Sık sık soruluyor; “IŞİD’e nasıl bakıyorsunuz, onu nasıl değerlendiriyorsunuz?” diye. Bazen maddelerle, bazen sorular sorarak, bazen sorgulayarak cevap vermeye çalışayım:
1- Kim bu örgüt, geçmişi ne? İslâm anlayışı nasıl, Hâricîlik ve katı bir tekfircilikle ilişkisi ne? Arkasında hangi güçler var? Irak’ın işgali zamanında Amerika’ya karşı nerede imiş, ne yapmış? Bugüne kadar tâğutlara, İsrail’e karşı nasıl bir mücadele vermiş? Suriye’de ne yapmış, orada nasıl bir zafer elde etmiş, farklı muhalif örgütlere ne yapmış? Benzer örgütlerle ilişkileri nasıl? Böyle bir örgüt, bin, bin beş yüz kişiyle milyonluk şehirleri tek kurşun sıkmadan nasıl alabiliyor?
2- Filistin’de Heniye’nin yönetimine izin vermeyen, Mısır’da Mursi’nin cumhurbaşkanlığına izin vermeyip onu deviren, İslâmî mücadeleleri terörist cânî diye suçlayan Amerika ve Batı dünyası, IŞİD’e niye ciddi bir tavır almıyor?
3- Irak’ta bir anda ortaya çıkan bir örgüt, milyonluk nüfusa sahip şehirlerde karşısındaki askerlerin bir tek silah atmadan teslim olup şehri teslim etmesiyle çok kolay hâkimiyeti ele alabiliyor. İslâmî devlet, Şeriat’ın zaferi, bunca şer güçlere rağmen gerçekten bu kadar kolay mı? IŞİD’in alternatif İslami siyasi bir projesinin var olduğu, İslâmî bir devletin alt yapısını oluşturup en son olarak bazı şehirleri ele geçirdiğini iddia etmek mümkün değildir. Tepeden inme ve sürpriz bir oldu-bitti ile bir devlet kurulmaz. Bağdadi denilen şahsı kim ne oranda tanıyor? Kendisi saklanan, kendi emniyeti bile bulunmayan bir halife, kendisine bey’at edenleri nasıl koruyabilir? Kendi güvenliği olmayan onca Müslümana nasıl otorite olabilir?
Tek başına silahlı bir grubun Ortadoğu’da İslami bir devlet kuramayacağını, Uluslararası küfür güçlerinin bir sürü hile ve baskılarının IŞİD’le ilgili ortaya çıkmadığı için büyükçe soru işaretlerini ne yapacağız? Diğer İslâmî muhalefet gruplarıyla aralarının nasıl olduğunu Suriye olaylarını takip eden Müslümanlar iyi bilir. Ama içinden çıktığı ve ilişkilerini hâlâ sürdürdüğü el-Kaide ile, onun liderleri ile bile nice farklılıkları, uyumsuzlukları ve birbirlerine muhalefet emleri sözkonusu. Ümmet, bunlara nasıl güvenecek?
Örgütün sözcüsü geçtiğimiz ay yaptığı uzun bir açıklamasında, kendisinin daha önce nispet edildiği el-Kaide örgütünün lideri Zevahiri'yi de yoldan çıkmakla ve sapıtmakla itham ediyor, yanlışlarından dönüp tevbe etmesi için kendisine mühlet verdiklerini aksi takdirde onu da kâfir ilan edeceklerini duyuruyordu. Yanlışlarından dönmesinin şartları arasında Müslüman Kardeşler cemaatini ve onun içinden Mısır cumhurbaşkanlığına seçilmiş sonra da gayri meşru darbeyle görevinden uzaklaştırılarak zindana atılmış olan Muhammed Mursi'yi tekfir, Mursi'yi ve İhvan liderlerini tağut ilan etmesi de yer alıyordu.
Bu grubun diğer İslâmî gruplara, sana bana bakışları genellikle tekfircilik üzeredir. Ve tekfir ettikleri Müslümanların kanı helal olduğu gibi, malları da, karıları ve kızları da kendilerine helâldır. Bu anlayış ve özellikleri, onları birtakım kirli hesapların sahipleri tarafından güdülmeye müsait hale getiriyor. Batı kaynaklı emperyalizmin İslâmî bilinçlenmeyi önünde engel olarak görmesi ve İslâmî değişim ve dönüşüm taraftarlarını terörize etme ihtiyacına ve "İslamofobi" diye adlandırılan İslâm’dan insanları korkutma anlayışına uygun, onların İslâm’ı öcü göstermesine malzeme veren bir anlayış ve uygulama içinde oldular, oluyorlar.
4- IŞİD Musul’u almayı başardığı askeri kuvveti ile Şam’a neden yürüyüp Baas rejimini düşürmedi bu güne kadar? Suriye’de 3 yıldır halk ve direniş grupları Baas rejimini devirmek için ittifak oluşturdular. Bu direnişi büyük bedeller ödemelerine rağmen hâlâ sürdürüyorlar. Peki, zayıflamış bir Baas rejimi, 3 yıldır oluşmuş bir devrim atmosferi ve İslam dünyasından gelen tüm kamuoyu desteği varken IŞİD’in Şam’a değil de Musul’a ilerlemesi ne ile izah edilebilir? Şam’da muhalif Müslümanları iki ateş arasında bırakan bir hareket; Ümmete orada rahmet olmamışken Irak’ta da olması beklenemez. Suriye’de döktüğü kardeş kanlarının hesabını vermeden Irak’a atlayıp birkaç gün içinde şehirleri ele geçirip hilafet ilan eden örgütün arkasında hangi güçlerin olduğu sorusunu akla getiriyor. Bu manzara, Amerika projesi olan Irak’ın 3 veya 4 küçük devlete bölünmesi projesine farkında olarak veya olmayarak bir katkı, bir oyuna getirilme olamaz mı?
Ümmetin âlimleri ve âdil cihad emirleri toplanıp istişare ederek oluşturulan İslamî Şura’nın ilkeleri doğrultusunda bey’at ettikleri; âdil, âlim, müctehid, merhametli, bilinen ve gizli olmayan bir halife filan yok ortada. Kimse hayal ve rüyasını gerçek diye sunmasın. Hiçbir fikir, teşkilatlanmadan iktidara gelemez, hele böyle kara düzen bir topluluğun devlet olması mümkün değildir. Halife kendi kendini seçemez, onu ümmet seçer. Hilafetin ilanından önce; İmamın ümmete ve ümmetin ona güvenip birbirlerini sevmeleri gerekir. Sevgisi olmayanların devleti, halifesi de olmaz. İslam, esenlik, barış, güvenlik demektir. İslâm’ın devleti önce bunları sağlar; kan ve ölümü, baskı ve zulmü değil… İslâm, esirleri, zarar vermeleri mümkün olmayan tutsakları öldürmeyi değil, onları kurtarmayı, onların hidayetine vesile olmaya çalışmayı emreder. İslâm öldürmeyi değil, insanları mânen diriltmeyi öngörür. Esirlerle ilgili en son ayet, onların ya fidye alarak veya karşılıksız salıverilmeleri iken (47/Muhammed, 4), onlar teslim olduktan veya onları esir aldıktan sonra kurşuna dizmenin veya hayvan boğazlar gibi kıtır kıtır kesmenin izahını Rahman’ın vahyi, âlemlere rahmet Peygamber’in sünneti ile nasıl izah edebiliriz? Gerçeği oluşmasın diye sahtesinin gerçek diye sunulması, gerçeğe en büyük ihanet ve hakkın yolunu tıkayan en önemli engeldir.
İslam, her şeyden önce, insanları kurtuluşa, karanlıklardan aydınlığa, zulümden adalete davet eden, dünyada kulluk ve ahirette kurtuluş eksenli bir hayat tasavvuruna sahiptir. Öncelikle, tevhidî davet, şahidlik ve eğitimle aklı, imanı, hayatı, şahsiyeti, insanları ve toplumları karanlıklardan aydınlığa çıkarıp arındırmayı, inşa ve ıslah etmeyi hedefler. Bu mücadele sonucunda, öncelikle sosyal bir değişimle toplumun özündekini tevhidî istikamette değiştirmeyi başararak İslamî toplumu inşa etmeyi ve sonuçta Allah’ın da bu toplumun siyasî durumunu aynı istikamette değiştirip İslamî adalet sistemini takdir etmesine vesile olmayı amaçlar.
5- Medine İslam Devleti, tek kişinin kanı akmadan kuruldu. Peygamber, böyle kolay kan döken bir uygulama bırakmadı. Hele, onun kılıcından Müslüman kanı hiç damlamamıştı. O, lâ ilâhe illâllah diyenlerin kanını hiç akıtmamıştı. Üsame bin Zeyd’in uygulamasına karşı çıkmasında olduğu gibi, “lâ ilâhe illâllah” diyen sadece bir kimseyi öldürmeye nasıl bir tepki göstermişti? Mekke fethedilirken ancak on civarında insan öldürülmüştü. İslam katil ve cani bir nizam değildir. Hele, tâğutları bırakıp lâ ilâhe illâllah diyenleri kurşuna dizen, hayvan boğazlar gibi boğazlayan acımasız bir din değildir. İslâm’ı sevdireceğine nefret ettiren bir tavırla, “Müslümanlar devlet olsa, iktidara gelse bizi kıtır kıtır keserler” diyen kâfirleri haklı çıkaracak malzemeler veren, kendi sitelerinde muhalif güçleri koyun keser gibi bıçakla boğazından kestiği görüntüleri servise sunan bir zihniyet, gerçekten İslâm devleti olabilir mi?
6- Devlet olmadan, güç ve otorite olmadan, halka dayanmadan, bir şehre giren ve zorba ve gaddarlığından korkup bizi kesmesinler diye silahlarını bırakan rakiplerinin boş bıraktığı yeri çocuk oyunundaki kolaylıkla ele geçiren bin kişilik askerinden başka yönetimle ilgili hiçbir hazırlığı olmadığı halde kendi kendilerine İslâm devleti ilan etmek, devlet ilan edilmesinin göstergesi olarak Cuma namazına gitmeyenlere 25 kırbaç vurmak, kendi mezhebinden ve cemaatinden olmayanları kurşuna dizmek, sorgusuz sualsiz yoldaki araba ile gidenleri öldürmek, halka kök söktürmek, halka hayatı zehir eden uygulamalarla ceberrut bir görüntü sergilemek… İslam ve halifelik bu mudur gerçekten?
Dünyayı mezhep savaşına doğru sürüklemek, İslam’ın savaş hükümlerinin hiçbirini uygulamamak, çok katı bir tekfircilik, kanını helal saydığı lâ ilâhe illâllah diyen grupların karılarını ve kızlarını kendilerine helal saymak, İslâm’ın ve Müslümanların değil; düşmanların işine gelecektir.
Daha önce Irak’ı işgal eden Amerika’nın zulmünü aratmayan Mâlikî’nin yaptıklarından mağdur olan aşiretlerin sahipsiz bırakılmasının boşluğunu dolduran,mağdur edilen ailelerin genç yaştaki çocuklarını etkileyerek Maliki zulmüne tepkinin harekete geçirdiği heyecanlarını onları kendi saflarına çekmek için değerlendiren yeni yetme bir örgüt… Bir Batı projesi değilse, tarihteki bağnaz hâricîliğin hortlatılması demek olan bir yapı. Sünnî aşiretler, tasavvufî tarikatlar, Saddam’ın asker, polis, bürokrat alt yapısı, İslamcı, liberal, milliyetçi Sünnîlik adına bütün farklı yapılar Irak’ın orta kesiminde tek vücut bir savunma refleksi oluşturmuşlardır. Olay, aslında IŞİD olayı değil, sünnî kesimin, daha doğrusu şiî olmayanların isyan olayıdır. Maliki’nin zulmüne karşı kızgın insanların isyanıdır.
Uluslararası emperyalizm ve onun güdümündeki yerli işbirlikçi yönetimler bu tür marjinal hareketlerden iki ayrı amaçla yararlanıyor, bir taşla iki kuş vuruyorlar. Birinci olarak kendi gerçek kisvesiyle giremediği alanlara, tekfirciliğe giydirdiği sözde radikal İslâmcılık maskesiyle girebiliyor ve onların kendilerinden olmayan herkesi "İslâm dışı" ilan ederek onlara saldırmalarını sağlıyordu. Maşa rolü veriyordu bu örgütlere Batı. Kendi askerlerini riske atma mecburiyeti olmadan, yapacaklarını bunlara yaptırıyorlar. Bu gruptakilerin de bunları üzerine saldırdığı diğerlerinin de kaybı emperyalistleri rahatsız etmiyor, tam tersine, memnun ediyor. İkinci olarak, bu grupların sergilediği ve esasta İslâm'ın savaş ahlâkına aykırı, üstelik yanlış hedeflere yöneltilmiş şiddetin yol açtığı durumlardan İslâm’ı karalamak için, İslâm hakkında olumsuz imaj oluşturmak için yararlanıyorlar.
Baas rejimi, sergilediği onca vahşete rağmen dize getiremediği direnişçi ve muhaliflere IŞİD vasıtasıyla ağır darbeler indirmeyi başarabildi. Çünkü Şebbiha çetelerinin giremediği alanlara IŞİD militanları girebiliyordu. Onlar da IŞİD kontrolündeki bölgelerde artık İslâm devleti kurulduğuna, bu devletin Allah'ın şeriatını katıksız uyguladığına, ona beyat etmenin dinin gereği olduğuna, beyat etmeyenlerin küfre düştüklerine, ona itiraz eden grupların aslında İslâmî yönetim istemediklerine, kendi grupları dışındaki muhaliflerin, kendilerine bey’at etmeyenlerin küfre düştüklerinden Allah için savaşıyor olamayacaklarına, İslâm devletinin kökleştirilmesi için de önce kendi yolundaki engelleri kaldırması gerektiğine, yani Baas'a karşı çıkarken kendilerinden olmayan savaşçıların da düşman olduğuna inandırıldılar. Suriye’de belirli bir güce ulaşınca, hedef de değişti. Artık öncelikle, kurduklarını iddia ettikleri İslâm devletine bey’at etmeyerek fitne çıkardıklarını ve demokratik küfür rejimi kurmayı amaçladıklarını iddia ettikleri muhalif grupların devreden çıkarılması ilk hedef olmaya başladı.
IŞİD'in Suriye'de örgütlenmesinden önceki aşamasını oluşturan Irak İslâm Devleti örgütünün ve benzerlerinin insanları "şeriat" adına tutuklayıp kılıçla kafalarını kesmelerinin videolarını medyaya dağıtmalarını nasıl değerlendireceğiz? Bu vahşet ve iğrençliğin, marufun emri ve münkerin nehyi ilkesi üzere şekillenmiş İslam şeriatıyla irtibatlandırılmasının tek amacı ona çamur atmak olabilir. Öyleyse, "bu videolar çağdaş emperyalizmin İslamofobi politikasının birer siparişi mi?" diye sorma hakkımız var, diyor Ahmet Varol. Haksız mı?
Kitab ve Sünnet'te örneği olmayan, ondan referans almayan bir tavır ortaya konulacak olursa, bu tavır ile Kitab ve Sünnet'e muhalefet edilmiş olur. Hangi zamanda ve hangi mekânda olursa olsun, Kitab ve Sünnetin ruhuna, esaslarına aykırı davranış, insanı Allah’ın yardımına ve lutfuna götürmez. Çünkü İslâm'a aykırı bir yol tutup, onunla İslâm'a yardım edeceğini savunanların yaptıkları, yardım etmek değil, zarar vermektir. İslâm adına, İslâmî olmayan usullerle İslâm’a verilen zararlar, kâfirlerin küfür adına verdiği zararlardan daha büyüktür.
Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, kimin eli kimin cephesinde belli değil. Kim kimin uğrunda, niçin cihad ettiğini bilmiyor. Hangi teşkilat, hangi grup neyi amaçlıyor; çok net değil. Net kabul edilenlerin de yarın nasıl bir pazarlık ve hesaplar içinde olacağını, şehid kanlarını satıp satmayacağını, ya da kandırılıp kandırılmayacağını kimse bilmiyor. “Öyle bir fitneden sakının ki, o sadece sizden zâlim olanlara isâbet etmekle kalmaz (herkese sirâyet ve tüm halkı perişan eder). Bilin ki Allah’ın azâbı şiddetlidir.” (8/Enfâl, 25) Fitne, imtihan, ya da belâ...
Dinimiz bütün Müslümanların kardeş olduğunu bildiriyor. Tefrikayı yasaklayarak Allah’ın ipi olan Kur’an’a tüm Müslümanlar olarak hep birlikte sarılmamızı istiyor. Müslümanlar olarak Kur’an’ın istediği gibi birleşip dayanışma ve vahdet içinde olsaydık çok büyük güç olurduk ve emperyalist zâlimler, Afganistan’ı yakıp yıkamaz, Irak’ta bir milyondan fazla insanı öldüremez, İsrail Filistinli kardeşlerimize böyle vahşice saldırıp zulümler yapamazdı. Suriye kitle imha silahlarını dünyanın gözüne baka baka rahatça kullanamaz; Mısır zindanları Müslüman kardeşlerle dolduramaz, ülkeyi hapishane ve morga döndüremezdi. Problemin teşhisi, çözümü de veriyor: Tevhid ve vahdet; Allah’ın ipine, Kur’an’a hep birlikte sımsıkı yapışmak…
Bugün müslümanların kâfirler arasında bir selin içindeki köpük gibi, çer-çöp gibi olmasının temel sebebi, düşman edinmeleri gereken kâfirleri dost kabul etmeleridir. Dünyada izzetin, onurun, devletin; âhirette cennetin bedeli, Allah’ı ve Allah taraftarlarını dost; şeytanı ve şeytanın askerlerini düşman kabul etmek ve dostluk ve düşmanlığını ispatlayacak davranışlarda bulunmaktır.
"Ey iman edenler! Siz (önce) kendinize bakın. Siz hidâyet üzere/doğru yolda olunca, dalâlette olan kimseler size zarar veremez." (4/Nisâ, 105).
“Ey iman edenler! Eğer siz Allah(ın dinin)e yardım ederseniz, Allah da size yardım eder, ayaklarınızı sağlam tutar.” (47/Muhammed, 7) “Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer gerçekten iman etmişseniz, üstün gelecek olan sizsiniz.” (3/Âl-i İmrân, 139) "Ey iman edenler, iman edin!" (4/Nisâ, 136).
Mü’minlerin, her şeyden önce yeniden imanını, sosyal, ekonomik ve siyasal yapısını gözden geçirmesi gerekmekte, köklü değişikliklere aday olması icap etmektedir. Bunun için de başlanacak yer: Tevhiddir, şirkin izâlesidir.
Eskiden ülkücü gençlerde görüldüğü gibi, insanları gaza getirip dâvâ filan diyerek canlarını feda ettirmek çok zor değil. PKK bile bunu beceriyor. Önemli olan ölmesini bilmek değil; müslümanca yaşamanın yolunu bulmak. Müslümanın kanı o kadar ucuz olmamalı. Delicesine, heyecana kapılarak, hastalıklı bir ruh haliyle, öleyim de kurtulayım diyerek, kendisi ilim sahibi olsa isabetli karar verebilecek, ama öyle olmadığından, ilim ve takvâ sahiplerinin fetvâsını da almadan; mutlaka ölünmesi gerekip gerekmediğini bilmeden, aceleci bir kararla (dilim varmıyor, ama söylemeliyim: İntihar eder gibi) ölmek... Bu anlayış mı kurtaracak ümmeti? Delikanlı, doğru dürüst iman etmeden mücâhid kesiliyor. Canlı Kur’an değil; ama mücahid, kahraman! Niye öldüğünü, dininin kendisinden bu ortamda böyle bir şeyi kesin şekilde isteyip istemediğini bilmeden ölmek. Şehidlik bu demek mi gerçekten? Bu, militanca yaklaşıma, intihar bombacılığına, dünyevî kahramanlığa, fedâkârlığa, yiğitliğe daha yakın bir anlayış, ama İslâm’ın cihad ve şehâdet anlayışına ne kadar uzakta, tartışılmalı. Bu durumdan çok daha fecisi, savaş hukukuna göre riayet edilmesi şart olan hususları bir tarafa bırakarak, insanları barbarca öldürmek. Ölüm makinesi haline gelmek… İslâm, insanları kurtarmak ister. Canla cihad, yani Allah için savaş, başkalarını öldürüp cehenneme göndermek için değil; nefsimizi ve diğer nefisleri cehennemden kurtarmak için yapılır.
Cihad, yanmaktan kurtulan merhametli insanların başkalarının imdadına koşmasının, insan kurtarma savaşının adıdır. O yüzden kurtulmayan kurtaramaz. Canla cihadda, yani Allah için savaşta hedef, öldürmek değil; diriltmektir. Ölü kalpleri diriltmek, sönük fikirleri aydınlatmak, donuk hissiyatlara can vermek. İnsanları yurtlarından etmek değil; onlara ebediyet yurdunu kazandırma gayretidir cihad. Bu diriliş hareketinin önüne çıkanlar ölümü hak etmiş olurlar.
Çokların hayat bulması için, belli bir azgın azınlığın ölmesi gerekiyorsa, işte buna "cihad" deriz ve buna koşarız. Aksi halde çoğunluğa zulmetmiş oluruz. Bunun şartlarını da ümmetin ulemâsı belirler, birkaç gencin heyecanlı ama cahilce tavrı değil.
Cihad sadece kıtal değildir. Kıtal de sadece belirli yerde ve belirli grubun emrinde yapılan değildir. Ve bunları dillendirmek cihada karşı çıkmak olarak değerlendirilemez. Hiçbir Müslüman cihada karşı çıkmaz, çıkamaz. Önemini abartılı şekilde anlatan, dinin esası, özü ve her şeyi olarak takdim eden nice samimi olduğuna inandığımız cihad taraftarı gençlerin bile yanlış değerlendirdiği “cihad”ı kısaca tahlil edelim:
Cihad farzdır. Cihad, sadece silahla veya can alıp canını vermekle sınırlandırılamaz. Kur’an’da cihadı emreden hemen bütün âyetler, “malınızla ve canınızla cihad edin” der. Önce malla, yani, can dışında Allah ne tür imkân verdiyse onlarla Allah yolunda cihad… Cihad emri, Kur’an’ın tedricî olarak topluma yüklediği görevlerdendir. Cihad emri, öncesinde başka çalışmaları icap ettiriyorsa oradan başlamayı gerekli kılar. Namaz için önce abdestin gerekli olduğu gibi.
Türkiye topraklarında yaşayan kimselerin en önemli cihadı bu topraklarda olmalıdır. Çünkü bizim yaşadığımız yerlerde cihada daha büyük ihtiyaç vardır. Şirkin izale edilmesi için yapılacak ciddi çabalar için uğraş vermek, can vermekten daha zor, daha sabır isteyen, daha ilim ve olgunluk isteyen bir tavırdır.
Şeytan, yapamayacağımız büyük işleri, idealleri, boyumuzun ve gücümüzün yetmeyeceği şeyleri güya yaptırmak için, yapacağımız görevleri aksattırmayı pek sever. Şeytanın sağdan yaklaşmasıdır bu.
Çözüm, kısa vadede ve heyecanla, kendini feda etmekle çözülecek basitlikte değil. Ve kendini kurtaramayan başkalarını kurtaramaz. Eteği tutuşan itfaiyecinin yangını söndürmesi beklenemez. Yamuk ağacın gölgesi de yamuk olacaktır. Gencin biri “ben Halep’te 30 arşın (metre) atladım” diye övünür durur; bununla orada burada kahramanlık taslar. Onun yalanını ispatlamak için biri der ki: “Halep oradaysa, arşın burada. Orada atladıysan burada da atlarsın, haydi!” Ve delikanlı ondan sonra sus-pus olup oturur. Oralarda cihad edecek kahramanımız burada hangi cihad sınıflarından geçti, değerlendirilmez. Aynen, Almanya’daki cemaatlerin kendi çocukları tümüyle küfür ortamında eriyip kaybolurken, buna çözüm bulacak yatırımlar yerine, bütün infaklarını Türkiye’ye gönderdiği gibi. Yine, eve lâzım olan eşyanın camiye bağışlanmasındaki yanlışlık gibi bir durum. Cihad mekânları; mânen hastalıklı, ülkelerinde ciddi bir şey yapamayan insanların sığınağı, ucuz ve kolay yoldan cennete gitmek için kaçılacak, sığınılacak mekânlar değildir; ya da Vehhâbîleştirme kursu…
Ne mi yapmak lâzım? Önce durum ve konum tahlili… Akıllıca, çekinmeden. Sonra uzun vadeli programlar. Ümmetin ihyâsı, tevhidi anlayan muvahhidlerin vahdeti. Sonra öncülerin şûrâsı ve önderliği. Ulemânın beraberliği, kolektif dayanışma ve güçbirliği ruhu. İlim-takva-cihad bütünlüğü. Allah’a (O’nun dinine) yardım. İlâhî rahmete paratonerlik ve liyâkatlik. Ümmet içinde öncü bir kadro, ümmet içinde ümmet. Ve, onların İslâmî değişim ve dönüşüm için planlı programlı faaliyetleri. Cihadsa, her çeşidiyle cihad; Ama niyetlerin, inançların, amellerin/eylemlerin, safların, önderliğin netliği.
Asılla ilgili ciddi usûl hataları mı yapıyoruz? İslâm adına da olsa; fıtratımıza, Sünnetullaha ve vahye ters uygulamalar mı yapıyoruz da dünyevî netice için hiçbir ilerleme kat edemiyoruz? Devlet mi öncelikli, İslâmî değişim ve dönüşüm mü? Devlet kurulmadan savaş mı, devletten sonra savaş mı? Bir kimsenin farklı mezhepten olması farklı dinden olması mı demek gerçekten? Ve kimlerin öldürülmeyi hak ettiğini, öldürülmeyi hak edenlere yapılması gereken uygulamaların ne olduğu, meselâ İslâm’a davet etme ve kabul edince öldürme yerine kardeş kabul etme anlayışı… Lâ ilâhe illâllah diyeni öldürmeye Peygamber’in bakışı… Peygamberimizin savaş usûl ve esası ile günümüzün savaşçıları arasındaki farklar…
Tedrîce mi riâyet etmiyoruz? Tevhidî hayat görüşü yerine, klasik veya modern hurafelerden örülü yanlış din anlayışı mı bizi kuşatıyor? Öncelikleri, önem sırasını yanlış mı tespit ediyoruz? İnandığımız esaslar Kur’an’ın iman esasları değil mi yoksa? İmanımız yakîniyet, kemal ve samimiyet testlerinden geçebilir mi acaba? Cemaatleşme ile gruplaşmayı karıştırarak fırka fırka mı olduk? Mezheplerimiz, cemaatlerimiz dinin yerini mi aldı yoksa? Hocalarımızın, ağabeylerimizin görüşleri, nassların önüne mi geçiyor? Yoksa, bütün bu cinayetlerin hepsini ve ilave edilebilecek nice benzerlerini yapmaktan mı çekinmedik? Öyleyse… Öyleyse Rabbimizin rahmetinin, yardımının gelmesini beklemeye ne kadar hakkımız var?
Bu fesadın sorumlusu bizleriz: “İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde (şehirde ve kırsalda) fesat belirdi, ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler.” (30/Rûm, 41) Müslümanlar olarak başımıza gelen belâ ve musibetlerin sebebi bizleriz: “Başınıza gelen her musibet, kendi ellerinizle yaptıklarınız yüzündendir. (Bununla beraber) Allah, çoğunu da affeder.” (42/Şûrâ, 30); “Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsinden/kendindendir…” (4/Nisâ, 79)
Kâfirlerin, dalâletteki kimselerin bize pek zararı olmaz; bize esas zarar bizden, içimizden gelecek, kendimizden zannettiğimiz kimselerden sakınmamız gerekecektir: “Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca dalâlette olan sapık kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artı O, size yaptıklarınızı haber verecektir.” (5/Mâide, 105). Düşmanlarımıza Allah’ın yardımıyla gücümüz yeter; ama ya dost bildiklerimize? Öyleyse arınıp temizlenmek, yenilenip fıtratımıza dönmek, mağlûp olduğumuz bir-iki raunttan sonra diğer rauntları alıp şeytanın sırtını yere getirmek, yani tevbe edip kendimizi düzeltmek gerekiyor, aynen ana ve babamızın dediği gibi dememiz gerekiyor: “(Âdem’le eşi) dediler ki: ‘Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik; eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen mutlaka ziyan edenlerden oluruz.” (7/A’râf, 23)
Zafer, önce gönüllerde ve kafalarda kazanılır. Gönüllerindeki, zihinlerindeki, hayatlarındaki işgallere karşı direnenler, er-geç zafere ulaşacaktır. Kurtulamayan kurtaramaz. Kendini fethedemeyen hiçbir şeyi fethedemez. Gönül kapısını tevhid anahtarıyla açabilen kimsenin önünde ise, nice kapalı kapılar kolayca açılacaktır. Allah nazarında en üstün olan kişi, gönlünü, bileğini ve kafasını birlikte güçlendiren ve bu dengeli gücü Allah yolunda kullanabilen kimsedir.
Uhud Savaşından mağlûp çıkan müslümanlara verilen mesaj, içinde yaşadığımız dünyada uzun zamandır siyasî ve sosyal alanda zâlim kâfirlerin gâlip ve mazlum müslümanların mağlûp kabul edildiği ortamda imtihan edilen kimseler için de geçerlidir: “(Ey mü’minler!) Gevşemeyin, mahzun olmayın. Siz eğer (gerçekten) mü’min iseniz (düşmanlarınıza gâlip ve onlardan) çok üstünsünüzdür.” (3/Âl-i İmrân, 139). İnsan, savaşı önce içinde kazanır ya da kaybeder. Bir amacın başarı ve gâlibiyet limitini, kendi inancımız belirler. Mü’min, Allah’ın, Rasûlünün ve O’nun hizbinin (safını ve nihâî tercihini Allah’tan yana yapanların) gâlip olduğuna hiç şüphe etmeyen insandır. Ve esas gâlibiyet, iç dünyamızdakine benzeyen şekilde ebedî hayatta felâh/kurtuluş olarak ortaya çıkacaktır.
Hülâsa olarak; IŞİD’li değiliz. Onu İslâm’ın temsilcisi ve devleti olarak kesinlikle görmüyoruz. Bu örgütün Suriye’de işlediği suçların artık hata boyutundan çıktığını biliyoruz. Suriye direnişinin ivme kaybetmesinin ve halk desteğinin çekilmesinin müsebbibi olarak bu örgütü görüyoruz. Örgütün din anlayışından, yönteminden, usulünden berî ve uzak olduğumuzu söyleyebiliriz. Gerek Suriye’de ve gerekse Irak’ta temiz direniş çabalarının kirletilmesine sebep olduğuna ve milyonların vebalini taşıdığına inanıyoruz.
Biz sahih din anlayışımıza, Allah’ın dini olan İslam’a dayanarak, İslam olmayanların bile adaletini sağlamakla mükellef olduğumuza inanıyoruz. Biz, bizim gibi düşünmeyenleri diriltmeyi hedefleyen bir dine iman ettiğimizi hatırlatıyoruz. Biz, her türlü mezhepsel kışkırtmaların birer tuzak olduğunu biliyor, Kur’an merkezli bir yaklaşımla ihtilafların asgariye ineceğini, yeter ki konuşabilme, diyalog kurabilme zemininin kaybedilmemesi gerektiğini söylüyoruz. Ilımlı İslâm anlayışına da, tekfirci ve zâlim din anlayışına da karşıyız. Cihad’ı Kur’an’daki geniş anlamıyla ve hayattaki tüm boyutlarıyla anlıyor ve cihadın her şeyden önce insan öldürme değil, insan kurtarma gayretleri olduğunun altını çiziyor, gerektiğinde insanları mahvedenlere karşı, İslâm’ın usûl ve esaslarını belirttiği tarzda savaşın da emrolunduğunu ve buna da hazır olduğumuzu ifade ediyoruz.
“Ya benden olacak, bize bey’at edeceksin ya da öleceksin!” yaklaşımını Rabbânî de bulmuyoruz, nebevî usulle de bağdaştıramıyoruz. Kur’an ve sahih sünnette belirlenen İslâm anlayışını, savaş hukukunu, İslâm’ın hangi yollarla ve nasıl devlet olacağının Kur’an’daki ilkelerini öğrenmeyi tavsiye ediyoruz. İlimsiz cihadın, anarşi ve terör oluşturabileceğini unutmamalıyız. Başkalarını kurtarmak için önce kendimizi kurtarmamız gerektiğini, devleti önce gönüllerimizde oluşturmamız icap ettiğini, öncelikle yaşadığımız yerlerden ve ehlimizden sorumlu olduğumuzu hatırlatıyoruz.