İran ile, nükleer güç sahibi oldukları resmen açıklanan ülkeler ve Almanya’dan oluşan ‘5+1’görüşmelerinde nihayet, bir zımnî anlaşma sağlandı gibi..
‘Gibi’ diyoruz, çünkü henüz bu anlaşma kesin bir yazılı metin halinde değil.. Bu bakımdan, buna bir ‘ara anlaşma’ demek daha doğru..
Bu anlaşmanın kesinlik kazanması, 30 Haziran’a kadar tamamlanması gereken ve tarafların iç hukuk sistemleri açısından onaylanacağı süreçten sonra olacak.
İran, bu anlaşmaya göre, nükleer teknolojisinin, nükleer silah yapımı merhalesine varmaması için, gerekli bir takım sınırlamaları kabul etmiş gözüküyor. 5-6 yıl kadar öncelerde, ‘nükleer teknolojiye erişme hakkı İran’ın da vardır..’ deyip, emperyalist dünyaya aykırı sesler yükselttikleri için, o dünyada Tayyîb Erdoğan ve Brezilya’nın o zamanki lideriLula’nın o dönemin emperyalist dünya medyasınca nasıl sevimsizleştirildiği hatırlanmalıdır. Yani, kolay bir mes’ele değildi, bu.. Zorlukları hâlâ da devam ediyor.. Çünkü, İran tarafından kabul edilen bu sınırlamaların hangi çizgilerde kalacağı, mâsum olup olmayacağı, ayrı bir konu..
Nitekim, ‘Uluslararası Atom enerjisi Kurumu (UAEK)’nun elemanları gelip, fazlalık ya da tehlikeli görülen neler varsa, onları sökecek..
Ama, her ne olursa olsun, asıl önemlisi, İran böylece, nükleer teknolojisini kabul ettirmiş bulunuyor. Nitekim, bugün İran halkı arasında ‘Biz artık bir nükleer gücüz..’ şeklinde bir gururlu duygunun yaşanıyor olmasına şaşmamalı.. Ki, bu da elbette, mevcud rejimin muhaliflerine bile, ‘Olsun, mollalar eliyle de olsa, İran güçleniyor ya..’ dedirtmesi hasebiyle, onların inkılab rejimiyle aynı çizgide buluşmalarına zemin hazırlıyor ve bu da bir ayrı kazanımdır.
*
Ancak, UAEK uzmanlarının kimler olduğu ve kimlere nasıl hizmetler sunduğu bilinmeyen bir şey değil.. Hatırlayalım, benzer bir kontrol, Irak ve B. Amerika arasındaki 1991’de cereyan eden 1. Körfez Savaşı’ndan sonra, 1992’lerde, Saddam Irakı’na da dayatılınca, UAEK uzmanlarından birinin, oradan elde ettiği bilgileri İsrail rejimine ve elbette Amerikan Hükûmetinin bilgi ve hizmetine nasıl sunduğu ortaya çıkmamış mıydı? O kurumun o zamanki başkanı İsveçli Hans Blick’in, kendilerine USA baskısıyla, yalan raporlar hazırlattırılıp yayınlattırıldığına dair sözleri de hatırlanmalıdır.
Şimdi de tarafsız denilen UAEK uzmanları içindeki USA ve diğer ülkelerin uzmanlarının anlaşma metni dışında da neler yapacakları; her ne kadar, Amerikan çevreleri, İran’ın nükleer enerjiye olan ihtiyacının karşılanacağını, ama, nükleer silah üretiminin bütün yollarının kesildiğini belirtseler de; bu denetimin öyle sâde olmayacağı ve kalmıyacağı tahmin edilebilir.
*
İran’a gelince.. İran, öteden beri nükleer silaha erişmek ve yapmak gibi bir projesinin olmadığını, bunun, ulemânın fetvalarıyla haram olduğunu resmen iddia ediyordu. (Ki, bu yöndeki fetvânın mantığını kavramak çok zor olsa gerek.. Çünkü, nükleer silah haram sayılırsa, kimyasal silahların da, füzelerin de, daha başka kitle imha silahlarının üretiminin de haram sayılması gerekmez mi?)
*
Bu gibi anlaşmalarda her iki taraf da kendi lehine zafer payları çıkarır. Bu, tabiî de karşılanmalıdır. Taraflar, ‘Biz aldatıldık, biz kaybettik..’ diyecek değiller ya..
Nitekim, İran bu anlaşmayı ülke çapında büyük zafer kutlamaları ile, bu görüşmelerin yürütücüsü olan Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif’i de Tahran’da, sevinç ve gövde gösterileri ile karşılamış bulunuyor.
Zarif, bugün bir bakıma, 1923’de, 92 yıl önce İsviçre- Lousanne’(Lozan)’dan andlaşmayı imzalayıp dönen İsmet Paşa durumunda..
Hatırlayalım, Lousanne-Sulh Müzakereleri de çetin geçmiş ve ilk Meclis, bu müzakerelere engeller çıkarmaya çalışmış ve bunun üzerine, M. Kemal, o Meclis’i dağıtmış ve 2. Meclis’i oluşturmuştu.. Çünkü, o müzakerelerde, kendisinin bazı hedeflerine varabilmesi için yol açıldığını hissetmişti. Şöyle ki, İstanbul’daki Osmanlı Hükûmeti’nin temsilcisi olan Tevfik Paşa Lozan Sulh Müzakereleri’ne katılmaktan Ankara’deki Meclis Hükûmeti lehine çekilince, Ankara temsil heyetinin eli daha bir açılmış ve emperyalist güçler de bu yeni güç odağına baskılarını daha bir yoğunlaştırmışlar ve osmanlı Devleti’nin sona erdirilmesi gerektiğini dayatmışlardı.
Nitekim. Ankara Meclisi daha, Kasım-1922 başında, Osmanlı Saltanatı’na son vermişti.
Bu, emperyalist güçler için hayal edilemiyecek derecede bir büyük kazanımdı. Çünkü, Avrupa’yı asırlarca meşgul ve tehdid eden büyük bir güç, tarih sahnesinden siliniyordu..
Ve Lousanne’da, Temmuz -1923’de anlaşma imzalandıktan üç ay sonra da, 29 Ekim-1923’de, yeni rejimin adı, cumhur’un, halkın çoğunluğunun hiç fikri alınmadan ve cumhur’un iradesinin şeklen bile yansımadığı, Meclis’deki üyelerin yarıdan daha azının reyleriyle, yani gerekli nisab bile temin edilemeden, ‘Cumhûriyet’ olarak açıklanıvermişti; cumhûrsuz bir rejim olarak..
Ve bu rejiminin artık nasıl bir çizgi takib edeceği de ayrı bir konu olacaktı.
Nitekim, Lozan Andlaşması’nın 80. yıldönümünde, dönemin C. Başkanı A. Necdet Sezer, Lozan Andlaşması’nın, Türkiye’ye laikliği getiren bir andlaşma olması açısından öneminin çok büyük olduğunu açıklamıştı, 2003 yılında.. Bu, söyleyen makam açısından, hiç de kenarından geçilip gidilecek bir söz değildi..
Anlaşılıyordu ki, katı laik anlayış, Ankara Hükûmeti’ne emperyalistlerce dayatılmış ve bunun karşılığında da, işgal altında tutulan İstanbul’dan bile savaşsız olarak geri çekilmegerçekleşmişti. Eskiden müstemleke, /sömürge valileri gönderilirdi, emperyalistlerce.. Lozan döneminde ise, artık, dil ve renkleriyle yerli, düşünce ve duygularıyla, kafa ve kalbiyle, gönlüyle emperyalistlerin dünyasında olanların yönetimlere getirilmesine ağırlık veren bir ‘new colonialism/ yeni kolonyalizm’ prensipleri çerçevesi getirilmişti. Çünkü, emperyalist Batı dünyası için asırlarca bir tehdid kaynağı olan bir gücün yerine, bir daha tehdid oluşturamıyacak şekilde iğdiş edilmiş bir rejim kuruluyordu.
Lozan’ı hâlâ, bir zafer olarak görenler olduğu gibi, hattâ hezimet çapında bir yenilgi olarak görenler de vardır ve her iki tarafın da kendi görüşlerini doğrulatacak argümanları vardır.
*
Ama, tarihî hadiseleri, geçmişi değerlendirirken, tarafların durdukları ve baktıkları yer ile, o hadiselerin yaşandığı dönemin özel şartları gözönünde bulundurulmaz ve hele konuya, sadece temenniler, olması gerekenler açısından bakılırsa, sağlıklı bir neticeye varılamaz. Doğrudur ki, sırf içinde bulunulan şartlar açısından bakıldığında, tarihte mâkul sayılamıyacak, mâzur görülemiyecek kimse de pek kalmaz.
O halde, önemli olan, tarafların sadece kendi mantıklarına göre bir takım izahlar yapmaları değil, temel prensip ve ilkeler açısından da haklı ve mâkul olabilmeleridir. Ki, bazan, en haklı durumda olan da yenilebilir. Hatırlayalım, Uhud Gazvesi’nde Hz. Peygamber (S) ve müslümanlar olarak ağır bir yenilgi almıştık.. Ama, bu yenilgi bizim haksız olduğumuzun delili sayılamazdı. Belki, bir takım zaaflarımızdan sözedilebilirdi, ‘Uhud dağı okçuları mevzilerini terketmesinler..’ şeklindeki nebevî emri gözardı edip, okçuların çoğunun, ganimet bölüşümünde geç kalmamak için siperlerini terketmesinden kaynaklanan bir zaaf..
Önemli olan ise, her durumda hep haklı olduğuna inanmak ve haklı olarak kalabilmektir.
*
‘Şimdi, İran da ne gibi yeni şart ve durumlarla karşılaşacaktır?’ın cevabını vermek, kolay değil.. Gelecek hakkında tahminler yürütmek için henüz erken..
Şimdi, son gelişmelerle, İran’da toplumun hemen tamamında, bir sevinç dalgasının oluşması tahmin edilebilir. Çünkü, 35 yılı aşkın bir zamandır, emperyalizm dünyasının emperyalist güçlerine karşı direnen bir İran’ın, bu mücadeleler içinde bertaraf edilemiyeceği görülmüştür. Yani İran, içinde bulunduğu zor şartları atlatabilmek için, bazı kabuller noktasına geldiği gibi, emperyalist dünya da, bu güç odağıyla uzlaşmaya varmak gerektiğini bir ihtiyaç olarak hissetmiştir.
Ancak, iktidar, güç, şişedeki içki gibidir. Şişedeyken sâkin duran bir nesne halindeki içki, içildiği zaman, insanı tahmin edemiyeceği noktalara yönlendirilebilir.
Bu açıdan, ‘Bugün İran da bir ‘güç zehirlenmesi’ durumu yaşıyor’ diyenler de bütünüyle yanlışlanamaz herhalde..
Geçmişte, sadece maddî açıdan güçlü olunmasını isteyenlerin yakınmalarına karşı, ‘Bana ne güçlü İran’dan.. Güçlü İran isteyenler gitsinler, Şah’larını geri getirsinler, biz buradayız.. Şah zamanında İran maddî açıdan güçlüydü.. Biz ise, güçlü bir İran değil, ancak İslam’ın emrinde olan güçlü bir İran istiyoruz..’ diyen bir İmam Khomeynî vardı.
*
İran bugün gelinen noktada, İmam Khomeynî’nin söylediği o çerçeve içinde midir? Bunu herkes kendisine göre değerlendirebilir.
Bu satırların sahibi, o çizginin korunamadığı düşüncesindedir. Bugün İran, maddî ve askerî güç gösterisiyle, Irak’da, Suriye’de, Yemen’de ve diğer yerlerde güçlü görüntüsü verebilir, ama, bundan İslam’ın emrinde bir İran’ı çıkarmak ne kadar mümkündür, üzerinde düşünülmelidir.
İran’ın kazanımlarının, sadece İran’ın kazanımları olarak kalması halinde, bunun müslüman dünya müslümanlarına bir şey kazandırmayacağı açıktır. Bu bakımdan, aslolan, dünya müslümanlarının gücünü ve kazanımlarını arttıracak bir sonucun ortaya çıkmasıdır.
Amerikan emperyalizmi ise, dünyadaki dengeleri yeniden kurmak ve hele de müslüman dünyasındaki çatışma odakları arasında, bu çatışmaları bertaraf edecek değil, uzun süre devam edecek şekilde, bütün tarafları birbiri karşısına konumlandıracak şekilde düzenlemek, dizayn etmek istiyor.
Bu bakımdan, Amerikan emperyalizminin, İran’ın güçlü bir konuma gelmesinin kendisi ve kendi dünyası aleyhine bir netice çıkmayacak şekilde olmasına özel bir dikkat gösterdiği / göstereceği de unutulmamalıdır.
,diriliş postası