İsrail sadece Filistin’i işgal etmiş değil, işgalin kapsamı çok daha geniş, zulmün boyutları çok daha derin. Haber ajansları ve medyadaki ağırlıkları, sanat ve özellikle sinemadaki etkinlikleri, Mason locaları, Rotary ve Lions klüpleri, uluslararası nice teşkilatları, kendi ideallerine hizmet eden tâğutî rejimler ve her ülkedeki işbirlikçileriyle İsrail her şeyiyle müslümanların içinde. Yahudilerden mü'min olanlara, artık nasıl yahudi denilmezse, müslümanlardan yahudileşenlere de artık müslüman denilmesi yanlış olur, o artık "yahudi(leşmiş)", İsrailleşmiş bir kimsedir. Kendisinde itikadî anlamda münâfıklık alâmetleri bulunanlar, hadis-i şerifteki ifadeyle nasıl hâlis/tam bir münâfık oluyorsa (Buhârî, İman 24, Mezâlim 17; Müslim, İman 106), kendisinde yahudilik alâmetleri bulunanlar da tam bir yahudi olurlar. Yoksa, yaratılış ve ırk olarak yahudi olmak, ne başlı başına bir üstünlük, ne de alçaklıktır. İnsanın, kendi elinde olmayan bir sebepten dolayı, şu veya bu ırka mensup olmasından ötürü gazab edilmesi ve lânetlenmesi Kur'an'ın bütünlüğüne uygun bir anlayış değildir. İnsan, irâdesini iyiye veya kötüye kullanmasından, kendi yaptıklarından dolayı ödül veya cezayı hak eder. Önemli olan Kur'an'da ifadesini bulan yahudi karakterine sahip olup olmamaktır. Aynen, müslüman bir anne-babadan doğmak, yani nesil olarak müslüman çocuğu olmak, müslüman sayılmak için kâfi olmadığı gibi.
Batılı kâfirlere, hıristiyan ve özellikle de yahudilere ait Kur'an'da beyan edilen nice olumsuz özellik, bugün "müslümanım" diyenlerde hiç eksiksiz bulunmaktadır. Dolayısıyla hıristiyan ve yahudilere verilecek dünyevî ve uhrevî cezalar, mü'minlerden onları örnek alan taklitçilere de verilecektir. Bu, İlâhî adâletin gereğidir. Lânete, gazaba uğrama ve dalâlet/sapıklık hükümleri/damgaları da. Bu değerlendirmeler, fertler için olduğu kadar; toplum için de geçerlidir. Toplumların, devlet ve rejimlerin, lânetli ve sapık yolu izledikleri zaman, helâkleri ve cezaları, tarihtekinden farklı olmayacaktır. Sünnetullah'ta (Allah'ın toplumsal kanunlarında) bir değişiklik olmaz. Saâdeti asra taşımak ve sahâbeleşmek mümkün olduğu gibi, İsrâil'leşmek de mümkündür. Bu tercih; mutluluk veya felâketi, cennet veya kıyâmeti seçmektir. Dışımızdaki yahudiden daha tehlikeli olan, içimizdeki yahudidir. Kalp ve kafamızdaki, el ve dilimizdeki küfürdür dünyamızı perişan, âhiretimizi zindan edecek olan. "Ey iman edenler! Siz (önce) kendinize bakın. Siz hidâyet üzere/doğru yolda olunca, dalâlette olan kimseler size zarar veremez." (4/Nisâ, 105). Beyinlerini ve gönüllerini, yaşadıkları çevredeki topraklarını ve hatta mescidlerini her çeşit işgalden arındıramayanlar, uzaklaştıkları mübârek yerleri ve büyük mescidlerini hiç kurtaramazlar. Gönüllerdeki yahudiliğe savaş ilân edip içimizdeki işgali kaldırmadan, dıştakine tavır almak mümkün değildir.
Cihad görevinden kaçan, tâğutlardan korkan, beşerî ideolojiler peşinde koşan, gündelik işlerden dâvâya vakit ayıramayan, kâfirleri dost ve velî kabul eden dünyevîleşmiş müslümanlar kendilerine gelsin diye uyarıcı iğnedir İsrail vahşeti. "Zâlim Allah'ın kılıcıdır, Allah onunla yoldan çıkanları cezalandırır, sonra ondan da intikamını alır." Zâlimlerden korkan, onlara karşı seyirci kalan insanlara, Allah zâlimleri musallat kılar ve onların seviyesine indirir.
Hamas’ın ve intifâdanın unutulmaz liderlerinden şehid Şeyh Ahmed Yâsin öyle diyordu: “Allahım! Filistin konusunda sessiz kalan ümmeti Sana şikâyet ediyorum.” Filistin’li kız çocuğunun sesi hâlâ kulaklarımızda çınlıyor: Ârun aleykum: Utanın!” Peki, utanılacak bu durumdan kurtulmak, orayı kurtarma gayretiyle, kendimizi kurtarmak için ne yapılması gerekiyor?
Pis temizlenir, ama pisliğin atılması, tümüyle yok edilmesi lâzımdır ki, gerçek temizlik olsun. İsrail denen terörist devleti tümüyle ortadan kaldırmadan Filistin meselesi hallolmaz. İsrail’i ortadan kaldırmak için de o küçük ülkenin sömürgesi konumundaki Amerika ile ve hatta İngiltere gibi bazı Avrupa ülkeleri ile savaşmayı göze almak gerekir. Bu da Üçüncü Dünya Savaşı ve hatta belki Kıyâmet Savaşı demektir. Bu yüzden, ümmetin her şeyden önce yeniden imanını, sosyal, ekonomik ve siyasal yapısını gözden geçirmesi gerekmekte, köklü değişikliklere aday olması icap etmektedir. Bunun için de başlanacak yer: Tevhiddir, şirkin izâlesidir.
Sonra canlı Kur’an adayları yetiştirmek, iman-amel bütünlüğüne, takvâ ve ahlâkî erdemlerle örnekliğe önem vermektir. İşte bu özelliklere sahip olan ümmetin içinde tüm ümmeti ve İslâm’ı temsil edebilecek öncü insanların, nasıl cihad edilmesini bilen ilim sahibi, muttakî ve ahlâklı mücâhidlerin cihadı, kapıları açacak ve Allah’ın yardımına muhatap olunacaktır. Allah, ancak bu aşamalardan geçmiş, kendi dinine yardım edenlere yardım edecektir. Ve Allah’ın yardımına lâyık olmadan böylesi büyük işleri başarmak ve hatta girişmek mümkün değildir.
Bildiğiniz gibi; İsrail, sadece Ortadoğu topraklarında 6-7 milyonluk bir ülkeden ibaret değil. Öyle büyük ahtapot ki, Ankara’ya, İstanbul’a kolları uzandığı gibi, başı ta Amerika’larda. Büyük kolları Avrupa’da. İsrail içimizde. Her şeyiyle; yaşam tarzıyla, ölüm korkusuyla, devlet biçimiyle, düzeniyle, yasalarıyla, eğitim tarzıyla, kıyafetiyle, medyasıyla… her şeyiyle içimizde. Ümmetin içinde, gönlünde, kafasında. Toprakları işgal eden İsrail’den daha tehlikelisi, zihinleri ve gönülleri işgal eden İsrail’dir. Ve ümmet topyekün bu faciayı yaşıyor. Ümmetin ekserisinin evleri ve işyerleri, çocukları ve gençleri, okulları ve sokakları işgal edildiği halde farkında bile değiller. Filistinliler bunun farkında ve düşmanlarına atacak bir taşları varsa onu atmaya çalışıyor. Ümmetin fertlerinin çoğu işgalcilerine tutkun, hayran ve yardımcı durumda. Ümmet, dostunu düşmanını tanımıyor, işgalin ne olduğunu bilmiyor. Gardiyanına âşık oluyor, celladını ölesiye (öldürülesiye) seviyor. Aman Allah’ım, nasıl olur, şehid kanları bile bu durumu değiştiremiyor. “Her yer Kerbelâ” denir ya, bugün “her yer Filistin!” Her yer işgal altında. Zulmün en büyüğü, bedenlere yapılan değil; kafa ve gönüllere yapılandır. Dünyasını yok etmekten daha büyük zulüm, insanın âhiretini mahvetmektir. Kur’an öyle diyor: “…Allah'a şirk koşma! Şüphesiz şirk, gerçekten en büyük zulümdür.” (31/Lokman, 13). Filistin’den daha feci bu ülkenin insanlarının durumu. Onlar hiç olmazsa düşmanlarını tanıyorlar ve taşla da olsa onlara tavır alıyorlar. Ölüyorlar (ölümsüzleşiyorlar) ve kurtuluyorlar. Buradaki işgal sonucu ölenlerinse âhireti mahvoluyor. Biz, insanların suçsuz yere ölmemesi için mi öncelikle mücadele etmeliyiz, yoksa âhiretlerinin mahvolmaması için mi? Önceliğimiz insanların bedenleri mi, ruhları mı? Dünyaları mı, âhiretleri mi? İnsanların öncelikle karınlarını mı doyurmalıyız, gönüllerini mi?
İnsanımız o hale gelmiş ki, belâ kendi evinin kapısına dayanıncaya kadar suya-sabuna dokunmamayı tedbir sayabiliyor.
Para-pul, araç-gereç, sayı-nüfus hesabı yaptığı kadar bile Allah'ı hesaba katmıyor ve korkularının esiri olabiliyor.
Okumakla adam olacağına, namazla sadece Allah’a kulluk bilincine ulaşacağına, duayla aktifleşeceğine, sabırla direnişe geçeceğine; kitapla eşekleşebiliyor, namazla ürkekleşebiliyor, duayla pasifleşebiliyor ve sabırla zilleti kuşanabiliyor.
Elini taşın altına koyacağına, yüke omuz verip yük alacağına; yük olabiliyor.
Bir yol bulacağına, yol açacağına, yola düşeceğine; yolda düşüyor, düştüğü yerden kalkmıyor, yoldan çekilmiyor.
Yangını söndürmek için eline bir kova su alıp göreve koşmak yerine; itfaiyecileri eleştiriyor, yürüyenin önüne taş, üretenin önüne set olabiliyor.
Zihni düşünce, gönlü huzur, eli iş üreteceğine, sadece dili laf üretiyor.
Esas işgal altına alınan toplum biziz. Esas Filistin biziz biz! Farkında bile değiliz.
AMERİKA… Onlarca Yenilen Kazığa Rağmen Dost ve Müttefik Kabul Edilen ve Karşı Çıkar Gibi Gözükülse de Onsuz Yapılamayan Zâlim Devlet...
Amerika tarafına bakınca; İsrail’in sömürgesi, çağın yüz karası, insanlığın bedduası, bunca zulüm ve işkence gibi sözlüklerin en olumsuz kelimelerini sıralamak gerekiyor.
ABD, AB ve NATO, komünist sistemin çöküşünü müteakip, daha önce var olup da, komünizme karşı “Yeşil Kuşak” desteği sağlamak için geri plana çektikleri İslâm'a yönelik düşmanlığı tekrar öne çıkarıp, Haçlı kinini güncelleştirerek İslâm’ı ve Müslümanları tehdit ve düşman ilan ettiler. Bir yandan liberal kapitalist sistemin zaferini ve “tarihin sonunu” ilan ederken, diğer yandan da “medeniyetler arası savaş” tahrikleriyle İslâm’ı ve Müslümanları hedef gösterdiler. Ardından “İslâm radikal ve ılımlı versiyonlarıyla önce kendi içinde savaşacak” yönlendirmeleriyle, Müslüman halkları mezhep kışkırtıcılığı yaparak, ılımlı ve radikal diye bölüp tahrik ederek kendi içinde çatıştırmaya çalışıyorlar. Bunun için, İslâm coğrafyasında “medeniyetler ittifakı” ve “dinler arası diyalog” aldatmacasıyla “ılımlı” kategorisinden yandaşlar edinerek, sürekli provokasyonlar ve yönlendirici çalışmalar yapıyorlar. Bütün bunlarla, bölgemizi kaos içinde tutarak, istedikleri gibi oynamaya ve çıkarları istikametinde yönlendirmeye çalışıyorlar.
Batıda İslâm ve Müslümanlara yönelik düşmanca plan ve projeler hazırladılar, sonra da, alçakça işgaller, istilalar, sömürüler, katliamlar, tecavüzler ve işkenceler, bu insandışılaşmış Batılı insan karakterinin en iğrenç ve en vahşi uygulamalarıyla İslâm coğrafyasında gerçekleştirildi. “İnsafsız hava araçları”yla gerçekleştirilen suikastler, bu uçaklardan korkakça atılan füzelerle vurulan evler, sivil- kadın-çocuk ayırmadan yapılan katliamlar, Ebu Gureyb’te Guantanomo’da ve daha CIA’nın binlerce gizli işkence merkezlerinde, ülkelerinden korsanca kaçırılıp getirilen masum Müslümanlara yönelik çok boyutlu zulümler, vahşi işkenceler, ülkelerini işgal edip haksız yere katlettikleri masum insanların cesetleri üzerine idrarlarını yapacak ve bir de bunu resimleyip yayınlayacak kadar alçaklıkta sınır tanımayan davranışlar, hep bu vahşi ve hayvandan aşağı karakterin eseriydi.
Üstelik tüm bu katliam, suikast, yargısız infazlar, işkenceler, tecavüzler, sözüm ona kendilerinin uluslararası hukuklarına da aykırıydı. Ama onlar acıkınca putlarını kolayca yiyebilen, fıtratı bozulmuş, hevâyı ilah edinmiş müşriklerdi. Erdemli istisnalar hâriç Batı bütün bu vahşilikleri, alçaklıkları yaygın bir biçimde ve son derece azgın bir cüretkarlıkla yapabilmektedir. Üstelik tüm bunlar, Batının Rönesans ve reform süreci sonrasında, aydınlanma sanılan yeni karanlıklara savrulduğu süreçlerde yapılmış bulunmaktadır. Hatta “orta çağ” denilen dönemde yaptıklarından daha vahşi uygulamaları bu dönemde de tekrar etmekle beraber, Batı, yeni dönemin ileri teknolojiye dayalı silahlarıyla daha çok sayıda insanı katletmiş, daha kitlesel ölümlere yol açmış bulunmaktadır.
Bugün bölgemizde en fazla etkin olan ABD emperyalizmi, yüz yıllardır süregelen ve dünyaya hep kan ve gözyaşı sunan Batı sömürgeciliğinin bir parçasını teşkil etmektedir. “Batı medeniyeti” denilen “tek dişi kalmış canavar”, sadece maddi çıkar ve sömürü üzerine kurulmuş, zaman içinde geliştirip kabul ettiğini iddia ettiği insani değerleri bile sadece bir kamuflaj malzemesi olarak kullanmaktan öte gidememiş, sürekli insanlığı ve insani değerleri tahrip eden uygulamalara imza atmış, insanlığın tanık olduğu en büyük vahşet ve soykırımları gerçekleştirmiş bir büyük sapkınlığı, azgınlığı ve fesadı temsil etmektedir.
İtirazı temsil eden erdemli istisnalara rağmen, genelde Batının, özelde ABD’nin bu kadar büyük bir fesadın kaynağı haline gelmesinin en temel sebebi vahiyden koparak hevanın ilahlaştırılması, ilahi mesajın dışlanması suretiyle hevâ ve zanna dayalı keyfîliğin anaforunda seküler bir dünya görüşünün esas alınmasıdır. Yani Kur’an’ın “onlar hayvanlar gibidirler, hatta tercih ettikleri yol bakımından hayvandan bile aşağıdırlar” (25/Furkan, 43-44) diye vasıflandırdığı düzeylere düşülmesidir. Bir başka ifadeyle (ahsen-i takvim üzere) “en güzel bir biçimde” yaratılmış ve yeryüzünün halifesi kılınarak onurlandırılmış olan insanlığın (Bakara 30), bu temiz ve güzel fıtratı bozup, kendisine sunulmuş insani erdem ve ahlaki değerleri yani vahiyle gelen “şerefi” dışlayarak “esfel-i sâfilin”e (aşağıların aşağısına) düşmüş olmasıdır. (Tin Suresi).
İşte bu tercihler sonucunda, Batının bugünkü seküler kapitalist, sömürücü, işgalci, katliamcı zihniyetini, “Tanrılarla savaşan” Grek putperestliği, İslâm düşmanlığında karar kılmış şirke bulaşmış Hıristiyanlık ve Yahudilik ile Grek putperestliğinin çağdaş versiyonu olan ve insanı ilahlaştıran pozitivizm birlikte oluşturmaktadırlar. Aslında batı kültürü ve inancı, hep bir cahiliyeden diğerine savrularak, şirkte ısrarlı bir süreklilik ortaya koymuş ve Batı insanının fıtratına ve Rabbine yabancılaşması sürecini ifade etmiştir.
Bu yozlaşmış inanç ve kültürün yol açtığı yabancılaşma sürecinde, insandışılaşma yaşanması ve fıtratın kirlenmesi sonucunda Kur’an’ın “hayvandan aşağı” ya da “esfel-i safilin” (aşağıların aşağısı) dediği hal, fıtrî özelliklerini koruyan ve “erdemli insan” olarak tanımlanabilecek kimi istisnalar dışında, Batı insanının genel karakteri haline gelmiş bulunuyor. İşte bu istisnalar bugün fıtrî bir arayışla meydanlara çıkıp “başka bir dünya mümkün” diye haykırarak “adalet” ararken, "esfel-i safilin" karakterini taşıyan büyük çoğunluğun destek verdiği iktidarların yönetiminde bütün Batılı emperyalist devletler, ABD, AB ve katil orduları NATO, İslâm’ı tehdit ve düşman ilan ederek, İslâm coğrafyasında işgal, sömürü ve katliam planlarını uyguluyorlar.
Üstelik bugün halen, insanı, insanlık onurunu ve insani erdemleri tüketip, fesadı küreselleştirdiği, yani “yeryüzünde fesad çıkaran” konumunda olduğu halde, biz “ıslah edicileriz” yalanını (2/Bakara, 11-12) yayan bu katil zihniyetin elinde dünyanın sonunu getirebilecek derecede yok edici silahlar bulunmaktadır. İnsanî vasıflarını yitirerek hayvanlardan aşağı düşmüş (25/Furkan, 44) bu yozlaşmış karakterin elinde, bir de sürekli yenilediği teknolojiye göre giderek çeşitlendirip arttırdığı, tüm insanlığı yok edecek boyutta (kimyasal, biyolojik ve nükleer silahlar dâhil) vahşi silah stoku bulunması, insanlık için en büyük tehdidi oluşturmaktadır. İşgal, zulüm, sömürü, işkence ve katliam; seküler sapkın paradigmayla azgınlaşan Batı zihniyetinin karakteri olmuştur. Batının (ve tabii Amerika’nın) insanlığa vaad edeceği hiçbir değer kalmamıştır. Batı iflas etmiştir, çöküş devrini yaşıyor ve can havliyle oraya buraya saldırıyor. Aslında ecelini bekliyor.
Batıyı temsil eden ve Batılı diğer devletlerce sürekli desteklenen ABD ve İsrail başından beri iç içe geçip bütünleşmiş iki terörist devlet olarak tarihte yerlerini almışlardır. İkisi de daha doğuşlarında, başka halklara ait toprakları zorla işgal ederek ve yerli halklar üzerinde soykırım uygulayarak, kan ve gözyaşı üzerine kendi varlıklarını inşa etmiş, adeta kanla beslenen “vampir devletler” hüviyetini kazanmışlardır. Kuruluşta mazlum halkların kanları üzerine oluşturulan bu devletler, ondan sonraki tüm tarihlerinde de sürekli kanla beslenme ihtiyacı içinde olmuşlar, sürekli yeni işgaller ve yeni kan dökücü saldırı ve sömürülerle hayatlarını idame ettirmişlerdir, halen gerek Gazze'de, gerekse diğer bölge ülkelerinde yaşanan kanlı süreç de bunun devam ettiğinin göstergesidir.
Gençler bakıyor ki, hep müdâfa halinde Müslüman. O müdâfa da, kendisine verilen sınırlı yetki ve dar çerçeve içinde. Unutuyor ki o, bu şartlarla müdâfaya çekildikçe düşman saldırıları artacak ve o daima mağlup olmaya devam edecektir. Unutuyor ki, en iyi müdâfa hücumdur ve ancak hücum etmekle savaş kazanılır.
Evet, devamlı hücuma geçen, istedikleri an, diledikleri şekilde ve canları çektiği yerlere olanca güç ve imkânlarıyla saldıran kâfirler oluyor. Müslümanlar da ihtiyar âciz kadınlar gibi sadece bu durumdan yakınıyorlar. İzzetli, onurlu olması gereken tüm dünyadaki ümmetin durumu içler acısı: Tâğutların emrinde ve güdümünde, Yahûdi haber ajanslarının etki alanında, her taraftan kuşatılmış ve işgale uğramış konumda. Hele, kurtarıcı adaylarına düşman olan, gardiyanlarına ise övgüler sunan, cellatlarına hayran ve âşık olanlar var ki, bunların tasviri için kelimeler yetersiz kalmakta…
Mürcie düşüncesi: İman ayrı amel ayrı diyerek amellere önem vermeden cenneti garanti gören zavallı anlayış; anlamını ve gereklerini önemsemeden şehâdet kelimesi getiren bir kimsenin ne tür haltlar işlerse işlesin, imanına zarar vermeyeceği ve cennetlik olduğunu iddia…
Ümmetin sadece toprakları değil; ondan çok daha önemli gönülleri ve kafaları işgal edilmiş vaziyette. En acısı işgalin farkında olmamak, hatta işgalcilerle işbirliği yapmak, bilinçsiz de olsa onlara yardımcı olmak. 20. Asrın başından bu yana, yerli ve yabancı zâlimlerin işgali öylesine büyük ki, müdâfacıların kafalarında ve kalplerinde de büyük çapta izler ve derin yaralar bıraktı. Câmii, dinî mektep ve benzerlerinin işgalden aldığı yara, tahribat ve tahrifat, tabiî olarak elbette oralardan yetişen Müslümanlarda da görülecekti. Bundan dolayıdır ki, yıllardır Müslümanlar, bütüncü değil, parçacı; inkılâpçı değil, ıslahatçı; radikal değil, uzlaşmacı olarak bazı müdâfa ve isteklerde bulunmakla yetindiler; bu özelliklere kesinlikle uymak kaydıyla küçük hücumlara geçmekle avundular.