24 Nisan akşamı, İstanbul Türkocağı’nda bir konferans vardı.. ‘İslam Birliği’ ve Tasavvuf konulu.. Konferansı verecek olan, kadîm dostum Mahmûd Erol Kılıç idi..
Mahmûd bey, daha çok tasavvuf konularında ve en başta da Muhyiddin Arabî olmak üzere, sufîler ve görüşleri üzerinde rahat konuşan ve konuşulabilecek yetkin bir akademisyen..
Tasavvuf denilince klasik söylemlerden pek haz almayanların bile, onu zevkle ve sıkılmadan dinleyebilecekleri söylenebilir. Tasavvufa karşı, İslam dışı ve ayrı bir din gibi bakan ve sert hükümler dile getirenler hariç, elbette..
Ben şahsen, ‘türkocağı’ adını taşıyan bir kuruma, öyle bir mekanda yer verilmesini anlayabilmiş değilim.. Türbenin girişindeki tarihî bir mekan da müdiriyet odası olarak sözkonusu kuruma tahsis edilmiş.. Son yüzyılın sosyal, fikri ve ideolojik hastalıklarını yansıtan bu isimlendirme, elbette başkalarına da ‘arabocağı, farsocağı, kürdocağı, arnavud ocağı? Lazç ocağı, gürcü ocağı, çerkez ocağı’ gibi kurumların oluşturulması fikrini verecektir; belki de vermiştir de.. Bu etnisiteyi öne çıkaran anlayışlar ise, İslam Birliği düşünce ve idealine en büyük zararları veriyor..
Haydi, tasavvuf konusunun bu kurumla irtibatı anlaşılabilir de, hele de ’İslam Birliği’ fikrinin türkocağı ile mantıkî bağını çok rahat verilemez herhalde..
*
Mahmûd Erol Hoca, tasavvufî konulardan çok, tasavvufa giriş mahiyetinde bir konuşma yaptı ve tasavvuf terbiyesi olmadan, İslam Birliği idealinin bir hayal olduğuna dair kanaatlerini dile getirdi. Tartışılması ve üzerinde düşünülmesi gereken bir konu ..
*
İki saate yakın bir konferansı özetlemek değil, hedefimiz.. Ancak, tasavvuf deyince, neyi anlamak gerekiyor? Meselâ İran kültüründe, tasavvuf terimine hiç de hoş bakılmaz.. Ama, şiî ulemâsının hikmet, irfan ve marifet adında dile getirdikleri ile, bizim kültürümüzde tasavvuf denilince dile getirilen konuların hemen hemen aynısı..
Böyle olunca da, kelimeye yüklenen farklı mânalar yüzünden bir sevimsiz algılama sözkonusu.. Tıpkı, felsefe terimi de öyle..
Bizim kültürümüzde, felsefe denilince de, genelde, İmam Gazzalî’nin 1000 yıl öncelerde, felsefeciler üzerine dile getirdiği görüşler esas alınır.. İran’da şiî uleması da, felsefeye genelde soğuk bakmışlar ve medreselerde 40 yıldan fazla bir süre mantık ve felsefe okutan İmam Khomeynî’ye soğukluklarını ise, ‘onun oğlunun su içtiği tastan su içilemez..’ gibi dışlayıcı noktalara kadar götürmüşlerdir..
Mahmûd hoca ise, tasavvufa giriş mahiyetinde yaptığı konuşmasında, bir bakıma, kainatı temaşa, anlayış ve idrak edişdeki farklılıklarla zenginleşen bir tefekkür ve tahayyül alanı olarak anlatıyor ve mes’elenin özüne dokunmaya çalışıyordu..
Sahi, İslam Birliği fikri ve ideali ile ilgisi nedir, tasavvufun?’ sorusuna cevab arıyordu, Mahmûd Erol Hoca..
Hem taa gençlik yıllarından beri kendisini vakfettiği akademik alan gereği, hem de şimdi resmî vazifesi gereği, sık sık yurt dışına geziler yapan Mahmûd Hoca, son zamanlarda, yurt dışında, müslüman olduğunun anlaşılması üzerine, kendisine hemen, ‘şiî misin, sünnî mi?’ sorusunun yöneltildiğini belirtiyor ve, ‘Yahu sana ne, bu bizim kendi iç mes’elemiz demeye getiriyorum; ama, sünnî olduğumu da söylüyorum.. Hemen arkasından ‘El’Qaide mi?’ lafı gelmez mi?’ diyor..
Durum bu.. Evet, bir kelimeyle, ‘Ya El’Qaide’ci oluyorsunuz, ya Tâlibân, ya DAİŞ vs..’
Çünkü, onlar da maşaallah, müslümanların korkulacak vahşiler olarak görülmesi için ne lâzımsa yapıyorlar..
Mahmûd Hoca, bunu, medreselerde hele de son zamanlarda daha bir, sadece İslam fıqhı, hukuk dersleri okutulmasına veriyor. İran’da da medreselerde eskiye nisbetle daha az hikmet ve irfan konularının okuutulduğunu, arab ülkelerinde ise, bu konunun tamamiyle daha bir böyle olduğunu ve İslam denilince, sadece hukuk kurallarının algılanıp anlaşılmasından dolayı, ortaya katı kuralcı ve kendisi gibi düşünmeyen ve inanmayanları hemen tekfir bile eden bir İslam algısının geliştiğini, ve bunun İslam’ın özü gibi gösterildiğini, böyle olunca da ortaya işte şimdi görmekte olduğumuz ve hepimizi ürperten sahneleri gözlerini kırpmadan uygulayan bir yeni anlayışın çıktığından yakınıyor, çoğumuz gibi..
Böyle olunca da, ‘İslam Birliği nasıl kurulabilir, birilerinin dayatmasıyla, kim birliğe katılır, demeye getiriyor..
Yerinde bir soru.. Hangimiz, birilerinin dayatmasıyla İslam Birliği’ne dahil olmak isteriz, zor yoluyla ve nasıl?.
Mahmûd Hoca, çareyi, tasavvufun insana kazandırdığı derin ve geniş düşünmeye yönelmeyi çare olarak gösteriyor. Osmanlı’da, şeyhulislamların pek çoğunun İslam hukukunu gaayet iyi bilmelerine rağmen, aynı zamanda tasavvuf terbiyesi almış kimseler olmalarından dolayı, hayata ve insanlara hikmet ve ibret nazarıyla bakmayı da bildiklerini ve sadece kuru fıqhî kurallarla amel etmediklerini, hüküm vermediklerini belirtiyor. Ve sadece hukuk kurallarına ve onların yorumlarına bakarak birlik ve kardeşlikten sözedilirse nereye varılacağını sorgularken; Lübnan ve Tahran’da faaliyet gösteren ‘Dâr’ut-Taqrib’ul Mezahib’ (Mezheblerin Yakınlaştırılması) kurumu üyeleri olan şiî ve sünnî ulemânın, yaptıkları bir toplantıdan sonra, namazlarını bile birlikte kılmadıklarını gösteren bir ilginç fotoğrafı örnek olarak zikrediyor ve ‘Bu durum da nasıl birlik sağlanacak?’ diye sormaktan kendisini alamıyor, haklı olarak..
Halbuki, farklılıkların, tasavvufun, hikmetin, irfanın, insana kazandırdığı derinlikle kabul zenginliğe dönüştürülebileceğini düşünüyor.
*
Kelime veya konuya takılmak yerine, İslam birliği ve kardeşliğinin cihanşümul planda nasıl bir yöntemle sağlanabileceğine dair görüşleri daha çok düşünmeli değil miyiz? Yoksa, İslam Birliği bir ideal yerine., bir ütopya olarak kalmaya mahkum olmayacak mıdır?
*
dirilişpostası