Henüz 96-97 sene öncelere kadar, asırlarca, müslüman coğrafyalarının büyük kısmını egemenliği altında bulunduran Osmanlı Devleti’nin bünyesinde birlikte yaşadığımız Irak halkı bugünlerde, daha da derinleşeceğinin, katmerleşeceğinin işaretlerini veren bir diğer buhrana daha sürüklenmekte, bugünlerde..
O Irak toprakları ki, henüz 97 sene öncelerde, I. Dünya Savaşı sırasında bölgeye güçlü bir ordu çıkaran ingiliz emperyalizmine mezar olmuş ve Kut-ul’Ammare ve Sabis gibi bölgelerde verilen savaşlarda, ingilizleri perişen etmiş, başta ingiliz güçlerinin Irak’daki komutanı General Towsend olmak üzere, 30 bin kadar ingiliz askerini de esir almıştı. Ama, daha sonra İngiltere, savaşı kazanan tarafta yer aldığı için, Irak coğrafyası ingilizlerin elinde kalmış, Irak halkı da birbirinden ayrı coğrafî sınırlara hapsolunan diğer müslümanların kaderini paylaşmış, aynı acıyı tadmıştı..
*
Irak, 1958’e kadar 40 yıl, beyninden ve kalbinden direkt ingiliz emperyalizmine bağlı, (Şerif Huseyn’in soyundan gelenlerin kral yapıldığı) bir krallık ve sadrâzamlığa getirilen Nurî Saîd Paşa öncülüğündeki kadrolar tarafından yönetilmiş ve Temmuz-1958 başında ise, meydana gelen büyük ve kanlı bir ihtilalle, 40 yıllık ingiliz vesayeti kırılmış ve General Abdulkerim Kaasım iktidara gelmişti.
General Kaasım’ın 5 yıl süren yönetimi de onun bir diğer ihtilallde öldürülmesiyle noktalandıktan sonra, General Abdusselâm ve (onunbir helikopter kazâsında ölümüyle, kardeşi) General Abdurrahman Ârif kardeşlerin yönetiminde geçen 5 yıllık bir dönem sonrasında ise..
1968 yılında General Hasan el’Bekr ve (asıl iktidarı kullanan) yeğeni Saddam Huseyn liderliğinde, oldukça sert bir ihtilalle iktidara gelen, (Mişel Eflak, Ekrem Houranî ve Salâh Bitar isimli ve ilk ikisi, köken itibariyle de gayrimuslim olan ideologlarca şekillendirilen) ‘arab kavmiyetçiliği + iştirakiyyun / sosyalizm’ prensipleri etrafında vücud bulmuş olan Baas ideolojisine bağlı Baas Partisi’nin iktidarı, hele de 1980-88 arasında, bir milyondan fazla insanın ölümüne yol açan İran-Irak Savaşı dönemi başta olmak üzere, baştan sona hepe kanlı bir şekilde geçerek 35 yıl sürmüş ve Saddam rejiminin 2003 Baharı’nda Amerikan emperyalizminin devirmesiyle noktalanmıştı.
1991 Baharı’nda patlayan Irak- Amerika Savaşı sırasında, Irak rejiminin kaybettiği asker sayısı 300 bin civarındaydı ve yüzbinlerce de sivil..
2003 yılında, Amerikan emperyalizminin, Saddam’la, 11 Eylûl 2001 Saldırıları’nın faili olarak suçlanan Usâme bin Laden’in El’Qaide Teşkilatı arasında irtibat olduğu ve nükleer kitle imha silahlarına sahib bulunduğu iddiasıyla gerçekleşen 2. Irak- Amerika Savaşı’nda ise Irak rejiminin asker sayısı birincisindekinden daha az değildi; sivil insan kayıpları ise, bir milyonu aşkın idi.. Açlık ve ilaçsızlık içinde can verenin ise hesabı yok..
Ve, 2003 Baharı’ndaki son savaşın başlatılması için Amerikan halkının, zamanın Amerikan Başkanı George W. Bush’a verdiği destek ise, yüzde 85’lerdeydi.
*
Görüleceği üzere, I. Dünya Savaşı’ndan beri rahat yüzü görmemiş bir diyar Irak.. İslam’ın ilk asrında ve sonraki dönemlerde Benî Umeyye ve Beni Abbas ve daha sonra Moğol İstilâsı döneminde meydana gelen korkunç kanlı tabloları ise, tekrara gerek yok..
Âdetâ, bu topraklarda hâkimiyet kurmanın kan akıtmaksızın mümkün olmadığı gibi bir anlayış, bir acı sosyo-kültürel gerçek haline gelmiş durumda..
Ve 2003’deki Amerikan işgalinden sonraki Irak’da ise, hemen heryerde devamlı bombalarla, günlük ortalama olarak, 25-30 kişinin hayatını kaybetmesi gibi bir kanlı tablonun yıllardır kesintisiz devam etmesi yüzünden, bu facia o kadar kanıksanmıştı ki, üzerinde bile durulmuyordu.
Dahası, şiî mahallelerine, okullarına, mescidlerine yapılan saldırılar karşısında, sünnî kesimlerin vurdumduymazlık sergilemesi hazırlanmıştı; ve keza, sünnî mahallelerine, okullarına, mescidlerine yapılan saldırıları da şiîlerin görmesi..
Bu yüzden her iki taraf da, sadece kendisine korkunç saldırılar yapıldığını sanıyor, sadece kendisinin mazlum, karşı tarafın ise zâlim olduğunu düşünüyor; mezhebçi hırslar beklenmiyen şekilde hortlatılabiliyordu.
*
Şimdi ise, hele de Musul’u ve diğer bazı şehirleri bile ele geçiren IŞİD (Irak - Şâm İslam Devleti) isimli bir silahlı mücadele örgütünün akıl almaz bir çabuklukla ilerlemesinden gelinen nokta ise, Irak’ın hem coğrafî olarak, hem de sosyal olarak fiilen 3’e bölündüğü bir tablodur. Şiî’ler, sünnîler ve kürdler..
Kürd halkı da büyük çapta sünnî iken, onlar ayrı bir kategoride değerlendirilmiş ve onlara ayrı bir bölge gösterilerek, asırmlarca birbirleriyle kardeşçe yaşayan şiîlerle sünnîler arasında gerçekleşmesi istenen ve özlenen mezheb savaşının şartları daha bir hazırlanmıştı.
Ki, Irak Anayasası’nı hazırlatan Amerikan emperyalizminin hedefi de zaten bu idi.
*
‘Hayallerimizle oynanıyor..’ diye, hedefimizden vazgeçecek miyiz?
Ve gelindi, IŞİD’in artık kendisini sadece ‘İslam Devleti’ diye ilan ettiği, lideri Ebubekr Bağdadî’yi de Halife İbrahîm unvanıyla isimlendirdiği, yeni bir merhaleye.. Bu savaşçı örgüt’ün elinde artık, belirli coğrafyalar da bulunduğundan, devlet olma şartının gerçekleştiği kanaatiyle, dünyanın her yanındaki müslümanların da bu Halife İbrahîm’e bey’at etmelerinin gerekliliği ileri sürülüyor. Böyle olunca da, kendisinde şer’an bir devlet olmak yetkisini ve , kendisine itaat etmeyenleri en ağır şekilde cezalandırmak hakkını da görecek ve görüyor.
Halbuki, IŞİD (Irak- Şâm İslam Devleti) adıyla ortaya çıktığı zaman, Şâm’dan maksad, Suriye, Ürdün, Filistin ve Lübnan olduğundan daha sınırlı bir coğrafya hedefleniyordu. Şimdi ise, kısa sürede çok büyük merhaleler katettiğinden o ‘mütevazî’ (!) havadan çabuklukla sıyrıldılar; çok uçuk sayılabilecek hayaller ve ümidler dile getirilmeye çalışılıyor.
Bu anlayış, bugünün şartları içinde yadırganabilir, ama, müslüman kültürünün geçmişine bakıldığında, hiç de uzak ve bilinmez ve anlaşılmaz bir anlayış sayılmamalıdır.
Hatırlayalım ki, 100 sene öncesinde dünya müslümanlarının büyük bir kesimini oluşturan sünnî müslümanlar, Osmanlı Devleti’ni bir çok noksanlıklarına rağmen, yine de, Hılafet Devleti olarak telakki edip, ona bey’ati şer’an vâcib biliyorlardı.
Miladî-1979 başında İran’da gerçekleşen büyük İslam İnkılabı’ndan sonra ise, o hareketin lideri olan Âyetullah Rûhullah Khomeynî’yi, hele de İran’lı şiî müslümanlar sadece şia fıqhında bir müctehid değil, aynı zamanda şer’i mânada bir fiilî İmam olarak da isimlendiriyorlardı ve onu ‘İmâm-ı Ümmet’, (Ümmet’in İmâmı) ve ‘Ümid-i Mustez’afân-ı Cihan’ (Dünya Mustez’aflarının, / hakları gasbedilerek zayıflatılmış bütün dünya halklarının ümidi) gibi nitelemelerle anıyorlardı, resmî medya organlarında..
*
Ama, mesele bu kadar basit mi?
İran’daki İslam İnkılabı Hareketi’nin dünyanın başka yerlerinde örnek alınmaması için, her yol denendi. Saddam’ın İran’a saldırtılması da o planın bir parçasıydı. O saldırıyla, sadece İran’da büyük ekseriyeti oluşturan şiî müslüman halkın direncinin, büyük insan kaybı ve maddî zenginliklerin, şehirlerin yokedilmesi gibi yoluyla kırılması, hayallerinin, ümidlerinin yok edilmesi hedefleniyor değildi; hem dünya müslümanları arasında şiî müslümanlar aleyhinde bir hava oluşturmak da hedefleniyor ve dünyanın bütün emperyalist ve şeytanî odakları, bu hareketin sadece İran coğrafyasına veya sadece şiî müslümanlara mahsus olduğunu göstermeye çalışıyorlardı. Buna, bir de içerde meydana gelen-getirilen yönetim sıkıntıları ve aksaklıkları eklenince, hele de son 10 yılda, emperyalist odaklar giderek yükselen bir şekilde başarılı da oldular, denilebilir.
Yazık ki, hele de Suriye Buhranı’nda İran’ın takındığı tablo, bugün, İran’daki o büyük İslam İnkılabı’nın mesajlarının dünya müslümanlarına ulaşmasının yolunu çok büyük çapta kesmiş bulunuyor.
Ve şimdi de, görüyoruz ki, İran yönetimi, İran ordusunun 2. no.lu ismi olan Serdar (General) Mes’ud Cezairî’nin ağzından, Irak Buhranı’na da, tıpkı Suriye’de olduğu gibi müdahale edebileceklerinin işaret fişeklerini ateşliyor; ve Irak’a verilecek destekte, ‘teröristlere aynen onların uyguladıkları strateji ve metodlarını uygulayacaklarını ve bu yolla netice alacakları’ ümidini dile getiriyor, 29 Haziran günü yaptığı konuşmada.
Gerçi İran makamları, geçmişten beri bu gibi açıklamalar karşısında, hemen, ‘İnqılab Rehberi, Cumhurbaşkanı ve Dışişleri Bakanı’nın beyanları dışındaki sözlerin resmî beyan olarak algılanmaması iddiasına sığınıyorlar, ama, buna kimsenin inanmadığını, bizzat Ahmedinejad’ın Cumhurbaşkanlığı döneminin son Dışişleri Bakanı Salihî de, vazifesinden ayrıldıktan sonra yaptığı açıklamada itiraf etmiş ve bundan dolayı eleştirilere uğramıştı.
*
İsrail rejimi, bu bölgenin daha bir karışmasını elbette isteyecektir
İran Irak’a böyle bir müdahalede bulunursa, bölgenin diğer ülkelerinin bu duruma ve de dünyada, bu bölge üzerinde söz sahibi olmak iddiasını taşıyan bütün emperyalist güçlerin de bu duruma seyirci kalacakları beklenemez, herhalde..
Nitekim, sionist İsrail rejiminin başbakanı Netanyahu, daha şimdiden, ‘artık bir Kürd Devleti’nin kurulması ve bağımsızlığını ilan etmesi’ zamanının geldiğini açıkça ifade ediyordu, 29 Haziran günü yaptığı konuşmada..
Esasen, Irak Kürdistanı’nda Mes’ud Barzanî liderliğinde 10 yılı aşkın bir zamandır kurulmuş bulunan Özerk Kürdistan Yönetimi, bir bağımsız devlet olmaya doğru adımları fırsat buldukça atıyor. Son olarak, da, IŞİD güçlerinin Musul’u almasından sonra, Kerkük’ü de boşaltan Irak merkezî hükûmeti güçlerinin yerini dolduran Barzanî güçleri, peşmergeler, şimdi Kerkük’den asla geri çekilmiyeceklerini ve referandum yapacaklarını açıklıyor. Kerkük gibi, dünya petrolünün yüzde 5 kadarını toprağının altında bulunduran bir şehrin Irak merkezî yönetiminin elinden çıkması, sadece Irak tarafından değil, bölgede sözsahibi olmak her güç odağı tarafından da ilgisizle karşılanmıyacak bir hassas konu ve bir saatli bomba olarak görülmektedir.
Barzanî bunun için de, Türkiye ile 10 yıl öncelerde tasavvur edilemiyecek derecede iyi ilişkiler içinde.. Ama, bu duruma İran’ın ve Irak rejiminin ve diğer bölge ülkelerinin ve emperyalist güç merkezlerinin nasıl tepkiler vereceği bir ayrı konu.. Esasen, Barzanî’nin önde gelen danışmanlarının son birkaç yıldır, ‘bağımsız bir Kürdistan devletinin kurulduğu ilan edilirse, hemen Türkiye’yle konfederasyona gitmesinin, kendisini korumak için en geçerli yol olacağını devamlı dile getiriyorlardı. Şimdi de, Irak’daki her değişiklikten, Barzanî’nin, Türkiye’den habersiz hareket etmiyeceği diplomatik çevrelerde bile dillendiriliyor. Ancak, hemen bütün devlet yapısını son 200 yıla yakın zamandır Batı dünyası içinde şekillendirmeye göre kurmuş bir Türkiye’nin, bu konuda Batı emperyalizminin manyetik çekim alanından çıkmadan veya onların olur’unu almadan bu yönde bağımsız adımlar atması da çok zor ve çetin bir diğer konu.
*
Evet, Musul’un IŞİD örgütü liderliğinde ayaklanan güçlerin düşmesinden sonra, artık, Irak, eski Irak değildir, ve herhalde, bir daha eski günlerine ve eski sınırlarına dönmesi çok zor olacaktır.
*
Bu konuya bu kadarca değindikten sonra..
Bir cevabî açıklama daha..
Bir okuyucu, (haksozhaber.net)’te 29 Haziran günü yayınlanan yorum notunda, önceki yazımın sonuna dercettiğim cevabî açıklamanın kendisini şoke ettiğini, ‘açıkca IŞİD'in yaptıklarını savunduğumu’ söylüyor ve şöyle devam ediyor: ‘...Bir kaç soru: Maliki sizce niçin diktatör veya mezhebçi, hangi söz ve eyleminden dolayı? Maliki darbe yaparak mı başbakan oldu yoksa halkının oyunu alarak mı? Cumhurbaşkanı, başbakan yardımcılığı, dışişler bakanlığı, savunma bakanlığı, eyalet valiliği gibi makamlarda bulunan sünniler hangi baskılara maruz kalıyorlar acaba? siz halkın iradesine mi saygı duyarsınız yoksa kılıcın gücüne mi?’
*
Evet, ileri sürülen görüşler böyle..
Bu gibi görüşler sadece özel sohbetlerde dile getirilmeyip umûma açık yerlerde yazılıp çizildiği zaman, konunun mahiyetini bilmeyenler bu iddiaları doğru kabul edebilirler.
Bu açıdan bu gibi iddiaların karşılıksız bırakılmaması gerekiyor:
Bir defa şurası belirtilmeli ki, önceki yazının sonunda yer verdiğim cevabî açıklamada, IŞİD savunulmuyor; tersine, Irak'da bütün bu olup bitenlerdeki asıl sorumluluğun, Mâlikî'nin izlediği siyasetin sonucu olduğuna değiniliyor. Mâlikî’ye karşı olmak, IŞİD savunuculuğu sayılacaksa, o ayrı..
Sizin istediğiniz gibi yazılmayınca, yazan hata ediyor olabilir; ama, aynı şekilde sizin hata yapmanız ihtimali de yok mudur?
O yazıda, IŞİD'in savunulması diye bir durum yoktur, ama, sizin Mâlikî'yi savunduğunuz ortada; hem de ap-açık bir mezhebî tarafgirlikle..
Bu satırların sahibi ise, müslüman olmanın ötesindeki bir birlik aramayıp, ayrılık, farklılık ve ayrışmaların adını bile anmak istememektedir.
Mâlikî'nin, halkın iradesi ve oyu ile seçildiğini söylüyorsunuz. Irak'daki yönetim konusunda asıl belirleyici olanın işgalci Amerikan emperyalizmi olduğu ve istediği zaman değiştirebildiği acı gerçeği ortada iken, halkın iradesi ile seçilmişlik iddiası havada kalmaz mı?
Geçen hafta Bağdad'a gidip direktifleri veren, USA Dışbakanı John Kerry idi, başkaları değil.. ‘Irak’a yeni bir askerî bir müdahale tarafdarı olmadığını’ açıklasa bile, ‘Amerikan ulusal menfaatleri gerektirdiğinde, gereken her şeyin yapılacağını’ açıklayan Obama da bu şekilde, Irak’da mevcud 5 binden fazla Amerikan askerine ek, daha başka askerî yaptırımlardan kaçınmayacaklarını da duyurmamış mıydı?
Ve Amerika'nın İHA (insansız hava araçları) ile Mâlikî'ye verilen desteklerden ayrı olarak Suriye'nin kanlı diktatörü Beşşar Esed'in de gelip Mâlikî'ye destek vermek için, Irak'daki bu isyancı güçlerin bulunduğu yerleri bombardıman etmesi ve bu bombardımanı Mâlikî’nin memnuniyetle karşıladığını açıklaması ve arkasından da Rusya'nın gönderdiği savaş uçaklarının da sırf bu iç boğuşmada kullanılmak üzere devreye girme eşiğinde olduğu ve bu bombardımanlarda, sadece silahlı mücadele gruplarının değil, sivil halk kitlelerinin ve şehirlerinin de yerle bir edildiğini, edileceğini nasıl görmezlikten gelir ve bütün bunlardan sonra, konunun sadece IŞİd Mes'elesi olduğunu nasıl iddia edebiliriz?
Suriye’deki diktatörlük rejiminin korunması için hangi güçlerin devrede olduğu ortada.. Şimdi, Irak’daki rejimin korunması için Amerika bir taraftan, Rusya bir taraftan kararlılık açıklamaları ve uygulamaları sergilerken; diğer taraftan ise, İran ordusunun ikinci ismi General Mesud Cezayirî’nin, 29 Haziran günü, ‘Suriye iç savaşında Esed rejimine verdikleri desteğin aynısını Irak’da da IŞİD’e karşı vermeye hazır olduklarını ve Suriye’de teröristlere karşı kullandıkları aynı stratejiyle karşılık vererek onları mağlup edebileceklerini’ söylemesi üzerinde düşünülmesini gerektirmiyor mu? Çünkü, IŞİD’in uyguladığı ileri sürülen korkunç uygulamaların aynısıyla mukabelede bulunulacağı daha başka nasıl ifade edilir?
Suriye’de Esed diktatörlüğüne karşı çıkan herkes i ‘tekfirci-terörist’ ilan ederek onları yok etmeyi kendileri için bir hak olarak bilenler, karşıtlarının da kendileri için aynı anlayışta olmalarını kabul ediyorlar demektir. Bu da, Suriye Buhranı’nda olduğu gibi, Irak Buhranı’nın, bir takım dinî veya mezhebî simgeler kullanılarak sonuna kadar sürdürüleceğinin, tarafların birbirlerini ‘Allah’u Ekber!’ diyerek ve aynı âyetleri karşı tarafın katline delil göstererek boğazlıyacağının işaret fişeği mesabesindedir.
*
Bunlardan ayrı olarak, bir de Mâlikî'nin sünnîleri nice makamlara getirdiğini ileri sürüyor ve örneklerinizi; Cumhurbaşkanı, Cumhurbaşkanı Yardımcısı, Dışişleri Bakanı, Savunma Bakanı gibi makamlarda bulunanların sünnî oldukları iddiasıyla güçlendirmeye çalışıyor ve sonra da bunlara bakarak, 'Sünnîlere böyle mi baskı yapıyor Mâlikî?' diyorsunuz.
Bu makamlar bir kere Amerikalıların dikte ettirdiği Irak Anayasası'na göre ve hangi makamların hangi kesimlere bırakılacağına dair düzenlemeler gereğince birilerince bırakılmıştır, yani Mâlikî'nin lutûfkârlığıyla değil.. Ve Amerika’nın hazırlattığı o anayasada şiîler, sünnîler ve kürdler gibi ayırımlara gidilmiş; kürdler genelde sünnî müslüman oldukları halde,etnik özellikleri esas alınmış, ülkenin yönetim mekanizmasındaki dağılım bu ayırımlara göre yapılmıştır. (Ki, Irak’da bir Özerk Kürdistan Yönetimi de, yine o Amerikan düzenlemesine göre şekillenmişti ve şimdi, o bölgesel yönetimin başkanı Mesud Barzanî, ‘Mâlikî’nin yanlış siyasetlerinin bedelini kendilerinin ödemeyeceklerini ve Irak Kürdistanı’nı ortaya çıkan şartlara göre her şekilde savunmaya kararlı olduklarını, gerekirse silâha sarılacaklarını’ açıklamış bulunuyor.)
Nitekim, Cumhurbaşkanı Celâl Talebânî ve Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebarî, sünnî oldukları için değil, kürd etnisitesinden oldukları için o makamlara, Anayasa gereği getirildiler. Kaldı ki, hele de (iki yıldır Almanya'larda tedavi gören ve cumhurbaşkanı olup olmamasının hiç bir rolü bulunmayan) Talebânî'nin, nasıl katı bir laik olduğunu bilmeyen yok.. Siz ise, ondan sünnî bir cumhurbaşkanı resmi çiziyorsunuz. Bu mantıkla, Irak’ın şiîsiyle-sünnîsiyle bütün müslüman halkının inancına karşı, 35 yıl boyunca Baas ideolojisiyle kan kusturan Saddam'ı da sünnî sayabilirsiniz.
Cumhurbaşkanı Yardımcısı Târıq Haşimî ise, üç yıl öncelerde, Mâlikî tarafından 'terörist suçlaması'yla yakalanmak istenince, önce Irak Kürdistanı bölgesine, sonra Türkiye'ye sığındı, halen de Dubai'lerde.. Yani, sünnî olarak Cumhurbaşkanlığı Yardımcısı makamında dediğiniz kişi o yönetimin içinde yok, yıllardır ve makamı da boştur.
Savunma Bakanlığı'nı da, nice zamandır bizzat Mâlikî kendi uhdesine almamış, üstlenmemiş miydi, açıkta kalan bazı bakanlıklar gibi?
Kaldı ki, herkesin Mâlikî'yi Amerikan kuklası olarak niteliği yıllarda, bu satırların sahibi, onun geçmişteki mücadele yıllarına bakarak, bu ithamın doğru olmadığını, Amerika’nın Irak’daki iç dengeleri başka türlü tutturamadığı için onu seçmek zorunda kaldığını ısrarla yazmıştır ve bu gün de aynı kanaattedir. Ama, Mâlikî’nin -kendisini mezhebî bir katılığı yönetimde hissettirmesi için eline geçen fırsatları kullanması yönünde teşvik edip yanıltan mâlum iç ve dış etkenlerin tesiriyle de olsa gerek- son yıllarda içine düştüğü ve kendisine karşı çıkan herkesi, hattâ bir şiî müslüman ‘molla’sı olan Muqtedâ es'Sadr'ı bile yine 'terörist' suçlamasıyla tutuklatmak isteyecek noktalara geldiği; Sadr’ın bile ancak İran'a kaçarak kurtulabildiği gözardı edilirse, bu konunun anlaşılması daha bir çetinleşir.
Bu durumda, özellikle son yıllarda onun değiştiğini gören bir kimsenin, onun hakkındaki değerlendirmesini değiştirmesinden daha tabiî ne olabilir?
Mâlikî'nin, yönetimde sadece kendi mezhebinden olanları sözsahibi kılmaya öncelik tanıyan ve diğer mezhebden olanları yok sayan bu yanlışlarını Amerikan emperyalizmi de benimsemiş olmasaydı, onu da İbrahîm Caferî gibi bertaraf ederdi.
Bugün Irak'ı içinden çıkılmaz noktalara getiren hususlardan birisinin de Mâlikî olduğunu söyleyince, bundan IŞİD savunması mânâsı çıkarmak ne kadar sağlıklıdır?
Kaldı ki, IŞİD denilen güçler öncü olsalar bile, yazıda, bugünkü o büyük çaplı ayaklanmanın sadece onlardan ibaret olmadığına, aralarında Saddam rejiminin, BAAS kalıntılarının bulunmasının muhtemel olduğuna da işaret olunmuştur. Bu mu IŞİD savunuculuğu?
Sadece, bir takım silahlı mücadele gruplarının birbiri aleyhine yaptıkları korkunç propaganda savaşları içindeki iddialarına, uzaktan bakarak, şu veya bu grubu suçlamak veya temize çıkarmak durumunda da olmamalıyız, herhalde..
Siyasetinin ve yönetimin anlayışının yanlışlığı ap-açık ortada olan Mâlikî gibilere ise eleştiri yapmak; müsaade ediniz de bu kadarı da olsun.
Irak halkının birliğini sağlıyacak temel kural, insanların 'müslümanlığı' ötesinde, ikinci dereceli nitelemelerden, kim ve hangi tarafdan olursa olsun, mezhebî dayanışmalardan kaçınmak olmalıdır.
Irak'ın içine düşürüldüğü bu korkunç ’çıkmaz’dan kurtulması duasıyla..
haksöz