Hatırlayacak olursak, İran İslâm Devrimi gerçekleştiğinde Müslüman halkaların başındaki saltanatçı ve laik rejimler kendilerinin de alaşağı edileceği endişesiyle İslâm adına kurulan bu yeni rejime karşı teyakkuz durumuna geçip diplomatik mesafe koymuşlardı. Öte yandan tahakküm ettikleri halklarının bu devrime öykünmemeleri için matbuat ve medya vasıtasıyla olmadık iftira ve tezviratlarda bulunarak devrim ile Müslüman halkımız arasında psikolojik bariyerler ve yüksek duvarlar örmeye çalışmışlardı.
Amaç tahakküm ettikleri insanlarımız bu devrime sempati duymasın, bu devrime temayül göstermesin.. Özellikle bu rejimler için mezhep farklılığı bulunmaz bir fırsattı. Bazı yazar ve din adamlarını da kullanarak Ehl-i Sünnet ve Şia arasında nifak ve husumet tohumları ektiler. Ki bu nifaklar bugün de sürekli yeni versiyonlarıyla tedavüllere sokulmakta ve zihinsel iğfal girişimleri bütün şiddetiyle devam etmektedir. Bu nedenledir ki, Batılı analistlerin öne sürdüğü ve endişeli bir şekilde beklenti içerisinde oldukları "domino etkisi" savları ne yazık ki vuku bulmadı.
Öyle ki, Batılı analistler, "Bu ihtişamlı devrim diğer ülkelerde yaşayan Müslümanlara 'rol-model' olacak ve onlar da bulundukları ülkelerde kalkışmada bulunarak mevcut gerici ve seküler rejimleri yıkıp yerine İslâmî yasalara uygun yönetimler tesis edecekler" diye endişeleri vardı. Ne hazindir ki, devrim lideri İmâm Humeynî'nin ısrarlı çağrısına rağmen böyle bir domino etkisi olmadı. Merhum İmâm Humeynî İslâm ümmetine ve dünya müstazaflarına seslenerek diyordu ki, "Ey dünya Müslümanları, ey dünya müstazarları, ey hakları gasp edilenler ayağa kalkınız, kıyam ediniz, hakkınızı dişinizle, tırnağınızla söküp alınız."
Bu çağrı uzun yıllar devam etti. Aradan bunca zaman geçmesine rağmen ne yazık ki, hiçbir İslâm beldesinde İran örneğinde olduğu gibi özlemle beklediğimiz ve onur duyabileceğimiz bir devrim gerçekleşmedi. Bu süreç içerisinde İran İslâm Cumhuriyeti mesulleri, Müslüman coğrafyalarındaki İslâmî parti ve cemaat liderleriyle iyi ilişkiler geliştirmeye çabaladılar. Diğer taraftan ümmetin maslahatı için Müslüman ülkelerin başındaki yöneticilerle mütekabiliyet esasına dayalı diplomatik ve ticarî ilişkiler geliştirme yoluna gittiler. Ayrıca bu ülkelerden gelen müspet tekliflere olumlu karşılık verdiler. Örneğin, Merhum Erbakan'ın D-8 projesine ilk müspet cevap veren ve bu anlaşmaya koşulsuz imza atan ilk ülke İran'dır.
İran, İslâmî mesuliyet ve hassasiyetinden dolayı bir devlet politikası olarak elbette anti emperlalist ve anti Siyonist ülkelerle stratejik ittifaklar oluşturmak gayesindeydi. İran'ın kırmızı çizgisi büyük şeytan ABD ve onun hamisi Siyonist çetedir. İran İslâm Cumhuriyeti mesulleri Filistin davasına sahip çıkma adına Siyonist çete ile uzlaşmaya yanaşmayan ve diplomatik ilişkisi olmayan bölgedeki tek ülke Suriye ile askerî işbirliği anlaşmaları yaptı. Bu işbirliğinin İran açısında iki önemli jeostratejik nedeni vardı. Birincisi, Siyonist işgalcilere karşı savaşan Hamas, İslâmî Cihad ve Hizbullah gibi örgütlere Suriye üzerinden silah sevkiyatı için lojistik desteğin sağlanmış olması.
İkincisi, İran İslâm Cumhuriyeti mesullerinin Filistinli gruplara ve Hizbullah'a aleni olarak yapmış olduğu askerî mühimmat yardımlarından dolayı Siyonist çetenin rahatsız olup Suriye'ye saldırma olasılığına karşı caydırıcı bir güç olma adına bu ittifakın yapılmış olması. Buna ilişkin İran ve Suriye, aralarında yaptıkları ikili konsorsiyum ile iki ülke arasında bir taraftan ticari ilişkiler geliştirilecek diğer taraftan askerî işbirliği ile oluşturulan mütabakat sonucu bir ülke İran'a saldırdığında Suriye'ye de saldırmış sayılacak, aynı şekilde Suriye'ye bir taarruz/saldırı olduğunda İran'a saldırılmış sayılacak. Sonuçta böylesi bir jeostratejik ittifak ile güçbirliğine gidilmiş oldu. Suriye'nin Filistin açısından coğrafî konumu bu anlaşmayı zorunlu kılmaktadır. Bunu da bilmiş olalım. Burada güdülen amaç bölge halklarının maslahatı ve Filistin davasına sahip çıkılması. İran, Filistin çevresindeki ülkelere benzeri tekliflerde bulunmuş ancak Suriye'nin haricinde başka hiçbir ülkeden müspet cevap almamıştı.
Bazı grup ve şahıslar şöyle bir itirazda bulunmaktadır: "İşte efendim Suriye İslamî bir rejim mi ki böyle bir ittifaka gidildi?" Bu tür itirazda bulunanalar İslâm'ın jeostratejik olarak güttüğü maslahatı anlamamaktadırlar.
Suriye Venezuela gibi Hıristiyan bir ülke dahi olsa Namus-u Ekber'imiz olan kutsal Filistin toprakları ve mazlum Filistin halkı için böyle bir işbirliği zarurî ve imânî bir vecibedir. Bakınız Siyonist çete Filistin'e çöktüğünden bu yana o topraklar üzerinde zamana yayılmış işgal, talan ve soykırım bütün şiddetiyle devam etmektedir. Siyonist çete mazlum Filistin halkının zeytin tarlalarını gasp ediyor ve zeytin ağaçlarını kesiyor, çocuk, kadın ayırımı yapmadan katliamlarına devam ediyor. Siyonist işgalciler sadece geçen yıl içerisinde yüze yakın çocuk öldürdü. Sayın Erdoğan, Davos Zirvesi'nde Siyonist çete liderine, "Siz çocukları öldürmesini çok iyi bilirsiniz" derken bu acı gerçeğe işaret ediyordu. Bu sözler elbette orada kalmamalıydı ve bir karşılığı olmalıydı. Halkımızın da beklentisi bu yöndeydi.
Ancak büyük şeytan ve ceberut ABD'nin perde arkasındaki tahakkümü buna engel oldu. Meselenin daha iyi anlaşılması için somut bir örnek verelim: Hatırlayınız, Sayın Erdoğan, "NATO'nun Libya'da ne işi var" demişti ve bir hafta sonra İzmir'den kalakan NATO ve ABD uçakları Libya'yı bombalamaya başlamıştı. İşte tahakküm derken bunu kastetmiştik.
Keşke Merhum Erbakan gibi, "Banane Amerika'dan" deyip şu üsleri kapatabilseydik. Netice itibarıyla elbette bir takım mazeretlerle Filistin davasına sahip çıkmayan her Müslüman ülke büyük bir ihanet içerisindedir. Müslüman ülkelerin bu konuda vebâli büyük.
Bu nedenle, İran İslâm Cumhuriyeti mesulleri bu vebalden kurtulmak için sahada mümkün olan her yolu deneyerek ve ağır bedeller ödeyerek savaşa/mücadeleye devam ediyor.
Bilindiği üzere Merhum İmâm Humeynî gençlik yıllarından beri Filistin meselesine hassasiyeti olan bir şahsiyetti. Daha sonraki yıllarda, yani fetva merciî olduğunda mazlum Filistin halkı ile yardımlaşma içerisinde olunması, zekat, sadaka ve humus gibi dinî vecibelerle desteklenmeleri gerektiğinin fetvalarını vermişti.
Her konuda olduğu gibi bu hususta da mezhep taassubu gütmeyip, orada zulme maruz kalan Filistinli Ehl-i Sünnet kardeşlerimizin naçar ve sahipsiz bırakılmaması gerektiğini sürekli dile getirmekteydi. Yazmış olduğu eserlerde de İmâm'ın bu hassasiyetini görüyoruz.
İslâm Devrimi gerçekleştiğinde ise derhâl Siyonist çete konsolosluğunu kapatıp bu mekânı Filistinlilere tahsis etmişti. Ayrıca devletin resmi politikası gereği, Siyonist çetenin Filistin topraklarındaki varlığı "işgalci" olarak ilân edilmiş ve İsrail kanser tümörüne benzetilerek mutlaka oradan sökülüp atılması ve işgalin sonlandırılması gerektiğini ilân etmişti. (Merhum Humeynî bir başka demecinde işgal çetesini İslâm'ın bağrına saplanmış bir hançer olarak tanımlıyor ve oradan sökülüp atılması gerektiğini vurguluyordu.)
Bu nedenle başta ABD olmak üzere Batılı devletlerden tepki almış ve derhâl İran'a büyük yaptırım ve ambargolar başlatılmıştı.
Buna istinaden ABD ve hempaları İran'a ambargo uygulamaya koyulmuşlardı. Ki o gün bugündür yaptırım ve ambargolar devam etmektedir. ABD ve Batılılar ambargoyu kaldırma hususundaki tek talepleri İsrail'in Filistin toprakları üzerindeki varlığının tanınmasıdır. Onların İran İslâm Cumhuriyeti'ne karşı kırmızı çizgisi bu.. İran'ın da kırmızı çizgisi denizden nehire bütün Filistin topraklarının bağımsızlığıdır. İran İslâm Cumhuriyeti mesulleri bunu sadece bir söylem olarak dile getirmemiş, geliştirdikleri değişik stratejilerle devrimin ilk gününden beri bu işin savaşını vermektedirler.
Bu sadece Suriye üzerinden yapmış oldukları lojistik ve askerî mühimmat desteği ile değil daha devrimin gerçekleştiği ilk aşamada bizzat İmâm Humeynî'nin vermiş olduğu talimatla Devrim Muhafızları Ordusu bünyesinde müstakil olarak "Kudüs Gücü" adı altında muharrib bir yapı oluşturulmuştu.
Bu yapının başında Şehid General Kasım Süleymanî vardı. Şehid Kasım Süleymanî Güney Lübnan topraklarının işgali yıllarında Hizbullah ile koordinasyon oluşturarak Siyonist işgalcilere karşı 18 yıl boyunca savaş verilmiş ve sonuçta bi iznillah Siyonist çeteye tarihinde ilk defa yenilgi tattırılmıştı. (Siyonist çete 25 Mayıs 2000 yılında, zillet içerisinde kaçarak Güney Lübnan topraklarını terk etmek zorunda kalmıştı.) Bi iznillah gerçekleşmiş olan bu zaferde en büyük pay elbette İran İslâm Cumhuriyeti'nindir. İran'ın cefakar halkı Filistin davası uğruna nice şehidler verdi ve nice bedeller ödedi.
Siyonist çetenin eski başbakanı Natenyahu, "Biz Gazze'de İran'a karşı savaşıyoruz, İran'ın verdiği füzelerle Hamas ve İslâmî Cihad bize saldırıyor" deyip feveran ediyordu.
Gazeteci Netanyahu'ya soruyor: "Üç düşman ülkesi sayar mısınız?" Netanyahu üç kez, "İran, İran, İran" diyor. Netanyahu'nun verdiği cevap hem üzücü hem bir gerçeğin itirafı. Üzücü olan neden bir başka İslâm ülkesinin ismini vermeyişi. Çünkü İran'dan başka Siyonist işgalciler için tehdit oluşturan ve ona darbe üzerine darbe vuran, ona zilleti yaşatan başka bir ülke yok.
Gerçeğin itirafı ise, İran'ın Siyonist çeteye karşı savaşıyor olmasıdır. Bunu görmeyenler utansın. Üzücü olan diğer bir husus ise, İran'ın verdiği bu savaşa rağmen, İran'ın verdiği bunca çaba ve fefakarlığa rağmen bazı çok özel Hoca Efendilerin (!) kalkıp, "Bugüne kadar İran İsrail'e bir taş attı mı?" sorusunu sormalarıdır. Bu kadar bir terbiyesizlik, bu kadar bir hadsizlik ne ile izah edilir bilemiyoruz? Ne yazık ki, o din tacirlerinin tezviratlarına kanan müntesipleri de aynı soruyu en ahmakça bir üslupla sorabilmektedirler...
Elbette İran İslâm Cumhuriyeti mesulleri bu tür iftira ve tezviratlara aldırış etmeden Siyonist işgalcilere karşı savaşını sürdürmektedir.
Öte yandan, Siyonist çete ise, İran'ın Filistin'in bağımsızlığı için verdiği mücadeleye engel olabilmek için her türlü yola başvurmaktadır. Daha açık bir ifadeyle, Siyonist işgalciler, İran'a kendi topraklarında lojistik imkân sunan Suriye ile bir türlü başedemedikleri için farklı bir strateji (maşa/piyon taktiği) uygulamaya koyuldular.
Arap Baharı bahanesiyle 100 küsur ülkeden bindirilmiş kıtalar olarak Suriye'ye sokulan terör örgütleri bu ülkeyi kan gölüne çevirdi. Başta IŞİD terör örgütü olmak üzere mutasyona uğramış canavar sürüleri insanlık dışı vahşet örnekleri sergileyerek en barbarca cinayetlere imza attılar. 8 yaşında çocuğun boynunu tekbirler getirerek kestiler. Kadınların başına kurşun sıktılar. Demir kafesler içine tıkıştırılan insanlar suda boğuldu. İki Türk askeri de dahil olmak üzere insanların üzerine benzin dökerek yaktılar.Yine otomobillerin içine tıkıştırdıkları insanları bazokalarla katlettiler. 2 bin dolayında polis koleji öğrencisinin başlarına kurşun sıkarak nehire attılar. Canavarca bir yöntemle kimi insanların başını kaldırım taşı ile ezerek katlettiler. Daha saymakla bitiremeyeceğimiz vahşet örneklerini sosyal medya vasıtasıyla içimiz kan ağlayarak, yüreğimiz yanarak izlemiş olduk. Bu vahşete tanık olup canını kurtaran insanlar büyük bir panik ve dehşet içerisinde doğup büyüdükeri toprakları terk etmek zorunda kaldılar. Bu insanlardan bazılar deniz yolu ile kaçarken teknelerinin ve botlarının batması sonucu boğuldular.
Bütün bu acılar yaşanırken bazı aklı evveller kalkıp hâlâ, "İşte efendim, İran ve Hizbullah'ın Suriye'de ne işi var?" diye bir soru yöneltebiliyorsa biz buna sadece "pes doğrusu" diyoruz! (Hazım Koral / Hürseda Haber)