10 yıldan fazla bir süredir 'İslâm fundementalizmi' giderek artan bir şekilde İslâm dünyasındaki ve Batı'daki yönetimlerin karşısında bir tehdit olarak görüldü. Bu kanaate, İran Devrimi'nin diğer ülkelere ihraç edilmesi korkusu, Kaddafi ve Humeyni'nin dünya çapında terörle özdeşleştirilmesi ve karanlık aşırı grupların Batılı hedef ve kişilere yönelik saldırılara neden oldu. Birçokları 'İranlılar'ın veya radikal grupların siyasî suikastlarda iktidarı ele geçirecekleri uyarısında bulundu. Diğerleri ise İslamî uyanışı, etkisi sona eren veya azalan bir hareket, bir gölge hadise olarak gördü. Farklılıklara ve birçok yüze sahip olan İslâmi uyanış yekpare bir şekilde, sadece şiddete, dini aşırılığa veya fanatizme, mollaların liderliğinde teokrasilere veya küçük ve radikal gerilla gruplarına denk tutulan 'İslâm fundementalizmi' tanımlamasıyla sınırlandırıldı.
Bu varsayımlar 1990'lı yıllarda sınandı. Ne İran'ınkine benzer bir devrim gerçekleşti ne de herhangi bir radikal grup yönetimi ele geçirdi. Bununa birlikte ne İran-Irak savaşının bitmesi, ne de Humeyni'nin ölümü İslâmî uyanışın ölüm habercisi oldu. Çünkü İslâmi uyanuş çok daha derin ve doğal köklere sahipti. Etkisi hiç azalmadı, hep daha derin ve yaygın bir şekilde hissedildi. Farklılığı ve çeşitliliği, değişik yüzleri ve duruşlarıyla ortaya çıktı ve çıkmaya da devam edecektir. Bu uyanış, ilerleyen zaman içinde marjinal gruplara ait bir olgu olarak kalmadı, Müslüman toplumun ana yörüngesinde önemli bir yer edindi. Bugün seküler kurumların alternatifi veya tamamlayıcısı olarak İslâmi eğilimli okullar, klinikler, hastaneler, bankalar, yayınevleri ve sosyal hizmetler ortaya çıkmaktadır. Onların toplumda ihtiyaç hissedilen bu hizmetleri sunmaları, mevcut rejimler tarafından, açıktan bir tehdit değilse bile, kendi başarısızlıklarını ve sınırlarını ortaya çıkması, Batı'yı ve sistemde kökleşmiş birçoklarının seküler varsayımlarını ve hayat biçimlerini rahatsız eden bir durum oluşturmaktadır. Hatta son yıllarda bazılarının daha uğursuz kabul ettiği bir gelişme ortaya çıkmakta ve İslâmî hareketler politik liberalleşme isteyen koroda yer alarak seslerini orada da da yükseltmektedirler.
Kuzey Afrika'dan Güneydoğu Asya'ya kadar İslami hareketler seçimlere katıldılar ve çarpıcı başarılar elde ettiler. Bu durum politik bir ikilem ortaya çıkardı. İslami hareketlerin kınanması ve bastırılması gerektiğini savunanlar, bu hareketlerin şiddet aylısı olduğunu, toplumun marjinal bir kesimini oluşturduklarını, sistem içinde çalışmadıklarını, dolayısıyla da hem topluma hem de bölgesel istikrara tehdit oluşturduklarını iddia ettiler. Ama tuhaf tır ki, sistem içinde çalışan gruplar da Müslüman ülkelerin yönetimleri ve bazı Batılılar tarafından rejimi tehdit eden bir unsur olarak görüldüler. Daha önce İslami hareketlerin iddialarını halkın yansıtmadığını düşünen ve onların radikal tutumunu sistem içinde bir tahdit olarak niteleyenler, bu defa onları "demokrasiyi gasp etmek"le ithama başladılar. Bu itham Mısır, Türkiye, Cezayir, Tunus ve Ürdün'de yönetimlerin politik liberalleşme ve demokratikleşmeyi yavaşlatmak veya vazgeçmek için kullandıkları bir mazeret oldu. Bazı uzmanlar (veya yönetimler) önce sivil bir toplumun oluşturulup geliştirilmesi gereğini savunur oldular. Bazıları da sivil toplumu ve sivil kurumların (mesleki kuruluşlar, siyasi partiler, ticaret odaları, özgür basın, özel eğitim, sağlık, sosyal refah kurumları ve hizmetler) gelişimi için önce demokratik bir düzlemin oluşturulması gerektiği görüşündeydiler.
Birçok Müslüman toplumda din, zaman zaman dağınık bir şekilde de olsa, etkin bir sosyal güç olarak yerini korumaktadır ve popüler kültür genelde sanıldığından çok daha az sekülerdir. Milliyetçilik, sosyalizm ve komünizm gibi seküler "izm"lere çok daha yetkın olanlar, mevcut yerleşik yönetimlerin ekonomik ve politik başarısızlıkları ile birleşen bir dini fikir veya inancın ne kadar güçlü olabileceğini ne tahmin edebilmiş, ne de kavrayabilmişlerdir. Sonuçta da İran Devrimi'nin şoku, Cezayir, Mısır, Ürdün ve Türkiye'de İslami hareketlerin seçim güçleri birçoklarını "bu akıl almaz şey"le yüzleşmeye zorlamıştır. 1980'lerde İran'ın devrim ihracından ve yani "İranlar"dan korkanlar, seçilmiş bir İslami yönetimden ürkmemek gerektiği fikrini bir türlü benimseyemediler. Bir yorumcunun ileri düşmanıdırlar" Onların İslami yönetim şekli, molla otoritesine, işkence ve infaza dayalı Humeyni'nin İslam Cumhuriyeti gibidirler.
İslami uyanış, Batılı liberal sekülerizm ve gelişme teorisinin birçok varsayımını boşa çıkarmıştır. Bunlardan en temel olanı, modernleşmenin mutlaka surette amansız ve ilerlemeci bir sekülerleşme ve de toplumun Batılılaşması ile gerçekleşebileceği varsayımıdır. Genellikle analizler ve politik yönelimler, aslında kendisinin ve de "seküler fundamentalizm" şeklinde dönüşebileceği bir dünya görüşü olduğunu unutan, sekülerizm tarafından belirlenmektedir. Sekülerizm veya liberal demokrasi artık "bir" yol olarak değil, "tek" yol olarak; politik gelişmenin en doğru yol olarak görünmektedir. Aydınlanma adına (akıl, deneycilik, çoğulculuk) yeni bir mutlaka ölçü geçerli hale gelmiştir. Artık alternatif paradigmalar (görüşler), özellikler de dini olanlar kesinlikle anormal, mantıksız ,, gerici, hem dahili hem de uluslar arası anlamda potansiyel tehdit olarak değerlendirilmektedir.
Bu seküler önyargı, dinin bir inanç ve kimlik kaynağı olarak gücünü ve rolünün görülmesini engellemektedir. Sosyal hareketlerin yükselişini anlaya bilmek için sağlıklı bir politik bakış açısı şarttır. Bununla birlikte siyasal İslam'ın gücü basit bir şekilde toplumların sosyo-ekonomik başarısızlıklarına indirgenemez. Çünkü hepsi olmasa da bir çok müslümana göre İslam, ahiretin yanında bu dünya için de rehberlik sunan bir güçtür. Bu nedenle "fundamentalizm"i basit bir şekilde yoksulluk ve işsizliğin çocuğu olarak tanımlayamayız. Cezayir'de İslami Selamet Cephesi'ne desteği genelde işsiz genç nesilden deldiği doğrudur ama Mısır ve Ürdün'deki Müslüman Kardeşler, mevcut statüden hoşnutsuz gençleri cezp etmekle birlikte, üyeleri orta ve orta-üst sınıftan meslek sahiplerinden (öğretmen, doktor, avukat, mühendis) olmuşlardır.
"İslam fundamentalizmi" üzerinde küresel bir tehdit olarak odaklaşmak, İslam'ın şiddet ve terörizme denk tutulmasına neden olmaktadır. Bu bakış açısı, kendini savunmaya yönelik meşru güç kullanımı ile terörizmi birbirine karıştırmaktadır. Daha önemlisi ise dinin gayri meşru olarak veya saptırılarak kullanımı İslam dünyasının çoğunluğunun inanç ve uygulamalarını gölgelemektedir. Diğer dini geleneklerin müminleri gibi onlarda barış içinde yaşamak istemektedirler. İslam'ı sadece onun istismar edenler bağlamında değerlendirmek anlamına gelir ki, böyle bir değerlendirmede bulunanlar aynı standardı Hıristiyan ve Yahudiliğe uygulanmamaktadırlar. Fundamentalizm korkusu Müslüman ve İslami kuruluşların "masumlukları ispatlanıncaya kadar suçlu oldukları" esasının geçerli olduğu bir ortamın doğmasına neden olmaktadır. Çirkin eylemler, çarpıtılmış veya saptırılmış İslam yorumlarına değil, İslam'a atfedilmektedir. Hıristiyanlık ve Batı ülkeleri savaş, kitle imha silahlarının geliştirilmesi sahiptir ama nedense yayılmacılık, şiddet ve savaş yatkınlık gibi tanımlamalar İslam'a ve Müslüman kültüre layık görülmektedir. Bu gün yaşadığımız abartılı korkular, İslam dünyasında demokrasi ve insan haklarının gelişiminde bir çifte standardın oluşmasına yol açma riski taşımaktadır. Batı'nın eski Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa'nın demokratikleşmesi için gösterdiği çabaya karşılık, Ortadoğu'nun demokratikleşmesi veya Bosna-Hersek, Kosova ve Çeçenistan'da Müslümanların savunması konusunda sessiz kalması bunu en iyi şekilde ortay koymaktadır.
İslam dünyasında meşruiyetleri çok zayıf olan ve iktidarları güç ve baskıya dayanan birçok yönetim için "kontrolsüz demokrasi" ile İslam'ın bir arada bulunması korkunç bir tehdittir. Ne kadar demokrasi dışı veya baskıcı olurlarsa olsunlar, Batı yönelimli elit kontrolündeki bu rejimlerle çıkara dayanan ittifaklar oluşturan Batı, potansiyel bir fundamentalist iktidar bilinmezine doru adım atma riskini pak göğüslemek istememektedir. İran, Afganistan ve Sudan örmekleri de ortada dururken, bu haklı bir tavır olarak gözükmektedir. Tabii bu bakış açısı, çağdaş İslami uyanış mevcut politik ve entelektüel yapıya yönelik sorgulamaları hemencecik tahdide dönüştürmektedir.
Siyasal İslam her zaman bölgeye istikrara veya Batı menfaatlerine yönelik bir tehdit içermek durumunda değildir. Ama şüphesiz, amaçlarını suikastlar ve şiddete dayalı devrimlerle gerçekleştirmek isteyen gerek seküler gerekse İslami gruplar doğrudan tehdit oluşturmaktadırlar. Ama bundan öte bugün bir çok çağdaş İslami hareket bizim benimsediğimiz özgür idare, entelektüel ve siyasal çoğulculuk gibi prensiplerin sınanmasının gündeme getirmektedir. Dolayısıyla siyasal anlam dahil olan popülist hareketler iki yönlü bir sınav ortamı doğurmaktadırlar. Birincisi, İslam dünyasında ve Batı'da politik liberalleşmeyi veya demokrasiyi benimseyen yönetimlerin bu prensiplere sadık olup olmadıkları: ikincisi ise iktidar gelmeleri halinde İslami hareketleri kendileri için istedikleri siyasal katılım hakkı ve çoğulculuk gibi prensipleri muhalefete ve azınlıklara tanıyıp tanımayacakları sınavıdır.
İslami politika yekpare bir şekilde değil, çeşitlilikler içeren bir şekilde karşımızda durmaktadır. Devrim sonrası İran, Pakistan, Sudan, Lübnan, Mısır, Kuveyt ve Malezya'da yaşanan tecrübeler, takip görüşlere, programlanan ve liderlere izin verilen bir ortamda, tıpkı seküler politikada olduğu gibi, İslami guruplarında birleşmek yerine bölüneceklerini ortaya koymuştur. Cezayir'de İslami Selamet Cephesi, daha çok, mevcut yönetimi elinde bulunduran Ulusal Özgürlük Cephesi'ne ve devlet baskısına karşı muhalefeti temsil eden, farklı akımlardan düşünceleri bir araya getiren bir cephe oluşumu idi. Pakistan'daki Cemaat-i İslami gibi gruplar yıllardır İslami bir devlet çağrısında bulundurlar ama bırakıp bir program üretmeyi, bir lider etrafında birlik olmayı bile başaramadılar. Aralarındaki ortak İslami hassasiyete ve hatta evlilik yoluyla gerçekleşen akrabalığa rağmen, Sudan'ın iki ayrı İslami grubunun liderleri Hasan türabi ve Sadık el-Mehdi, birlikten çok çatışma yaşamaktadır. Yine ayrı şakilde Malezya'da ABIM vePAS; endonezya'daMuhammediyye ve Nahdatü'l-Ulema gibi İslami Gruplar ideoloji vizyonları ve programları açısında farklılık taşımaktadırlar.
İslami kuruluşlar ve partiler kapalı politik sistemlerde muhalefetin en geçerli sesini ve aracını oluşturmaktadırlar. Tunus'ta Rönesans Partısı'nın, Cezayir'de İslami Selamet Cephesi'nin veya Ürdün'de Müslüman Kardeşler'in seçimlerdeki gücü sadece bu hareket mensuplarının gayretlerinden değil, aynı zamanda en inandırıcı ve en etkin alternatif olmalarından kaynaklanmaktaydı. Bu nedenle de, İslami programlarını destekleyenlerin aynında, tüm amacı mevcut yönetime karşı oy kullanmak olan seçmenlerden de destek aldılar. Politik sistemin açık hale getirilmesi, rekabet eden muhalefet partilerin gelişimde ve güçlerini artırabilir; böylece de İslami partilerin muhalefet oyları üzerindeki tek kelime zayıflayabilir. Önemli bir veri sunan başka bir nokta da, İslami kuruluşların üyelerinin sayısal olarak fazla bir toplum oluşturmaması, toplumun çoğunluğu kapsamamasıdır. Oy toplamak zorunda kalınan, farklı talepleri karşılamak gereken açık bir politik ortamı gerçekler, tıpkı seküler partilerde olduğu gibi, İslami grupları da programlarını ve ideolojilerini yerel şartlara, farklı seçmen tabakalarına ve çıkarlara göre genişletmeye zorla yapılır. Müslüman kardeşler, Cemaat-i İslami, Refah Partisi ve diğer bazı hareketlerin geçmiş tecrübeleri bu gerçeği onaylayan örneklerdir.
Bu süreçte yer alan herkes, siyasal liberalleşme ve demokratikleşmenin güçlü bir sivil toplum gerektirdiğini, bunu içinde kurumların, politik kültür ve değerlerini oluşturduğu bir sürecin şart olduğunu kabul etmek durumundadır. Bu süreç bir tecrübe gerektirmektedir ve ister istemez başarılar yanında başarısızlıklar da içerecektir. Batı'nın feodal monarşilerden demokratik ulus-devletlere geçişi zaman almış, deneme yanılmaları gerektirmiştir. Bu geçişe hem devleti hem de kiliseyi sarsan politik ve entelektüel devrimler eşlik etmiştir. Unutmayalım ki, Amerikan ve Fransız demokrasi denemeleri, devrim tecrübelerinden kaynaklanmıştır. Doğmakta olan Amerikan demokrasisi, korkunç sivil savaş'ın tehdidine maruz kalmıştır. Politik kültürün, değerlerin ve kurumların değişimi öyle bir gecede gerçekleşmez. Farklılıkların ortaya çıktığı, karşıt ses ve grupların görüş ve çıkarları arasında tartışma ve mücadelelerin yapıldığı uzun bir süreçtir. Bugün yine bir tarihi değişme tanık olmaktayız. İslam dünyasında, eski Sovyetler Bitliği'nde Doğu Avrupa ve dünyanın başka bölgelerinde ülkeler, geçmiş sömürgecilik, daha yakın zamanlarda da otoriter rejimlerce engellenen politik liberalleşme ve demokratikleşme için baskı ve protestolarla karşı karşıyadırlar. Evet, risk vardır ama "risk olmadan demokrasi" olmaz. Belirli İslami hareketlerin yönetime gelmesinden korkanlar haklı bir endişe taşımaktadırlar. Fakat devlet baskısı, ana muhalefetin susturulması, seçimlerin iptali ve insan haklarının yaygın şekilde ihlali gibi korkulan şeyler zaten mesela Arap dünyasını ilk hür parlamenter seçimlerinin sonuçlarının geçerli sayılmadığı ve kazananların hapse atıldığı Tunuz ve Cezayir'in mevcut rejimlerinde var olan özelliklerdir. Onların siyasal katılım, çoğulculuk ve insan hakları konusunda dosyaları bir hali kabarıktır.
Yani Dünya Düzeni oluşturma hayali, Kuzey Afrika, Ortadoğu, Orta Asya, Güney ve güneydoğu Asya'da milyonlarca insan daha kapsamlı bir politik liberalleşme ve demokratikleşme arzu ederken, İslam'ın bu sürekli diriliği, karmaşık bir gerçeklik arz etmektedir. Değişik (farklı) hareketler yek pare bir yapıya indirgenemezler; önce belirlenmiş, tek boyutlu formül ve stratejilere göre değerlendirilemezler. Dolayısıyla, sisteme dahil olan doğal ve popülist hareketlerle şiddete başvuran radikal devrimciler arasında ayırım yapmak zorunludur.
Birçok Müslüman'ın gözünde İslami uyanış, hedefinde mutlaka bir İslami devlet yerine, daha İslami düşünceli veya yönelimli bir toplum olan ve de politik olmaktan ziyade, sosyal boyutlu bir harekettir. Aslında birçok Müslüman, mevcut otoriter yöneticilerin güçlerinin farkında olduklarından pragmatik nedenlerle; yada Sudan, İran ve Afganistan'da yaşayan İslami yönetimlerin sergiledikleri aşırılıklardan duydukları hayal kırıklıkları sebebiyle politikaya değil, toplumun İslamlaştırılmasına yoğunlaşmaktadır. Bazılarına göre ise, İslami düzen oluştura bilmek için İslami devletin kurulması şarttır. Bunlardan bazılar bu hedef için şiddeti meşru görürken diğerleri aynı kanaati taşımamaktadır. İslami ve İslami hareketlerin çoğu Batı karşıtı, Amerikan karşıtı veya demokrasi karşıtı değildir. Her ne kadar yerleşik düzenin modası geçmiş takıntılarına ve otokratik rejimlere meydan okusalar da, Amerika'nın çıkarlarını tehdit etmemektedir.
Bizim yüzleşme zorunda olduğumuz şey ise, tarihi ve İslami dünyasının gerçeklerini daha iyi anlamak ve İslam'ın taşıdığı çeşitlilikleri, farklı yüzleri fark etmektir. Bu yaklaşım tarzı Batı'nın radikal bir İslam'la savaşacağını veya dünyanın medeniyetlerle çatışmasına tanık olacağını öngören, rivayeti kendinden menkul kehanetlerin ortaya çıkması riskini azaltacaktır. Belirli idealler, özgürlük ve özgür idare gibi amaçlar taşıyan Batı, kendi istikballeri için yeni yollar bulmaya çalışan İslam dünyasındaki birçok bireyin arzularını taktir edebilecek bir geniş görüşlülüğe sahiptir.