ya olan aşkı onu bacaklarından etmiş. Yıllarca batılı muhabir arkadaşlarına, Ortadoğu’da dolaşırken insanlarla insani, sıcak ilişkiler kurmalarını öğütlemiş; “Selamun Aleykum deyin, muhabbet edin, sonra isteyin isteyeceğinizi” diyerek tavsiyede bulunmuş. Ancak bundan dört yıl önce bir gün Suudi Arabistan’da bir Arap ona gelip “Selamun Aleykum” dedikten sonra çıkardığı silahıyla iki el ateş edince her şey değişmiş. Adam silahını ateşlerken “Allahu Ekber” diyerek bağırıyormuş. Kameramanı üzerlerine yağan kurşunlardan kurtulamamış, orada hayatını kaybetmiş. Frank Gardner ise vücudunda 6 kurşunla kaldırımda kanlar içinde kalmış, hastaneye yetiştirildiğinde ölmek üzereymiş.

 

Uzun süren operasyonlardan sonra bugün yaşıyor ancak tekerlekli sandalyede, bacaklarını kullanamıyor. Şu anda eskisi gibi savaş bölgelerinden, Ortadoğu’dan haber veremiyor, ama hala BBC’nin en önemli güvenlik muhabirlerinden biri olarak çalışmaya devam ediyor. Frank Gardner’dan etkilenmemek mümkün değil,  gazeteciliğe bu kadar aşık bir insan olarak bunun başına gelmesi gerçekten çok acı verici. Şunu sorguluyordu Frank Gardener: “Şunu kabul edin; belki İslami terörizm denmesinden hoşlanmıyorsunuz, belki Müslüman terörist denmesinden de hoşlanmıyorsunuz ama bu insanlar bunu ‘İslam’ adına yapıyorlar. El-Kaide’nin adamları kameramanımla benim üzerime kurşunlar yağdırmadan önce ‘Allahu Ekber’ diye bağırdılar”.

 

Tabii Frank Gardner bunları söyledikten sonra; İslam’ın ne kadar güzel bir din olduğunu yıllar boyu gezdiği, yaşadığı Ortadoğu’da iyilikten başka birşey görmediğini, harika insanlarla tanıştığını, hep hoşgörüyle ve yardımla karşılaştığını da sözlerine ekledi. Ancak bütün bu faktörler birilerinin de İslam’ın adını kullanarak terör estirdiği gerçeğini yok edemiyor. Kabul etmek ne kadar zor, İslam adına masum ve silahsız bir insanı vurma, nasıl oluyor! Pakistan, Bangladeş, Mısır ve Ürdün’den gelen diğer Müslüman gazetecilerle beraber bunu kabullenmemiz gerçekten çok zordu. Pakistan’ın ünlü gazetelerinden birinin editörü olan Yusuf Khan’ın özellikle şu sorusunu unutamıyorum: “Üsame bin Ladin nerde? Bu adamı bizim, İslam dünyasının başına siz musallat ettiniz, siz nerede olduğunu bilmelisiniz.”

 

AVRUPA’DA SOKAKLARA YAYILAN EZAN SESİ!

 

Preston’da ilk gün…


Burası aslında oldukça “İngiliz” bir şehir; koyu renkli depresif iki-üç katlı binalar, gri bir hava ve ingiltere’nin kuzeyine has dik yokuşlar muntazam kaldırımlar, boş sokaklar. Ama en önemli olan faktör sanıyorum, Londra’yı saymazsak, bu bölgenin İngiltere’nin en yüksek Müslüman nüfusuna sahip olması.

 

Yani normalde oran %3 iken burada %20’lere çıkmış durumda. Popülâsyonun çoğunluğu Hindistan ve özellikle de Keşmir’den geliyor. Buranın sokaklarında zaten bunu görmek oldukça mümkün, sokaklarda başörtülü kadınlar, Hint kıyafetli erkekler görünüyor. Bu bölge aynı zamanda İngiltere’nin en fazla camisine sahip olan yer. Tam 40 cami var bu bölgede. Koyu renkli evlerin dizildiği dik sokakların arasında camilerin kubbeleri görülebiliyor. Aynı zamanda yine burası ezanın sesli olarak dışarıya okunabildiği nadir Avrupa şehirlerinden birisi.

 

Bugün bir programdan diğerine kafamızda bin tane yeni enformasyonla koşuşturduğumuz sırada, her tarafta Hint kıyafetli başörtülü kadınların gezindiği, Hijab ve Hint kıyafetlerinin satıldığı dükkânlar arasında birden ezan sesini duymak oldukça ilginç bir deneyimdi. Sanki arkasında Ken Loach filmlerinden fırlama bir manzaranın olduğu bu yere birden tuhaf ve uzaklardan bir ses gelmiş gibiydi. O sırada Müslüman olmayan İngilizlerin bu sesi duyarken neler hissettiklerini çok merak ettim doğrusu!!!

 

Sabah ilk durak... Camii ve tabii Halk Merkezi (Community Centre).

 

Bizi sakin görünümlü orta yaşlarda sakallı, takım elbiseli bir imam karşıladı. Buradaki Müslümanlar arasında dolaşırken böylesi bir misafirperverliği ve hoşgörülü yüzleri görmek hoş bir duyguydu gerçekten. Camide bulunan imamlar ve gençler, bize kısaca; gençleri çeşitli aktivitelere yönlendirmek için yaptıkları çalışmaları anlattılar. Bizi karşılayan grubun içinde sonradan Müslüman olan kadınların oluşturduğu “Sisters for Sisters” grubundan iki kadın da vardı.

 

Bu bölgede Müslümanların çok olması birçok İngiliz kadının da İslam’a girmesine vesile olmuş. Sayıları oldukça fazla, her geçen gün de fazlalaşıyor. Birçoğu evlilik yoluyla, bazıları da komşularından, etraflarından görüp ilgi duyarak İslam’ı seçmiş. Tabii Müslümanlığı seçen kadınların hem kendi aileleri tarafından kabul sorunları hem de İslam’a adapte olma sorunları o kadar fazlalaşmış ki, bu kadınlara danışmanlık yapmak için bu gurup kurulmuş. Gurup neredeyse 10 yaşında, ama özellikle 11 Eylül’den sonra, problemler daha da arttığı için, daha aktif bir şekilde çalışıyorlarmış.

 

Sisters for Sisters’ı temsil etmek üzere gelen iki İngiliz kadından birisi peçeliydi. Peçesi altından görünen mavi gözleri onun bir İngiliz Müslüman olduğunu ele verdiği için sormadan edemedim; “Neden peçe örtmeye karar vermişti ve de olumsuz tepkilerle karşılaşıyor muydu?”

 

20 yıldır Müslüman olduğunu ama sadece altı yıldır yüzünü örttüğünü söyledi. “Neden?” diye sordum; “Çünkü toplumun gidişatından rahatsız oluyorum ve örtünülmesi gerektiğini düşünüyorum” dedi. Ancak İngiltere’de peçe takmanın çok zor olduğunu sürekli hakaret, aşağılanma gibi şeylerle karşılaştıklarını anlattı. “Peki ya kadınlar, yüzlerini örterek çalışmalılar mı veya toplum içine çıkmalılar mı?” diye sordum: O da “tabiî ki evet, burası İngiltere, özgürlükler ülkesi, zaten kaç tane peçeli var ki bu azınlığın haklarına karşı duruyorlar anlamıyorum” dedi, ona göre peçeliler öğretmen olabilirler, ilkokulda sınıfta yüzlerini açabilirler. Ama lisede öğretmen olmaları uygun değil.

 

Preston ve Blackburn’da peçe takan kadınların sayısı oldukça çok. Ben bile bu kadar kısa bir gezide 3–4 tane gördüm. Elime geçen yerel bir gazetede, peçe takan kadınların yaşadığı problemlerine geniş bir şekilde yer verildiği dikkatimi çekti. Hatta peçeli bir köşe yazarı bile var. Aslında bundan tam bir sene önce bu bölgeden milletvekili seçilen eski dışişleri bakanı şimdinin adalet bakanı Jack Straw kendisine gelen peçeli seçmenlerinden mimiklerini görebilmek ve onları daha iyi anlayabilmek için peçelerini açmalarını istemiş ve de İngiltere’de bir peçe tartışması almış başını gitmişti.

 

Bir de üzerine peçesinden ötürü öğretmenlik işinden kovulan bir peçelinin verdiği hukuk savaşı eklenince mevzu büyümüştü. Daha sonraları bu peçeli öğretmene belediye tazminat ödemek durumunda kaldı, ancak herkes peçeli bir kadının hele de ilkokulda çocuklara yüzünü açmadan ders anlatmaması gerektiği üzerinde fikir birliğine vardı. Ancak liberaller başörtüsü veya peçe kısıtlamasının ifade özgürlüğüne ve demokrasiye kesinlikle karşı olduğunu ve bu tür bir tartışmanın İngiltere’nin demokratik değerlerine zarar verdiğini şiddetle savundular.

 

Hatta İngiliz Kilisesi baş rahibi Rowan Wilson o zamanlar: “Uzaydan birisi gelse ve İngiltere’ye baksa sanki bizim en büyük problemimizin ortada dolaşan peçeliler olduğunu zanneder. Bizim böyle bir problemimiz yok, inançlara dokunmayın, burası herkesin kendi inancını istediği gibi yaşaması gereken demokratik bir toplum olmalı.” Diyerek tartışmaların çok saçma olduğunu dile getirmişti.

 

 

İngiltere’de başörtü problemi yok, başörtülüler heryerde istedikleri gibi çalışabiliyorlar,  Katolik okulları da dâhil hiç bir okulda başörtüsü yasak değil, problem de değil. Bu nedenle birçok Müslüman, peçelilere, böyle bir tartışmayı kamuoyunun gündemine getirdikleri için kızgınlardı.

 

Peçe mevzusunu geçersek bizi karşılayan gruptaki gençler ve imamlara Müslüman gençler arasında en yaygın olan problemlerin neler olduğunu sorduk. Gençler arasında yaşanan en büyük problemler; uyuşturucu, çete, şiddet yani her ülkede genel olarak görülen problemlermiş.

 

KİLİSE CAMİ EL ELE!

 

İşte bu problemlerle başa çıkmak, toplumda, farklı gruplar arasındaki diyaloğu artırmak için, değişik gruplardan imamlar, gençler, farklı kültürlerden gelen Müslümanlar çalışıyorlar. Hem de kilise ile beraber. Caminin yanında bulunan katolik klisesinin rahibi de bize bilgi vermek için toplantıdaydı. Hatta toplantının bulunduğu cami de daha önce bir kliseymiş.

 

Katolik rahibe, cemaatinin çoğunun Müslüman olmasından, bulunduğu bölgede neredeyse azınlık durumuna düşmesinden rahatsız olup olmadığını sordum. İnsanların hiçbir şeye inanmamasından, amaçsız olmalarındansa bir amaca sahip olmalarının oldukça pozitif bir durum olduğunu anlatmaya çalıştı. Ve kendisi çoğu Pazar ayininde doğru düzgün cemaat toplayamazken Cuma namazında, bitişiğindeki caminin dolup taşmasına gıptayla baktığını söyledi. Samimiyeti hepimizi etkiledi.

 

Rahip, Müslümanlarla çalışmaktan oldukça memnundu, çünkü toplumda gençler arasında inançsızlık, pesimistlik, suç, uyuşturucu gibi şeylerin yayılması konusunda Müslümanlarla ortak endişeleri taşıdıklarını anlattı. Aynı zamanda Müslümanların da şimdiye kadar topluma yeterince entegre olamamalarında kendilerinin suçu olduğunu, İslam hakkında birçok şeyi kendisinin bile yeni öğrenmeye başladığını, hoşgörünün ve birlikte çalışabilmenin temelinin bilgiden geçtiğine inandığını söyledi.

 

Farklı dinlerden birçok kadın bir araya gelerek fakirlere, evsizlere yardım ediyorlar, çeşitli faaliyetler düzenliyorlar. Aynı zamanda genç kızlar için birçok spor aktivitesi organize ediyorlar.

 

HALA UZAKTAN EVLİLİKLER GERÇEKLEŞTİRİLİYOR!


İNGİLİZCE KONUŞAMAYAN, EVDEN DIŞARI SALINMAYAN, OKULA GÖNDERİLEMEYEN KIZLAR!

 

İkinci durağımız Blackburn’un oldukça mahrumiyet bölgesi denilebilecek,  fakir biraz geri kalmış ve yoğunluklu olarak geleneksel Asya Müslümanlarının yaşadığı bir bölgede halkla çalışmalarını sürdüren bir sosyal merkez. (SCC)

 

Bu merkezin yapacak çok işi var, ama önemli bir şeyi başarmaya çalışıyorlar. Mesela aileleri tarafından dışarı gönderilmeyen ya da okula gönderilmeyen kızlara burada kadınlardan oluşan bir ortamda İngilizce, bilgisayar, eğitimsiz ve biraz orta yaşlı olanlara ise el becerileri gibi yetenekler öğretiyorlar. Yani bir anlamda topluma entegreleri noktasında bir geçiş bölgesi görevi görüyorlar. Bütün bunlar devletin yardımıyla yerel yönetimler tarafından yapılıyor.

 

İnsanlar samimiler, yaptıkları işe inanıyorlar ve değişim yarattıklarını düşünüyorlar. Aynı zamanda uyuşturucu gibi kötü alışkanlıkları olan genç çocuklara da aktivite ortamları sağlayarak ya da seminerler düzenleyerek yardım etmeye çalışıyorlar. Gördüğüm her şey bana Britanyalı Müslümanların, değişim yapmak için her bir koldan çalıştığını hissettiriyor.

 

VE İŞTE GENÇ BRİTANYALI MÜSLÜMANLAR...

 

Buradan sonraki durağımız üniversite… Problemlerin yoğunluklu olduğu bu bölgeden oldukça donanımlı bir üniversiteye gitmek gerçekten güzel. Çoğu “İnsan Hakları”, “Etnik Kökenler” gibi dersler alan 20 kadar gençle bir yuvarlak masa toplantısı yapıyoruz. Gençler kendilerini “Britanyalı Müslümanlar” olarak tanımlıyorlar, oldukça pozitifler. Medyadan şikâyet ediyorlar. Kendilerinin medyada temsil edilmediğini düşünüyorlar, sürekli beyaz kahramanların olduğu diziler ya da soap operalarda onlar yoklar. “Onların ülkesi” terimini kullanıyorlar, sonra da bunun yanlış olduğunu ve bu terimi kullanmanın aslında kendi kendilerini izole etmek anlamına geleceğini düşünüyorlar. Aralarında Müslüman olmayı düşünen bir İngiliz öğrenci de var, oldukça azimli ve akıllı bir genç... Bir yandan ne güzel diyorum yine, işte çok kültürlülük bu olsa gerek! İşte bu işe yarıyor.

 

Aslında bir yandan kendilerine güven, rahatlık varken bir yandan da bir karmaşa görüyorum… Peki, bu karmaşa normal değil mi? Sürekli Britanyalı kimliğinin sorgulanması ne kadar normal? Hem zaten Britanyalı olmak ne demek? Aslında bu ülkede birçok soru var. Bu sorulardan birini profesörlerine soruyorum, “çok kültürlülük bu ülkede tamamıyle başarısız olmuştur” diyor. Bu birçok entellektüelin ortak görüşü, çok kültürlülük bir ütopyaydı ve ütopya olarak kaldı... (Doğrusu ben buna katılmıyorum belki de katılmak istemiyorum.)

 

Üniversiteden sonra bir grup liseli müslüman öğrenci ile buluşmaya gidiyoruz. Youth Action adlı bir grup kuran bu öğrenciler oldukça özgüvenleri yüksek çocuklar. Yardım faaliyetleri, kültürel programlar, eğlenceler vs gibi programlar düzenliyorlar. İngiltere’de olmaktan ve Britanyalı Müslüman olmaktan oldukça memnunlar, hepsi 3. Kuşak göçmenler. 11 Eylül’den ve 7 Temmuz olaylarından sonra herhangi bir önyargı, itilme, kutuplaşma, aşağılanma gibi bir şeyle karşılaşmamışlar. İçlerinde Katolik okuluna giden bir başörtülü var. Özellikle ona soruyorum; “kariyer planlaması yaparken başörtüsünden ötürü bir kısıtlama yapıyor mu?” diye. Çok şaşırıyor, “neden yapayım ki, istediğim her şeyi olabilirim” diyor. Bu aslında doğru, İngiltere’de polisler için bile başörtülü kostüm var. Bu çocuklar etraflarında Müslüman olmayanların onlara sordukları sorulardan ya da önyargılardan da rahatsız değiller, “onlar İslam’ı bilmiyorlar, sormaları çok güzel, sordukları zaman onlara anlatıyoruz ve bu birbirimizi daha çok tanımamızı sağlıyor” diyorlar.

 

 

11 Eylül ve 7 Temmuz; Müslümanlara karşı korkuları ve önyargıları tırmandırsa da batı toplumlarını İslam’ı daha çok anlamaya yöneltmiş görünüyor. En azından artık insanlar İslam konusunda daha bilgili olmaya başlamışlar.

 

Yani uzun lafın kısası, bütün gördüğümüz ve duyduklarımızdan çıkan sonuç; artık İslam İngiltere’nin bir parçası...

Medya-Makale Haberleri

Abdurrahman Dilipak :Biyolojik bir savaşın içindeyiz
Abdurrahman Dilipak: Emekli olmanın dayanılmazlığı üzerine
Ali Bulaç yazdı: Davutoğlu'nun İslami camia ile toplantısı, Suriye'de Esad'ın devrilişi...
Abdurrahman Dilipak: Yeni salgınlar kapıda!
Ahmet Turgut: Filistin’i hem Siyonistlerden hem Allah’tan korkanlar değil, sadece Allah’tan korkanlar kurtaracak